24 Aralık 2015 Perşembe

http://poetikhaber.net/HD792_-soguk-kaya--gercekciligi.html


Değerli şair Mustafa Nurullah Celep, PoetikHaber sitesinde Teyzemin Radyosu ile ilgili bir eleştiri yayınladı. Kendisine teşekkür ederim.
İbrahim Eyibilir


Mustafa Nurullah CELEP(*)

İBRAHİM EYİBİLİR’İN ‘TEYZEMİN RADYOSU’ ADLI HİKÂYE KİTABI ÜSTÜNE
YA DA ‘SOĞUK KAYA’ GERÇEKÇİLİĞİ

Gündelik hayatın gerçeklerinden doğan bir hikâye, ‘şimdi ve burada’ bilinci ve duyarlığıyla okuyucuyu içinde yer aldığı dünyanın / Türkiye’nin temel meselelerinden haberdar edebilir. Türk edebiyatının ana karakteristik tabiatına aşina bir tutumdur bu, çünkü anıtsal bir yapı olarak Türk edebiyatının en belirgin vasfı, gerçekçi oluşudur. Türk edebiyatında bütün atılımlar da gerçeklik algısı üzerinden yapılır. Bizim bugün Türk Hikâyeciliğinde en çok ihtiyaç hissettiğimiz şey, gerçekçilik damarı tebarüz etmiş, bizi Türkiye’nin, Türkiye’de hayatın gerçekleriyle yüzleştiren ‘tanık metin’lerdir.

İşte bu tanıklığın taşraya bakan anlatıcı çehresini, sahici anlatımı, içtenlikli söyleyiş biçemi ve şiirsel üslup karakteriyle İbrahim Eyibilir’in ‘Teyzemin Radyosu’ adını verdiği hikâye toplamı oluşturuyor.(1) Biz bu estetik çehrenin samimiyet yüklü anlatma iştiyakına, bazen hüzünlenerek bazen sürgün, göçebe ve yolcu olmanın ağır iç sızısıyla tanık olarak okuma deney/imi yaşadık, işte bu okur olma ve olgunlaşma deneyinden metne yansıyanları yapıt içinde 2-3 hikâyeye odaklanarak aktarmak istedik. Bu taşra hüzünlenmeleri ve hislenmelerinin, hız kültüyle şekillenen bir çağ atmosferinde, yazımızla somutun vurucu etkilerine göndermede bulunarak gerekçesini serimlemek istedik. Böylece bu mahrumiyet yüzyılında hikâye anlatıcılarının ölmediğini kanıtlamak istedik, elinde Kitaplar Kitabı Kur’anı, hasta ve mustarip bir kız çocuğuna armağan etmek isteyen hikâye kişilerinin dünyada bir varlık olarak ama dünyadan olmayan incelikleriyle yaşadıklarını ispat etmek istedik, gurbet ilinde gariplik yaşayan hikâye kahramanlarının, Kur’an okuyan Sümeyye’lerin ölmediğini kendi mizaç ve meşrebimizce duyurmaya çalıştık.

Şimdi yazımıza gerekçe olan bu cümlelerin gerçeklik vurgusuyla altını doldurmaya çalışalım:

İbrahim Eyibilir, meramını, dil ve anlatım bakımından içtenlikle dile getiriyor. Onda yapay dil ve üslup oyunlarına rastlamıyoruz. Samimi bir taşra hikâyecisidir Eyibilir. Bu taşra anlatımlarında yazarın ‘şair ve bilge’ tutumunu temel bir bakış açısı olarak belirlediğine tanık oluyoruz. Anlatma esasının merkez alınmadığı durumlarda tipik bir lirik şairdir Eyibilir. Durumlar üzerinden şiirsel parıltılar ve imgesel yansılarla biçimlendirdiğini görüyoruz üslupsal karakterini. Yazar mısralarını veya öykü cümlelerini büyülü ve etkileyici bir lirik şiir diliyle duygunun evleği ve menfezinden geçirerek şekillendiriyor ve sesletiyor okuyucuya. Bir yürek dilidir konuşan ve anlatan. Bu gönül dilinin mayasını hüzün duygusu belirler. Adeta bir yağmur dili, serinliği ve diriliğiyle sevdaya doğru anlatma iştiyakıyla yönlenme gözlenir. Anlatmaz, daha çok ‘gökkuşağından dün bir gül düştü rüyama’ diyerek nevi şahsına münhasır bir lirik şair edasıyla ruhunda gizlenmiş iç duygu hâllenmelerini, ‘taşrada bir kartpostal hüznünü’ açığa çıkarır.

İbrahim Eyibilir bu hikâye toplamında, anlatımın esas alınmadığı bu tarz metinleriyle daha çok şiirselin, duygulanımların, soyutun kapsamı dâhilindedir. Modern öykü sanatında bir anlatım tekniği ve biçem özelliği olarak ‘’şiirin dilini’ kullanıma açmak, en çok bu tip metinler için geçerlidir. Bu anlamıyla klasik, somut, sosyal gerçekçi hikâye anlayışının dışında bir seyir izler.

Bizce İbrahim Eyibilir, geleceğe kalacaksa eğer, işte bu şiirsel metinlerin haricinde, örneğin ‘Usta İşi’, ‘Bakkal’, ‘Soğuk Kaya’, ‘O’, ‘Kamera Şakası’ gibi gerçeklik vurgusu ve gerçek algısı öne çıkan, somut, açık anlatımlı hikâyeleriyle kalacaktır.

Nedir bizi gerçekle yüzleştiren, kıyasıya sorgulatan bu hikâyelerin temel nitelikleri?

İbrahim Eyibilir’in anlatımlarında ‘lirik bir hikem’ düşüncesinin bir tavır olarak öne çıktığını ifade edebiliriz. Düşüncem odur ki Eyibilir, hikâyeci algısını gündelik hayatın içinden geçirirken ‘yolculuk ve sürgün temi’ eşliğinde hareket ediyor. Bu tem eşliğinde bugünün dünyası içinden yitirilen değerlerimize iç duygu durumlarıyla göndermede bulunarak bir tavır belirliyor. Yani ki bir hikâye anlatıcısı olarak İbrahim Eyibilir, şimdi ve burada bilinci ve duyarlığıyla gündeliğin özündeki hikemiyeti hikâye dilinde açığa çıkarma derdinde ve telaşındadır. Örneğin Usta İşi’nde bu hikem arayışı ve vurgusu çok belirgin bir bilinç olarak yer bulur. Bunun yanında bu yazı dâhilinde ifade edeceğimiz, Sağır Kaya ve Kamera Şakası hikâyeleri, duygunun diline bulanmadan gündelik gerçeğin, canlı bir anlatımın, nabız vurgusunun, gerçekçi damarın bütün seçikliğiyle anlatı formuna büründüğü metinler olarak yer alır. İşte biz de günümüz hikâyeciliğinin olmazsa olmaz gereklerinden biri bu tip metinlerdir, diyoruz.

En nihayet bize bir ‘Soğuk Kaya Gerçekçiliği’ lazımdır. Biz bir okuyucu olarak soyut durum öykülerinden, o öykülerin bunaltan atmosferinden de bıktık. Bize doğuda öğretmen asker olarak görev yapan hikâye kişisinin somut gerçekçi bakışı lazımdır, bu hikâye algısı bir gerekliliktir artık. Burada Eyibilir’in bir hikâyeci olarak vurgusu, gündeliğin içinden doğan gerçekliği gösterme metoduyla hikemi olanı da yansıtarak sunmaktır. Biz doğuya öğretmen asker olarak tayini çıkmış hikâye kişisinin yaşadığı zor koşullara, tüm seçikliği, somutluğu, çıplaklığı, açıklığı ve vuruculuğuyla tanık olmak isteriz. Bize yerli gerçeklerimizi tüm açıklığıyla gösterecek tanık metinler gerektir. Bize ancak bu değer. Bu önemli bir şeye değer. Değerli olan budur. Bu, yaşadığımız hayatın asli anlamına, asliyetine de değecektir aynı zamanda. Buradan işte okuyucu da hikâye algısı, beğeni düzeyi, hikem kavrayışıyla içinde yer aldığı hayata dair bir bilinç, ama kavi/kuvvetli bir bilinç edinecektir. Hikâye bir bilinç önerisiyle bizi sarsacaktır. Metin mertleşecektir. Bizi gerçek ırgalar. Soğuk Kaya Gerçekliği bizi ırgalayacak, sarsalayacaktır.

