AYNA VE KASABA ESNAFI'NA DAİR...
Teyzemin Radyosu'nu hazırlarken nereye koyduğumu bir türlü bulamadığım, ince bir sızı olarak içimde kalan bir hikayenin hikayesi bu; iki binli yıllarda İlk görev yerim olan Şarköy'de yazdığım bu hikaye, kitaba girebilirdi. Diğer hikayelerle de bir bütünlük oluştururdu. Olmadı. Kitap yayınlandıktan sonra eski defterleri karıştırırken karşıma çıktı. Neredeyse on beş yıldan fazla olmuş yazalı, güne, gündeme dair ilginç ön görüleri olmuş. Feraset kelimesi buraya daha uyan bir kelime sanırım. Bu gün zirveye çıkan yozlaşmanın o günden görülmesi kayda değerdi benim için. Bi dergiye gönderdim sanırım onlar için kayda değmedi, hikaye yayınlanmadı. Her hitabın bir kaderi vardır sözünü bu hikaye için de uyarlayabiliriz o zaman, "her hikayenin de bir kaderi vardır. Takip eden dostlar bilir; bloggta ya da herhangi bir sosyal medyada tam bir hikaye yayınlamadım şimdiye kadar. Yayınlandığı dergiye referans olmak amacıyla bilgilendirici paragraf sunarım ya da yayınlayan site dergi vb. link vermişse oraya yönlendiririm. Bu yönüyle bir ilk olarak yayınlanmamış bir hikayeyi burada yayınlıyorum. İlginize...
AYNA
VE KASABA ESNAFI
Sana
bakınca akıyor, tüm esrik yanlarım bir akşamüstü hüznüne doğru. Kendimde
gezmelere çıkıyorum sana bakınca. Kendimde kendi hâlimi görünce, kendimi ne
kadar bıraktığımı fark ettim. Her yer darmadağınık. Loş bir odaya dalan gün
ışığına, sessiz danslarının ortasında yakalanan utangaç zerrecikler gibi mekânı
dolduran umut, göze çarpıyor. Yazarken buraya düşen, yürekten süzülen birkaç
sürgün beyit, türkü, naif bir gül yaprağına sığınmış şiir… Niye bir tanesini
tam öğrenmedin diye kendime sitem ettim. Hani biraz daha derli toplu olsan,
daha iyi olmaz mı? Bak, yarım kalmış hayalleri buraya koyma! Şuradakiler
söyleyemediklerin olmalı. Bunlar ilginç; yazmayı hayal ettiklerin. Çoğunu sen
de unuttun. Durdukça güzelleşeceğini sanıp unuttuğun, sancı nöbetlerin. Hımm,
dostlukların köşesini böyle vefa kokulu, tertemiz tutman güzel. Dur biraz bu
kadar hızlı düşünme. Şu utangaç zerreciklerle kaplı, yazmayı hayal ettiğine
bakalım. “Hiçbir şey göründüğü gibi değildir.” Üst yazısıyla başlayan “kasaba
esnafı” hikâye olacak galiba…
/Ne
diyeceğini bilemeyen adamın şaşkınlığı, ellerinin hareketlenmesine vurmuşken,
karşısındakinin cep telefonun çalmasıyla rahatladı. Levent Bey, konuşmasını
tamamlamak üzereyken o da neler söyleyeceğini, konuyu nasıl açacağını
toparlamaya çalıştı. Yaa Levent Abi sen beni tanıyorsun. Suna… Yok, yok böyle
pat diye olmazdı. Abi biliyorsun işimi kurdum. Allah’a şükür, kazancım da fena
değil. Eh za…/
Sana
bakınca çelişkilerim yüzüme yansıyor, aynaya yansıyan yüzüm gibi. Ruhum
burkuluyor, gözlerinde düştüğüm ateş içinde. Kendimin ortasında kalınca;
bedenimin uzak diyarları yar etmesine aldırmayıp, içimin içine düşüyorum. Böyle
içimi dışa çeviriyor olman, beni ne denli acınası yapıyor farkında mısın,
bilmiyorum? Derin dehlizlerimin hüzzam kapısı sende açılıyor. Kısmet işte… İkindi
bir sükût olup turuncu sahilde gezinirken, tutup gözlerinle ruhumu
gezdiriyorsun bana. İçinden incinmiş kuşlar geçen tablolarla dolu bir
koridordan geçer gibi hayatımın geçip giden bölümlerini seyrediyorum.