Sözün özü, yazımızın son-ucu olarak söyleyebiliriz ki çift kutuplu bir öykü algısıyla metinlerini kaleme alan İbrahim Eyibilir’in Türk Edebiyatının ve Hikâyeciliğinin soylu anlatımına en çok yaklaştığı yerler, Soğuk Kaya’da, Kamera Şakası’nda belirir.

Soğuk Kaya Gerçekçiliğinde buluşalım.

İhtiyacımız olan budur ya da bu veçhede şekilleniyor…   

(*) Poetik Haber GYY

29 Kasım 2015 Pazar


FOTOĞRAF HİKAYELERİ 14
PATİK
Yaşar'la İstiklal cadesinde gezerken birden karşıma çıktı. dünyanın en güzel kısa hikayesi diye adalandıran o hikayeyi bilirsiniz Ernest Miller Hemingway'in yazdığı

"Satılık: Bebek patikleri, hiç giyilmedi"
Dünyanın en kısa ve en güzel hikayesine şerh önüme düşmüştü. Bu giyilmiş, üzerine gezme telaşı sinmiş, alel acele yuvasına dönmeye çalışan bir çiftin hikayesini çağrıştırdı bana... Sosyal medyada yayınladım bu fotoğrafı, sanırım bir yıl kadar oldu...
İbrahim Eyibilir



"Derviş’in altında uyuyan Efe, dalgalandı. Eli beline gitti yeniden, demiri aradı. Derviş, namaz takkesi, tespih tutuşturdu eline. Efe’nin kalbi titriyor, Derviş teslim olmuş. Efe ile Derviş’in arasından kalbine tutunup hastanın kapısını açtı./" 
Aralık yedi ikliminde yarım efe var. Ben de henüz görmedim. Cuma günü dergiye gidince göreceğim. Sanırım ilginç bir tevafuk var. Osman Koca'nın aşk yorgunu bir derviş diye hikayesi var benim içinden derviş geçen bir efem, içerik nedir dergiyi görünce anlaşılacak.

22 Kasım 2015 Pazar

FOTOĞRAF HİKAYELERİ 13
sonbahar
Sonbahar; romantiklerin bayramı galiba. Evet ben de etkileniyorum ama romantik olduğum konusunda şüpheliyim. Ben de ağırlıklı çağrışımı hüzün. Hikayelerimde hüznün rengi olarak yer alıyor. Teyzemin Radyosu'nda "huzur evi" adlı hikayede başlamıştı, "otopsi" de yine üst kurguda yer aldı. Son yazdığım "yarım efe" de ise tam bir hikaye mekanını kapladı sonbahar. Buraya koyacağım ilk fotoğraf üç yıl kadar öncesine ait, gene cep telefonuyla çekildi. düzenleyicilerin de katkısıyla baya güzelleşti. İlginçtir o fotoğrafa baktıkça aklımda canlanan metefor ağaca fazla gelen yaprağın düşmek için bahaneye bakması gibi gönülden düşmeye niyet etmiş insanların da aynı şekilde gönül ağacınızı terk etmesi bir bahaneye bakıyor. Face sayfamda bu fotoğrafın altında bu hüznü yoğun anlatan yorumlar var. İşte o fotoğraf

Bu fotoğrafa "su" adı da koyabilirdim. Bana daha çok yitik hüzünleri çağrıştırıyor. Yapraklar düşmeye devam ediyor. Mevsim hala son bahar...
İkinci ekleyeceğim fotoğraf; en yeni çektiğim, bağcılar meydanda bir park var. Yolum oradan geçerse ve müsait olursam o koca çınarın altına mutlaka otururum. Sonbaharın ikindi güneşiyle izlenmesi bence japonların kiraz çiçekleri için yapılan ritüellerine benzer şekilde kutlanabilir. (Tamam, biraz abarttım:) Arıza yapan tramvayı beklemek bahane oldu bir çay içmek niyetiyle altına gittim. O sırada cep telefonumdan, her sonbahar baharı süpüren çöpçülere sitem eden Cüneyt'in (ıssı) bildirimini gördüm. Henüz süpürülmemiş bir baharın haberini vermek için bu fotoğrafı çektim. Biraz post modern oldu sanki. Servis alanı olduğunu göstermek amacıyla alelade serilivermiş halfleks türü o şeyin üstüne düşen yapraklar. o şey dediğime bakmayın, fon olarak gayet iyi durdu. İşte Günden bana kalan kâr, o fotoğraf

 Bu arada mevsim hâlâ son bahar ve yapraklar düşmeye devam ediyor.
İbrahim eyibilir

10 Kasım 2015 Salı

FOTOĞRAF HİKAYELERİ 12
yarım efe

"YARIM EFE
            -Şimdi ne yapsam?
            Derviş’in elleri titriyor. Sarılıyor birbirine eller, belki durur titreme. Derviş’in kalbi titriyor. Çaresiz titriyor. "

Yukarıya giriş bölümünü aldığım yazı, biten, aynı adlı hikayeden. İlhamını babamdan aldım. İsim bir lakap, bu hikayeye ad olması kişi hikayesi gibi bir yanlış algıya sebep olacağı için burada kayda geçirme gereği duydum. Aşağıdaki fotoğrafta; hikayede hem Derviş hem de Efe diye adlandırılan ama gerçek adını bilmediğimiz kahramanımıza ilham olan gerçeğin resmi var... 



Daha önceki fotoğraf hikayelerinde öykü-hikaye arasındaki bakışımı anlattığım bu fotoğraf; hikaye mekanın en önemli bölümünü oluşturuyor. (Bu arada okura ciddi anlamda kötülük mü ediyorum? Hikayenin hayal alanını bu fotoğrafla sınırlandırmış mı oldum şimdi? Bir de hikayede şekil grafik kullanıldığını düşünürsek, neyse burası blogg ve bunlar için var sanki)

Hikayede "çoban döşeği" adıyla geçen bir tür papatya. Aslı şu ki içinden yayla geçer o sebepten hikayenin de içinden geçiyor.

"biber" adıyla yazdığım fotoğraf hikayesinde de ip uçlarını verdiğim, bir imge ya da metefor olarak hikayede yer aldı.


Umarım "yarım efe" kağıt üzerinde kayda değer bir yer bulur.
(fotoğraflar evden; yaz 2015)
İbrahim EYİBİLİR

7 Kasım 2015 Cumartesi

FOTOĞRAF HİKAYELERİ 11
yarım efe


"Asmanın diğer kolunun uzandığı çatının kiremitlerinin bittiği yere asılmış biberlere takıldı bakışı. Arkasına yaslandı. Üzerine sinen kerpiç saman tozunu hissetti. Önceden pencere niyetiyle bırakılmış şimdi sadece bir delik olan kalıntı, doru bir tayın yerinde duramayan kişnemelerini getirdi."
"biber" adlı fotoğraf hikayesinde sanırım bahsettim bu hikayeden. Şimdi yeniden satırlarımın arasına karışan bu "acı" tadı ya da tatlıyı buraya almam bir tereddüt. bu hikayede ilk kez bir fotoğraf kullanma niyetindeyim. sosyal medyada grup fotoğrafı da yaptığım. Şu fotoğraf kastettiğim;
Aslında fotoğrafın düzenlenmiş hali yayında. Tereddüt şu; fotoğrafın hikayeye ne katacak ne götürecek? Emin değilim. 
"yarım efe" içinde bir efe geçse de bir dervişin hikayesi. Son düzenlemeler bitmek üzere. Sonrasında kağıttan varlık olarak ne yapar bilmiyorum...

22 Ekim 2015 Perşembe


Koyu bir yalnızlık, demli çay kıvamında gel kıvrıl bakalım içimin en tenha gurbetine... https://t.co/Cs5MpFEtzD

20 Ekim 2015 Salı

Fotoğraf Hikayeleri 10
Anamın Çiçekleri
Anamın çiçekleri deyişim, ben onların adını kitaplardan önce ilk ondan öğrendim. Şimdi kitaplardan öğrensem de içimde iz bırakmıyor. Kentler, köyde kalan çocukluğumu fena yoruyor ana desem, bilirim hemen ağlar. Onun yerini ang başlarında gördüğüm çiçeklerin fotoğraflarını çekiyorum. Bu alttakine "Çılbır Otu" dedi mesala..

Kızlara tanıdık geldi, çiçekçiler bunu diğer çiçekleri  satarken süsleme için kullanıyorlarmış. Çiçekliler ne isim verdiler bilmiyoruz. Kızlarla yeni bir isim verdik;

"Kar Çiçeği" ya da "Yıldız Çiçeği" olsun dedik. benim aklımdan geçen "Çiçek Buğusu" idi ama kızların bulduklarını daha çok sevdim. Düzenleyicilerle oynayınca farklı tatlar yakalanıyor. Altta onun örnekleri var...


Anam bu çiçeğe " Süpürgelik" diyor. Yine ang başlarında oluyor. Verdiği isim aslında kullanıldığı alanı da ele veriyor. Sap kısmı kuruduğunda oldukça sert ve dayanıklı olan bu çiçek avlu süpürmek için vazgeçilmez oluyor.
Ben rengine bayılıyorum. Makro çekimde çoğu makine gördüğüm rengi tutamıyor. Cep telefonuyla da olsa bu güzel oldu.


Daha önce yazdığım bir fotoğraf hikayesinde bu "gelinciğin" hikayesini yazacağımı söylemiştim. Anamın dilinde buna "Köpek Gülü" dendiğini yazmıştım. İlginç bulan dostlar oldu.
Meselenin aslı şu; has ve yoz diye iki sınıflandırmayı tercih ediyor bizimkiler. Gelinciğe yoz lale dedikleri de oluyor. Her yerde çok bulunduğundan bu ismi verdiklerini düşüne biliriz. Bana kalırsa; yaylaların ücra köşelerinde yetişen "Has Lele" diye adlandırdıkları dağ lalesine olan saygı ve özlem sanki tersinden ifadesini böyle bulmuş olabilir.


Tüm bu notları yazarken aklımdan geçen bir kitaptan bahsetmezsem vefasızlık olur diye düşünüyorum. Beşir Ayvazoğlu'nun yazdığı "Güller Kitabı" beni derinden etkilemiştir. Galiba "ot çöp fotoğrafı çekiyorsun" diyen iç çatışma sesime çok güzel bir cevaptı.
Hala fotoğraf çekmenin de bir nasip işi olduğunu düşünüyorum. Anda anı tutmanın kısmeti...
(fotoğraflar; bahçeden, yaz 2015)
İbrahim Eyibilir 

6 Ekim 2015 Salı


AYNA VE KASABA ESNAFI'NA DAİR...
Teyzemin Radyosu'nu hazırlarken nereye koyduğumu bir türlü bulamadığım, ince bir sızı olarak içimde kalan bir hikayenin hikayesi bu; iki binli yıllarda İlk görev yerim olan Şarköy'de yazdığım bu hikaye, kitaba girebilirdi. Diğer hikayelerle de bir bütünlük oluştururdu. Olmadı. Kitap yayınlandıktan sonra eski defterleri karıştırırken karşıma çıktı. Neredeyse on beş yıldan fazla olmuş yazalı, güne, gündeme dair ilginç ön görüleri olmuş. Feraset kelimesi buraya daha uyan bir kelime sanırım. Bu gün zirveye çıkan yozlaşmanın  o günden görülmesi kayda değerdi benim için. Bi dergiye gönderdim sanırım onlar için kayda değmedi, hikaye yayınlanmadı. Her hitabın bir kaderi vardır sözünü bu hikaye için de uyarlayabiliriz o zaman, "her hikayenin de bir kaderi vardır. Takip eden dostlar bilir; bloggta ya da herhangi bir sosyal medyada tam bir hikaye yayınlamadım şimdiye kadar. Yayınlandığı dergiye referans olmak amacıyla bilgilendirici paragraf sunarım ya da yayınlayan site dergi vb. link vermişse oraya yönlendiririm. Bu yönüyle bir ilk olarak yayınlanmamış bir hikayeyi burada yayınlıyorum. İlginize...
AYNA VE KASABA ESNAFI
Sana bakınca akıyor, tüm esrik yanlarım bir akşamüstü hüznüne doğru. Kendimde gezmelere çıkıyorum sana bakınca. Kendimde kendi hâlimi görünce, kendimi ne kadar bıraktığımı fark ettim. Her yer darmadağınık. Loş bir odaya dalan gün ışığına, sessiz danslarının ortasında yakalanan utangaç zerrecikler gibi mekânı dolduran umut, göze çarpıyor. Yazarken buraya düşen, yürekten süzülen birkaç sürgün beyit, türkü, naif bir gül yaprağına sığınmış şiir… Niye bir tanesini tam öğrenmedin diye kendime sitem ettim. Hani biraz daha derli toplu olsan, daha iyi olmaz mı? Bak, yarım kalmış hayalleri buraya koyma! Şuradakiler söyleyemediklerin olmalı. Bunlar ilginç; yazmayı hayal ettiklerin. Çoğunu sen de unuttun. Durdukça güzelleşeceğini sanıp unuttuğun, sancı nöbetlerin. Hımm, dostlukların köşesini böyle vefa kokulu, tertemiz tutman güzel. Dur biraz bu kadar hızlı düşünme. Şu utangaç zerreciklerle kaplı, yazmayı hayal ettiğine bakalım. “Hiçbir şey göründüğü gibi değildir.” Üst yazısıyla başlayan “kasaba esnafı” hikâye olacak galiba…
/Ne diyeceğini bilemeyen adamın şaşkınlığı, ellerinin hareketlenmesine vurmuşken, karşısındakinin cep telefonun çalmasıyla rahatladı. Levent Bey, konuşmasını tamamlamak üzereyken o da neler söyleyeceğini, konuyu nasıl açacağını toparlamaya çalıştı. Yaa Levent Abi sen beni tanıyorsun. Suna… Yok, yok böyle pat diye olmazdı. Abi biliyorsun işimi kurdum. Allah’a şükür, kazancım da fena değil. Eh za…/
Sana bakınca çelişkilerim yüzüme yansıyor, aynaya yansıyan yüzüm gibi. Ruhum burkuluyor, gözlerinde düştüğüm ateş içinde. Kendimin ortasında kalınca; bedenimin uzak diyarları yar etmesine aldırmayıp, içimin içine düşüyorum. Böyle içimi dışa çeviriyor olman, beni ne denli acınası yapıyor farkında mısın, bilmiyorum? Derin dehlizlerimin hüzzam kapısı sende açılıyor. Kısmet işte… İkindi bir sükût olup turuncu sahilde gezinirken, tutup gözlerinle ruhumu gezdiriyorsun bana. İçinden incinmiş kuşlar geçen tablolarla dolu bir koridordan geçer gibi hayatımın geçip giden bölümlerini seyrediyorum.
/Umut veren her hareket mutluluğunu çoğaltıyordu. Arada bir babasının iş yerinin önünden geçerken orada olabilir umuyla attığı utangaç bakışları, bazen bir gül kıvrımında tebessüm olurdu. Martılar umut olup ufku doldurdu. Belli ki o da kendisine duyulan ilgiden haberdardı. Yutkundu.
-Levent Abi, yengem uygun bir zaman ve yer için bilgi alsa da görüştürülsek ne dersin, sence uygun olur mu?
-yaa ben de görüşüyorum Suna’yla. Alış-veriş de yapıyorum. Gayet hanım kız. Olur gibi geliyor bana. Yarın sen beni ara, sana bilgi veririm, olur mu?
-Tamam, Levent Abi çok sağ ol…/
Kendim, kendimin halini görmekten korktuğu için senli aynalarda arıyor resmini kendinin. Yazma ya da yemeni bu anılar mahzeninde ne kadar yaban duruyor. Yıllandıkça güzelleşen dostluklar gibi işlenen işlemesi ne güzel! Yazmanın ortasında bir portre…
/Yeni gelecek mallar için liste yaptı. Yokluğunda yerine yeğeni bakardı. Tabureyi kapıya çapraz koydu. Bu oturuş, televizyonun karşısı olduğu gibi yoldan gelip geçeni görecek bir açıydı. Üzerine giydiği siyah dar kazağın kıvrımları kırmızı bir hırkayla gizemli bir çekiciliğe dönüştürülmüştü. Altındaki mavi puanlı etek ayakta iken bir saygınlık uyandırsa da oturunca vücuda yapışan deri oluyordu. Siyah yarım çerçeve gözlüğün arkasında mavi farla gözlerinin hareketleri daha belirgin bir hale gelmişti. Çeşitli yerlerinden iğneyle tutturulmuş çene kıvrımına kadar getirilmiş başörtüsü, lacivert tonlardan oluşan bir süslemeye sahipti. Bacak bacak üstüne attı. Kollarını önde birleştirince, bilezik, künye benzeri takılar mağrur bir şakırtıyla bileğine doğru aktı. Bir elinde cep telefonu diğer elinde kumanda, kanal gezmeye başladı. Her gün on beş otuzda buradan geçerdi Salih. Dün, babasının dükkânın boş bi zamanında Levent Bey’le gelmişti. Önceden haberli olmaları alışıldık konuşmaları çabuklaştırdı. Düşünmek için zaman istemişti. Kırmızı hırkanın göğüs hizasındaki düğmesini kapattı. Acaba öncesini sorup yargılar mıydı? Bu erkek milletinin hiç birine güvenmiyordu. Annesinin ölümünden önceki hayatını düşündü. Değişmeden, dönüşmeden önce bana gösterilen ilgi, geçmişimi yargılamama, kocam olmayı düşünen kişi tarafından da hoş karşılanır mı? Ya da bu günkü halimi kabul edip geçmişimi sormaz mı? Talat’tan haberi olacaktır mutlaka. Başörtü sebebiyle bittiğini söylediğimde ne sorar acaba? Peygamberin bile insanların İslam’dan önceki hayatını yargılamadığını söylerim. Bir dini seçmekle aile kurmak arasında bocalayıp bunu namus meselesi yapar mı?/
Sana bakınca, alevden bir kelebek konup göçüyor yüreğimin ormanlarına. Ben anlayamam bir tebessümün başkalarına sunulmasını. Bana çok garip bakıyor olman kıskançlık adlı burguyu çıkarmıyor bu yaradan. Burgu değil hazdan sebeplerimi beslediğini söylesem de aynada niye sen yoksun? Yoksa aynada aradığım sen, bulduğum ben miyim? Çerçevelere konmuş hayallere resmini koyuyorum. Uymuyor…
İbrahim EYİBİLİR
(fotoğraf; bahçeden, dağılgan civarı)

20 Eylül 2015 Pazar

Kızgın kireci elle yoğurmak, bir zalim huzurunda el pençe divan durmaktan daha iyidir.”
Sadi

16 Eylül 2015 Çarşamba


"işte bunlar hep hikâye" dedi yaşlı adam. Başını boşlukta salladı sonra eliyle çaresizlik işareti yaptı. Sustu, sustu, sustu...

13 Eylül 2015 Pazar

FOTOĞRAF HİKAYELERİ 9
biber
Kahramanlarımı içimde gezdirmek konusunda ölçüyü tutturamadığım oluyor. Daha önce "istasyonda bir şiir" ile ilgili başıma gelmişti, onu da blogga yazdım. Şimdi benzer bir durumla karşı karşıyayım. Kahramanım daha hikayesi yazılmadan hem hikayenin yönünü hem hayatını alt üst etti. Yetmişine gelmiş bir kadının adli bir olayla hapis cezası almasını öngöremedim. Altmışlı yetmişli yıllarda geçen katıksız bir aşk hikayesi ya da kurumaya bırakılmış biberlerin içeriye alınmasının unutulması....



Deha derecesindeki yazarlar daha önce hiç ortaya konmamış kahramanlarla gelir yazıya (güliverin gezileri mesala..) Günlük hayattan ya da gerçek insanların içinden kahraman seçmemek mi gerekiyor? Gerçi yazdıklarım birebir gerçek değil ( ki o zaman kurgu olmaz) mesele şu; içimde gezinen hikayelerden kurtulmadan yenisini yazmam ne mümkün...


Sizde "gelincik" derler bizde "köpek gülü" belki fotoğraf hikayelerine yazarım, kısmet...
ibrahim eyibilir

7 Eylül 2015 Pazartesi


FOTOĞRAF HİKAYELERİ 8
Yol Fotoğrafları
Yol kelimesi tıpkı göç kelimesi gibi taşıdığı eş anlamla da fiilin acısını haber veriyor. Yolmak; içinde bir zorlamayı dayatmayı mecburiyeti haber verir. Göçün bir göçmeyi yıkılmayı anlattığı gibi...
Yıllardır yolun yolcusu olmak, taşıdığı anlamların hepsini tecrübe etmek, akşam hüznüne denk bir geniz yanması. Durup durup yol fotoğrafları çekmemi buna yoruyorum bazen. Ama o kapkara yolların hiç fotoğrafını çekmemişim bu da ayrı bir ilginçlik.
İlk fotoğraf çekileli neredeyse yedi yıl olmuş. O fotoğrafı çekerken içinde gezinen tuhaf bir his olan "istasyon" şimdi "istasyonda bir şiir" olarak hikayeye dönüşerek "teyzemin Radyosu" na girdi. İçimde gezinen bambaşka bir hikaye idi oysa. Uğruna şiir yazılan kadınların hallerini yazmayı hayal ederken "mona roza" yı hak etmeyen o çiğlik banka reklamına düşünce hikaye bambaşka bir yola girdi. (başka bir yol fotoğrafında bu konuya devam edeceğim. İ.e)
İbrahim Eyibilir



2 Eylül 2015 Çarşamba

Kuyu
Kuyu; hem doğuda hem de batıda kadim sembollerden biri. Blog için de modern zamanların kuyusu diyebilirim. Ya da benim gibi çok okuru olmayan blog yazarları için böyle... Kimi kuyuya " Midasın kulakları eşek kulağı" diye fısıldıyor kimi Yusuf'u soruyor. Yani herkesin kuyusu kendini. İnsanlık tarihinin en kalabalık yalnızlığını yaşıyoruz galiba...
Benim kuyum cümlelerim. Facebook ya da Tivit duvarlarına bırakılan cümlelerin samimiyetinin eksik olduğunu düşünüyorum. Belki de benim cümlelerimde eksik herkesinkini öyle sanıyorum. Bilmiyorum.
Geçen Cumartesi saat altı civarı teyzem aradı. Annem ve babam aynı anda hastahanelik olmuş. Alelacele memlekete geldim. Tedavileri devam ediyor. İyiye gidiyor durumları, şükür. Bunu sosyal medya aracılığıyla duyurmak içimden gelmedi. Yukarıdaki samimiyet sorgulamasına sebep bu düşüncedir. Ben o acıyı yaşarken en gerçek halimdeydim. Gerçek bir şey bırakmadım duvarlara. Hakikatten âlem sanal...
Gönülden gönüle bir yol olmalı tüm zamane haberleşme araçlarından önce ve sonra var olan ve olmaya devam edecek. O yoldan gelip yarama merhem olacak cümleler süren dost, dünya ahiret bitmez servettir.
İçimde kalmalıydı bunlar. Yapamadım. İster Midasın kulakları anla ister Yusuf'tan bir haber say. Kendimce kendi kuyuma fısıldayacaklarım, şimdilik bunlar...
İ

27 Ağustos 2015 Perşembe


FOTOĞRAF HİKAYELERİ 7
kitabın hikayesi
Ayna imgesini hikayelerinde kullanıp hayatında beceremeyen biriyim. Yıllarca hikayelerim dergi sayfalarında dolaştı. İki kapak arasına alınıp kitap olunca sanki yer yerinden oynayacaktı. Tamam yer yerinden oynamasa da şimdiye kadar birinci baskıyı yapar diye düşünüyordum. İçimde gezdirdiğim aykırı bir kahramanım var, doktor (otopside kullandım) onun benimle dalga geçmesine aldırmadan umudu diri tutmaya çalıştım. Aynaya bakmak sonradan aklıma geldi. Geçenlerde Yedi İklim'in iftarında Suavi Kemal Yazgıç, on beş sene önce yayınladığı ilk kitabın ikinci baskısını daha yeni hazırladığını söyleyince ayaklarım yere değmeye başladı. 


Gazete yazıları, konuşmalar kabul etmeliyim ki beklediğimden çoktu. Ve lakin okurda bir karşılık yokmuş. Sesime ses veren güzel gönül yankıları da buldum. Eeee eksik olan ne ? Neredeyse hepsini tanıyorum diyeceğim bir grup dost tarafından alındı kitabım. Buna bir çok teknik bahane (dağıtım, reklam v.s) bulunabilir. Aynaya bakmayı yeğliyorum; gördüğüm, görülmek bilinmek için daha çok yol var anlaşılan. Asıl yüzleşme şu; yazdıklarım, bilinmeye, bulunmaya, görülmeye değer mi? Bu son soru kendimden şüpheye dair değil tabii... Ama yazmasam da olur dediğim çok zaman oldu.

 Bir de şu kırıldıklarım ve kırdıklarım var. Kırıldıklarım kısmını geçip kırdıklarım konusunda bir iki kelam etsem yeridir. Köydeki komşum bile kendisine niye imzalı kitap getirmediğim konusunda dargın. Akrabalarıma yayıncı değil yazar olduğumu anlatmaya utanır oldum. Yayıncının on kitap dışında bedava kitap vermediğini söylesem inanmazlar bu bi tarafa kitaptan kazandığımla araba falan değiştireceğimi zannedenler var ki onlar ayrı yazı konusu...
"teyzemin radyosu" edebiyat dünyasında bir ilk kitap için gerekli ilgi ve hoş görüyü gördü. Her gelen tepki için sosyal medyada olsun burada olsun, sesime ses veren dostlara teşekkür ettim. Yeniden teşekkür ederim. Ve ey okur senin ses vermen önemli. Ben yazmaya devam ediyorum, edeceğim. Sonrası zamanda yolculuk, kim bilir?...
İbrahim Eyibilir
( linkleri sosyal medyada yayınladım, gene yayınlayayım belki bir iki kişi daha izler-dinler
  https://youtu.be/umjq5DYGEtA

https://youtu.be/QPvxCDL4gj8
https://youtu.be/iuvixxke4Y0  )

26 Ağustos 2015 Çarşamba

seyr fm yedirenk programı

Seyr fm de Recep Kara Bey'in yönetiminde katıldığım "yedirenk" programının kaydı. Bu programa vesile olan sevgili dostum Savaş Kesici'ye, teyzemin radyosu hakkında en uzun radyo programını gerçekleştiren Recep Kara'ya çok teşekkür ederim. Program içeriği; uzun ve sıcak bir röportaj, kitap hakkında bilgi, hikayenin kaynakları nelerdir, örnek olarak "emanet misafir" adlı hikayenin sunumu. İlginize







teyzemin radyosu ie yapılan program linkleri şunlar;
https://youtu.be/QPvxCDL4gj8



https://youtu.be/iuvixxke4Y0

25 Ağustos 2015 Salı

FOTOĞRAF HİKAYELERİ 6
Cemile: Baba, hep gün batımı fotoğrafları çekmişsin...

 On yedi on sekiz yaşlarındaydım ilk fotoğraf makinemi aldığımda. Aslında onun da hikayesi yazılası... Yarıyıl tatilinde gittiğim umreden almıştım. Şu otuz altı poz alanlarından. Kodak, iyi fotoğraflar çektim onunla. İlk yakaladığım ışık; sabah tandır başında katmer yapan ebemin yüzüne vuran ışıktı. Büyük dayım güya saklayacağım diye aldı, şimdi kayıp bir sızı...
 Amatör bir merak benimki, daha ciddi olsa ya yol fotoğrafçısı ya da manzara fotoğrafçısı olurdum. Aslında benden beklenen portre fotoğrafları olur sanırım. İçimden gelmiyor, yüzünde gözümle okuduklarım çoğu kez makineye yansımıyor, belki de ondan.
Aradan yıllar geçti, çocukluğumda bilim kurgu filmlerinde gördüğüm çoğu şey gerçek oldu. Cep telefonu mesela; Mr. Spok bir senin telepatin kaldı diğerleri cebimize girdi. Benim otuz altı pozluk Kodak tarih olsa da yerine dijital canavarlar aldı. Ama insan aynı, ben o zaman da gün doğumuna batımına vurgundum. Otuz altı pozla yakalayamadığımı gb boyutunda yakalamaya çalışıyorum sanırım. Cemile biraz alındı  buna, o yüzden onu çektim gün yerine koyarak...
( Üç fotoğrafta evden; düzenleyicilerle bu hale geldiler. )
İbrahim Eyibilir

FOTOĞRAF HİKAYELERİ 5
hikayenin fotoğrafı: günâşık


Mecaz; tüm sanatların anahtarıdır dersek bilmem abartmış olur muyuz? Hikaye konusunda kuram ya da manifesto içerikli yazıları büyük bir merakla okuduğumu söyleyemem. Olanı tanımlama kategorize etme çabası gibi gelse de aklım diyor ki; bilmeden olmak ne mümkün?  Okuyorum. Bir manifesto yazmak gibi niyetim yok. Eh o kadar laf edecek eser de yok ortada. Tamam yazmayacağım da göstermeyeceğim demedim. Hikayeden ne anlıyorsun? Sorusuna cevap olarak gösterebileceğim fotoğraflardan biri aşağıda. İlk bakışta buğday tarlasında ortaya çıkan üç beş kök ay çiçeği. Mecaz ve imge burada yolumuza çıkıyor. Eğer buğdayın bereket imgesinin çağrısına uyarsak mecaz uçar gider. Oysa buğday tarlasında buğday, aynı şarkıyı söyleyen koronun üyelerinden başka bir şey değil günâşıklar ise o koronun ortasında kendi şarkısını söyleyen "gün"e âşık dervişler gibidir...


Bence sanat da burada başlar. Körebelerin gören gözleriyle âmâ baktığı bu dünyada aynı şarkıların ne kadar sıkıcı olduğunu söyleyebilmektir sanat... Sanatçı en çok da kendi düşüncesine muhalif olabilen değil midir? Kuram, kavram ve manifestoyu her metinde yeniden parçalayıp sorgulamayacak metin neden yazılır ki ?

Fotoğraf; evden, bir önceki yıl günâşık ekilen tarlanın, bu yıl buğday ekilmesine aldırmayan Gün'e âşık bir grup ayçiçeğinin kendi şarkısını söylmesine şahitliğinin hikayesi...
İbrahim Eyibilir



21 Ağustos 2015 Cuma

FOTOĞRAF HİKAYELERİ-4
hikayenin fotoğrafları



Seksenli yıllara kadar "öykü" ve "hikaye" bir edebi türün adı olmaktan çok ideolojik bir tercihin göstergesi olmuştu. Sonrasında Mavera'nın o meşhur sayısıyla beraber "islamcı" diye adlandırılan ( şahsen bu adlandırmalardan hoşlanmıyorum, onaylamıyorum) edebiyatçılar da yazdıklarını "öykü" diye adlandırmaya başladılar. Hatta buna kuramsal temeller de oluşturduğunu düşündüler. Hikaye daha geleneksel,sözlü edebiyatın  kaynaklarını ifade ediyordu, şöyle ki; cenknameler, köroğlu destanları, kerem ile aslı vs. Sanatın temeli hikaye ama öykü başka bir tür ile güya bu yazılı edebiyat kuramsal bir temele oturmuş oldu. Cahit Zarifoğlu Üstadın mektuplarında hikaye derken Üstad Necip Fazıl Kısakürek yazdıklarını hikaye diye adlandırırken sonrasında bu ayrışmanın nedeni hangi edebi gerekçedir düşündürücü?!

Yeni ve modern zamanların bireysel yalnızlıklarını anlatan, anlatıdan farklı olarak yazılı anlatım tekniklerini ( anlatıcı kişi, bilinç akışı vs) kullanan yazılı tür ile köy odalarında anlatılan-aktarılanların birbirinden ayrılması için böyle bir adlandırma-ayrım pek yeterli ve gerçekçi gelmiyor bana.   

Evet kelimelere de eskir hatta kelimeler de ölür. Kelimeler vardır "su" gibi iki bin üç bin yıl yaşar, kelimeler vardır gelir geçer "süspansiyon" gibi. Bir kelimeden geçmek bu kadar kolay mı? mesela hikayeden... Sevdiğim bir hanım yazar "bacı" kelimesine takmıştı. Argoda o kelimeye yüklenilen olumsuz anlamdan cidden rahatsız olmuş. Kendince haklı da biz okurları ondan şunu bekliyorduk "bacı" kelimesini Anadolu'da kullanıldığı şekliyle anne kadar aziz kullanmasını ve yaşatmasını...




Etimolojik (köken bilim) olarak da makul bir temeli olmayan  kelimeyle yazdıklarımı adlandırmak istemem. Kıssa, menkıbe, efsane, cenkname... gibi köke dayanan hikaye, başkalarını bilmem, benim yazdıklarımı ifade etmek için yeterli. 
Aslında bu konu daha derin ve detaylı olarak işlenmesi gerekir. Bundan sonraki fotoğraf hikayesi; hikayenin fotoğrafı: Günâşık'ta bu konuya biraz daha devam edeceğim.
Hikayenin fotoğrafı ya da fotoğraftaki hikaye; akıp giden hayattan bir an koparma diyebiliriz. Kışa hazırlanan kurutulmuş biber, nane, çoban döşeği denen bir ot. çatıdan sarkan yazın sonunu hatırlatan asma yaprakları. Sonrasında okuyucu ve yazarın çağrışım dezinde devam eden kurgu...
Not: öykü,eylem, devrim,cihat, toprak, tunç gibi isimleri hayatlarının en değerli varlıklarına evlatlarına vererek bu yöndeki tercihlerini gösteren insanlara gerçekten saygı duyuyorum. 
İbrahim Eyibilir

(Buraya Necati Mert ustanın konuyla ilgili bir yazısını ekliyorum. Düşüncelerimi desteklediği için değil bana düşünmeyi ilham eden değerli kalemlerden olduğu için. Bir de konuyu daha yetkin bir kalemden okuyun istedim. i.e)

HİKÂYE DE , ÖYKÜ DE Heceöykü, Sayı: 70, Ağustos-Eylül 2015

 


“Hikâye” kelimesi varken “öykü” niçin çıkarılır, anlamış değilim. “Hikâye”nin anlatamadığı bir şey oldu da onu mu anlatmakta “öykü”? Tersine, “hikâye”dir kapsamı geniş olan.Türkçe Sözlük, üçü terim olmak üzere “hikâye”nin beş anlamını verir basitinden. Beş de bileşiğini gösterir: hikâye etmek, hikâye bileşik zamanı, uzun hikâye, hayat hikâyesi, yılan hikâyesi. Ki bileşiklerin de ikisi terim, kalanı adeta kalıplaşmış söz. “Öykü”de bunlar yok. “Öykü” tekanlamlıdır ve “edebiyat türü” anlamında terimdir. Ömer Seyfettin’in, Haldun Taner’in, Tomris Uyar’ın yazdıklarıdır. “Öykü” sadece bu anlamıyla “hikâye”nin yerine kullanılabilir. Onda bile her zaman değil. Örneğin “hikâye bileşik zamanı” terimdir, fakat “öykü bileşik zamanı” denilemiyor; “hikâye” ile diğer iki kelime birlikte terimdir çünkü; araya “öykü” girdiğinde birlik bozuluyor. Bozulmayabilir de. “Uzun hikâye”yi “uzun öykü” yaptığımızda anlam değişmesi olmuyor örneğin. Her ikisi de Yalnız Efe için kullanılabilir. Ama “anlatılması vakit alacak olay” anlamında “uzun öykü” kullanılabilir mi? Keza anlatılmak istenmeyen bir konuyu geçiştirmek için kullandığımız kalıp da “uzun öykü” değil “uzun hikâye”dir.
Fakat “öykü” kelimesini sevenler bugüne kadar onda oluşmamış anlamları ona yüklemeyi de pek seviyorlar. “Bu kadar da olmaz, anlattıkları hep öykü!” yahut “Ne olupbitti geldim hepsini babama öykü ettim” gibi cümlelerle karşılaşabilirsiniz, şaşırmayın! Nasıl ki “nur” kelimesini demode bulanlar da, sevdiklerinin ölümleri ardından, “Işık içinde yatsın!” diyorlar. Olmaz böyle şey! Dil ne bir şahsın, ne bir kurumun, ne de şu bu sınıfın! Devletin bile değil. Milletin. Kelimeyi o yapar, deyimi, atasözünü o bulur. Dilbilimciye, dil bilginine bile düşen, milletin diline müdahale etmek değil, milletin konuşma dilinden dilin iç dış yapısını tanı(t)mak, kurallarını çıkarmaktır. Yazar da kaynak olarak konuşma dilini bilir, tarzını oradan alır.
Sahi, “hikâye” varken neden “öykü”? Yoksa dile yerleşmiş, deyimini, tamlamasını yapmış, şarkılara girmiş, hatıra biriktirmiş kelime “hikâye” değil de “öykü” mü? İmkânsız! 1932-35 yılları dilden Arapça, Farsça kelimelerin tasfiye edildiği, gönderilenlerin yerine halk ağzından söz derlendiği, eski metinlerden kelime tarandığı yıllardır, TDK bunları karşılıklı veren kılavuz kitaplar basar, biri de Tarama Dergisi’dir, basım yılı 1934, “hikâye”yi ikame etsin için yirmi iki alternatif vardır içinde: “erteği”, “höçek”, “ötkünç”, “sürkeç”  gibi unutulmuş, ölmüş kelimeler; fakat “öykü” yoktur. Türkçe Sözlük’ün 1955’te yapılan ikinci basımında da, 1934’ten sonraki taramalarda rastlanmış olacak, “TD” notuyla “öykünmek” vardır da “öykü” yoktur. Sözlük’e 1974 baskısında girer sanırım, onun tıpkıbasımla çoğaltılmışlarında da haliyle. “Öykü”, “öykücü”, “öyküleme” girer baskıya, “öykünmek” yerindedir; “öykü” için, “ad” ve “ed(ebiyat terimi)” olduğu belirtilmiş, anlamı da sadece “Hikâye” olarak verilmiş. 1988 basımına kadar “öykü” tekanlamlı kelimelerdendir, bu baskıda “ayrıntılarıyla anlatılan olay” anlamı eklenir öykü’ye, “temel anlam” olup birinci sırada yer alır.  
Türkçe Sözlük’e öykü’nün girişi 1974’tedir ama Nurullah Ataç ilk olarak 1949 yılında kullanır. Ulus’taki 15 Ocak tarihli yazıda geçer biri: “O günlerde oyunculara bakmakla, oyunun konusunu, öyküsünü şöyle bir anlatmakla yetinirdim.” Kelime burada terim olarak değil de “sahnede olupbiten” anlamında kullanılmış galiba. Zorlanılmış bence. Keşkehikâye kullanılsaydı. Diğer cümlede “edebi tür” anlamında kullanılmış öykü, o daha doğru: “Korkunç öyküler okumayı sever misiniz?” Yaşar Nabi’nin hazırladığı Osmanlıca – Türkçe / Türkçe – Osmanlıca Kılavuz Sözlük’ün 1968’de yapılan ikinci basımı var elimde,öykü orada da yer almış.
İkilinin Cumhuriyet’teki hikâyesi böyle. Öncesinde farklı mı sanki! “Hikâye” 1400 yılında giriyor dile, sülasisi HKY, kök anlamı “anlatma, anlatı”. Peki “öykü”? Onun yazılı kaynaklarda ilk yer alışı 1935’te. “Dil Devrimi” yıllarında Denizli ağzından derlenip “hikâye, kıssa” anlamıyla genel dile aktarılıyor. Eski Türkçede “ötgünç” diye bir kelime var “taklit” anlamında, “öykü” bu kökle ilgili olabilir mi? Mümkün. “Öykünmek” fiili de günümüzde “özenmek, taklit etmek” anlamlarıyla kullanılmakta çünkü –bu paragrafın içeriği bütünüyle Nişanyan’dan.
Görülmekte ki “hikâye” kıdemli. İtibarlı. Okura, yazara hiç problem çıkarmamış. Kullanılışlı. Üç heceli kelimeler hele bir de heceleri açık kapalı dengesinde sıralıysalar sesçe de güzel oluyorlar –“hikâye” onlardan. İyi de mutlu evliliğimiz sürmekte iken “hikâye”nin üstüne “öykü”yü kuma getirir gibi getirmek niye? Meselenin püf noktası işte burası.
Dil Devrimi dedikleri, aslında dil planlamasıdır; sözlük, dilbilgisi, yazım gibi doğrudan kendisi için planlanacağı gibi toplum için de planlanır dil ki dil politikası ile anlatılan da budur: bir çeşit dil mühendisliği. Dilin ne adına politika edildiğine gelince: Cumhuriyetçağdaş ve laik bir toplum/millet –kısaca ulusdevlet-yaratma projesidir.  Osmanlı değerlerini hedef alır bu yüzden. Osmanlıyla iç içe geçmiş olan İslam vardır gelenekte;laisizm ve Türklük fikriyle işlenmiş milliyetçilik de Cumhuriyet’in silahıdır. Laisizmin başarısı için Osmanlı hatta İslam öncesi Türk ve Anadolu tarihlerinin öne çıkarılması ve Osmanlıcanın tasfiye edilmesi gerekir. Bu da yeni bir “tarih” ve yeni bir “dil” anlayışı demektir. Yani Kemalist milliyetçilik. Fikri karşılıkları Türk Tarih Tezi ile Güneş-Dil Teorisi, kurumsal adlarıyla da Türk Tarih Kurumu ile Türk Dil Kurumu.
Gözden çıkarılan Arapça, Farsça kelime sayısı ile onları karşılasın diye derlenen, taranan kelime sayısı o 1934 yılında nerelere varmıştır bilir misiniz? İnanılır gibi değil: 7 bine 30 bin. Gidecekler “hikâye” gibi kıymetler, önerilenler “erteği”, “höçek”, “ötkünç”, “sürkeç” benzeri eciş bücüşler.  
Dilin kendi kelimeleri arasında anlamdaşlık olmaz; iki ayrı dilin kelimeleri arasında olur, fakat dil böylesini bile taşımakta zorlanır. Hicap duymak-utanmak, hane-ev, terbiye-eğitim Arapça ile Türkçenin kelimeleri arasındaki anlamdaşlığa örnek. Fakat dil bunları bile anlam farklılığı getirerek anlamdaşlıktan çıkarıyor, bunu da kıdemli olana genellikle soyut, mistik anlam yükleyerek yapıyor. “Hane” ile “ev” bir başlarına iken –evet- anlamdaşlar; ama cümlede olmayabilirler: “Bir ev aldım” der gibi “Bir hane aldım” diyemiyorsak bundan.
“Hikâye” ile “öykü”nün anlamdaşlıkları da böyle. Yenişememişler. İkisi de ayakta. İkisi de kullanılıyor. Peki, aralarında anlam ayrışması var mı? Hiç yok. Böyle diyorum ya, dili kelime zannedenlerin de efsane yaratır gibi “öykü”ye cazibe üstüne cazibe yüklediklerini bilmiyor değilim.
“Hikâye” Doğulu imiş. Sözlü geleneğe dayanırmış. Anlatırmış “hikâyeci”. Olay anlatırmış. Hamaset, din, kahramanlık ve aşk öyküleri meddahın ağzından dile nasıl kelime kelime geliyor, ak kâğıda aktarılırken de yine öyle kelime kelime geçiyorsa, küresel çağın hikâyelerini de bu eski dille anlatırmış “hikâyeci”. Sıralı sıralı. “Hikâye” buymuş, bu tarzı benimseyip kullanan da “hikâyeci” imiş.
Ya öykü? Bikere Batılıymış. Yazılı gelenekten gelirmiş. Anlatmazmış “öykücü”; yazar, yazar, yazarmış. Da ne anlattığı sorulduğunda, öyküsünü sesle okumak olurmuş cevabı. Olay değilmiş, özete gelir bir şey değilmiş yazdıkları çünkü. “Öykü” buymuş, “öykücü” tasvir, tahlil, belge, anlam, ders, ibretlik gibi yükler için değil sadece öykü için yazar ve öyküyü asla araçsallaştırmazmış.
Bunlar güzel hikâyeler. Ne ki inandırıcılığı yok. O kadar ki dediklerine kendileri bile inanmamalılar. Ömer Seyfettin “hikâye” anlatıyor, Sait Faik öykü yazıyormuş.  Ama Sait’in kendisi bilmiyor öykü yazdığını. Öykü değil “Hikâye Peşinde” koşmaktadır o. Tamam, Ömer Seyfettin klasiktir. Evet, anlatır. Edebiyat, anlatır çünkü. Sait Faik’inki çok farklı elbette. Sait Faik, hissettirir. İmada bulunur. Dolaylı söyler. O da böyle anlatır. Bu benzemezlikten dolayı mı “öykü” imiş onun yazdıkları? İyi de Esendal’ınki de farklı, Tanpınar’inki de… Onların her birine öyleyse hikâyeden,  öyküden başka bir ad vermek lazım. Fakat hangi sanat, fakat hangi tür durduğu ilk yerde hâlâ? Fotoğrafın icadıyla resim değişti, sinemayla da roman; ama değişimden sonrakilerin adı yine resim, yine roman. Süreklilik niçin esirgenir “hikâye”den?
Anlamdaşlığın bozulması için diyeceğim ama ısmarlama olmaz ki o. Milletçe paylaşılmadıkça “jargon” olarak kalır. Yeni bir sanat, yeni bir tür doğuyor da ben de Sait Faik gibi farkında mı değilim acaba? Bildiğim, büyük toplumsal, yapısal değişimler ve dönüşümler şart bunun için de. Rönesans’tan önce günlük yok örneğin. Dram yok,deneme yok, roman yok. Ama Rönesans’ın sacayağında düşünce var, gerçeklik var, bireyvar. Yani yeni bir tür için gerekli olan her şey. “Öykü” böyle ortamda mı doğdu? Hayır!
“Öykü”de ısrar o zaman niye? Zannım o ki Cumhuriyet projesinin altı ilkeli Kemalist milliyetçilik olduğunun farkında değil kimileri, belki biliyorlar da satışlarını ilericilik, solculuk, sosyalistlik üzerinden yapıyorlar.
Kelime milliyetçiliğinin Dil Güvenlik Kurulu üyesi müfettişleri vardır, yazıyı okuduklarında, “Dilsel gericiliğiniz biliniyor” diyecek ve soracaklar: “Kapsam, ad, sözlük, kaynak, çağdaş, kurum, anlam, ısmarlamak… projesel sözcüklerse siz niye kullanıyorsunuz?”
Cevabı gayet zor!
Kelimelerle benim alıp veremediğim yok; onların dünyaya getirilişleriyle dertliyim ben, ama helalzade değiller diye düşmanı da olamam kelimenin. O kadar ki kızım olsaydı adını “Öykü” de koyabilirdim.

18 Ağustos 2015 Salı

FOTOĞRAF HİKAYELERİ 3
"yâ hû!"


Bu meshepsiz, sünnetsiz mankurt sürüsü bizi bir felakete sürüklemeden bir şeyler yapmalı. Yeniden bu medeniyetin kodlarına dönülmeli; yeniden Yunus, Mevlana, yeniden Karacaoğlan, Emrah sedire gelmeli. Uydurulmuş dine saldırdığını sanarak bir sapkınlığı bir fitneyi yayan bu zihniyet durdurulmalı...
ibrahim Eyibilir

FOTOĞRAF HİKAYELERİ 2;
bozkır







Bozkır, ne zaman kızıl kırmızı bir yangın yerine dönse turncu  hüzzam başlar içimde. Anızları çıtırdata çıtırdata yaklaşan bir çocuğun ayak sesleri fotoğrafta görülmeyen, sahibince duyulan...
İbrahim Eyibilir

16 Ağustos 2015 Pazar

FOTOĞRAF HİKAYELERİ 1
mavi çaydanlık,
 Eşya yaşanmışlıkla imgeye dönüyor bence. Bazıları için sıradan, porselen bir çaydanlık; benim kuşağımın çocukluğunda geven dikeninde çay pişirilen bir çoban çaydanlığı ilk akla gelen. En unutulmayanı ise çaya sinen bitmez muhabbet, her bardakta çoğalan samimiyet.
Dağ başında geven dikeninde pişen çay, ovaya inince post modern zamanlara uyuyor. Köhne bir kasa, otantik olmaya çalışan bir tüp, mor şekerlik, herkes kendi havasında. Yorgunluk dindiren bir molada sessiz sevinç...

Sosyal medyada fotoğrafları "evden" notuyla yayınlıyorum. benim için "ev" içinden çocukluğun geçtiği yerdir.

 Düzenleyicilerle fotoğrafları iyileştirmek mümkün...
5 mp bir cep telefonu kamerasıyla çekildi.
Bundan sonrasında bu tür teknik bilgiler yazmayacağım. Fotoğrafın fotoğraf makinesiyle çekildiğini düşünmüyorum. Fotoğrafla ilgili düşüncelerimi bundan sonraki hikayelere ekleyeceğim. 
İbrahim Eyibilir 

3 Temmuz 2015 Cuma

İBRAHİM EYİBİLİR (Eğitimci - Yazar) ( Ayşe Bağca sordu; bir şeyler söylemeye çalıştım, ilginize...)
Kabul etmem gerekir ki tehlikeli bir soru. Öldürür demek evliliği yazıya engel gösterecek bir cevap. Oysa evliliğin yazıyı şiiri öldürdüğü durumlar olduğu gibi tam tersi verimliliği artırdığı da bir gerçektir. Öyleyse bu sorunun şeklini değiştirerek bakmak faydalı olabilir. Yazıyı ne etkiler ya da nasıl yazarsınız? Bu soruya da yazan kişi kadar farklı cevap almak mümkün. Sorunu tehlikeli olan bölümünü bu şekilde çevirdikten sonra yazının bendeki karşılığı ve etkileyenlerini nelerdir? Şöyle cevaplayabilirim; yazı, öncelikle hayatın ortasında olmak isteyen rakip kabul etmeyen bir tutku. Gerçek yazar, (buna profesyonel yazar da denebilir) yazıyla hayatını kazanan kişi demektir. Bu anlamda kendimi amatör bir yazar olarak gördüğümü belirtmeliyim. Maişetimi temin için yazı yazmıyorum.
Yazıya geri dönersek, ben en çok “sancı” kelimesini kullanmayı tercih ediyorum. O sancı ne kadar ağır ne kadar güçlü ise ortaya bir şeyler koymanız da o kadar mümkün. Bu tanımsız acıyı çağrıştırdığı için tercih ettiğim sancı kelimesi bazılarınca ilham diye de adlandırılabilir. Ürkek bir serçeye benzer, pır diye uçuvermek için bahane arar. Başta söylediğim gibi nasıl yazarsızınızın cevabı buralarda saklanıyor. O serçeyi ürküten bazen bir eş, bazen bir çocuk olabileceği gibi sessizliği bozan bir araba kornası, gece biten sigara… Bilirsin ki bunların hepsi o sancının kıvrandırmasıdır.
Yazıyı ne öldürür o zaman? Yazı bir ateş denizi o denizi mumdan gemilerle geçmeyi göze almak gerekir. Sesini saldığın uçurumların yankısız olmasını kabullenmek belki… Sessiz, sükût suretinde suikastlarla rüyalarının öldürülmesini göze almak gerekir. Heybene bu azıkları almadan yola çıkmamak, çıktığın yoldan dönmemek gerekir. Tüm bunlarda en küçük tereddüt yoğurdun akmaya kerametin bitmeye başladığı yazının öldüğü yerdir.
Yazı bir yangın yeridir diye devam edecektim fark ettim ki kınadığım ahkâm kesmelere, ukalalıklara başlamışım. Yazı; kanamalı bir yaradır, sargısı kalem, kelam olan vesselam.

1 Temmuz 2015 Çarşamba

Zâlim yine bir zulme giriftâr olur âhir
 Elbet olur ev yıkanın hânesi vîrân
Ziyâ Paşa

30 Haziran 2015 Salı

(yediiklim temmuz sayısında yer alan hatıradan bir bölüm ilginize) 
İÇİNDEN ÇOCUKLUĞUMUN GEÇTİĞİ DERGİLER

Bozkır; içinde tenha bir anlam gezdirir benim için. Sürgün için her şeyin ücrasında bir köy; sağ’a sol’a savrulmuş ergen öfkelerin mecburi sığınağı. Jules Verne tanıdığım ilk yazardı. Penceresinin önünden ayrılmamıştım. Beni bakkala göndersin, evden ekmek-katmer istesin, bir şeklide eve gireyim masada duran kitaplara öyle mahzun bakayım, o kitaplardan birini bana nasıl olsa verirdi. Verdi de. “Deniz Altında Yirmi Bin Fersah” bir nefeste içer gibi okudum. Kitabı geri götürürken yanına köy yumurtası, peynir bir de katmer ekledim. Bunun böyle süreceğini düşünmüştüm. Yanılmışım. Mandalina bile ancak hastası olan eve siparişle gelirdi köyümüze, bir gün sınıfımıza muz geldi. O muzla beraber bize yedirmeye çalıştığı kini fark etmemiştim. Lise yıllarımda okuduğum köy romanlarında sanki hayal bir kişilik gibi anlatılan karakteri bir gerçek olarak yaşamıştım. “ Evet, çocuklar şimdi Allah’tan üzüm isteyin bakalım… Pekii,  şimdi de benden isteyin!” Artık pencere önüne gitmedim. Ama o bendeki açlığı görmüştü. Gökyüzüne dokunmak için tepeye çıktığımı ama hoplamama rağmen dokunamadığımı anlattığımda ne gülmüştü… Aynı günün akşamı istersem beni kardeşiyle okutabileceğini söylemişti. Korktum. Kuran kursuna sığındım. Camii bahçesine girecek kadar peşimden gelse de sonra vazgeçti. Bir daha görmedim. Benim de çocuk dergileriyle tanışmam orada başladı.

 FOTOĞRAF HİKAYESİ 35 (yedi iklimde ve bir ortak kitap çalışmasında yayınlanan yazı i.e) 1984’TE ZORBA VE DİL             Bin dokuz yüz do...