/Umut
veren her hareket mutluluğunu çoğaltıyordu. Arada bir babasının iş yerinin
önünden geçerken orada olabilir umuyla attığı utangaç bakışları, bazen bir gül
kıvrımında tebessüm olurdu. Martılar umut olup ufku doldurdu. Belli ki o da
kendisine duyulan ilgiden haberdardı. Yutkundu.
-Levent
Abi, yengem uygun bir zaman ve yer için bilgi alsa da görüştürülsek ne dersin,
sence uygun olur mu?
-yaa
ben de görüşüyorum Suna’yla. Alış-veriş de yapıyorum. Gayet hanım kız. Olur
gibi geliyor bana. Yarın sen beni ara, sana bilgi veririm, olur mu?
-Tamam,
Levent Abi çok sağ ol…/
Kendim,
kendimin halini görmekten korktuğu için senli aynalarda arıyor resmini
kendinin. Yazma ya da yemeni bu anılar mahzeninde ne kadar yaban duruyor.
Yıllandıkça güzelleşen dostluklar gibi işlenen işlemesi ne güzel! Yazmanın
ortasında bir portre…
/Yeni
gelecek mallar için liste yaptı. Yokluğunda yerine yeğeni bakardı. Tabureyi
kapıya çapraz koydu. Bu oturuş, televizyonun karşısı olduğu gibi yoldan gelip
geçeni görecek bir açıydı. Üzerine giydiği siyah dar kazağın kıvrımları kırmızı
bir hırkayla gizemli bir çekiciliğe dönüştürülmüştü. Altındaki mavi puanlı etek
ayakta iken bir saygınlık uyandırsa da oturunca vücuda yapışan deri oluyordu.
Siyah yarım çerçeve gözlüğün arkasında mavi farla gözlerinin hareketleri daha
belirgin bir hale gelmişti. Çeşitli yerlerinden iğneyle tutturulmuş çene
kıvrımına kadar getirilmiş başörtüsü, lacivert tonlardan oluşan bir süslemeye
sahipti. Bacak bacak üstüne attı. Kollarını önde birleştirince, bilezik, künye
benzeri takılar mağrur bir şakırtıyla bileğine doğru aktı. Bir elinde cep
telefonu diğer elinde kumanda, kanal gezmeye başladı. Her gün on beş otuzda
buradan geçerdi Salih. Dün, babasının dükkânın boş bi zamanında Levent Bey’le
gelmişti. Önceden haberli olmaları alışıldık konuşmaları çabuklaştırdı.
Düşünmek için zaman istemişti. Kırmızı hırkanın göğüs hizasındaki düğmesini
kapattı. Acaba öncesini sorup yargılar mıydı? Bu erkek milletinin hiç birine
güvenmiyordu. Annesinin ölümünden önceki hayatını düşündü. Değişmeden,
dönüşmeden önce bana gösterilen ilgi, geçmişimi yargılamama, kocam olmayı
düşünen kişi tarafından da hoş karşılanır mı? Ya da bu günkü halimi kabul edip
geçmişimi sormaz mı? Talat’tan haberi olacaktır mutlaka. Başörtü sebebiyle
bittiğini söylediğimde ne sorar acaba? Peygamberin bile insanların İslam’dan
önceki hayatını yargılamadığını söylerim. Bir dini seçmekle aile kurmak arasında
bocalayıp bunu namus meselesi yapar mı?/
Sana
bakınca, alevden bir kelebek konup göçüyor yüreğimin ormanlarına. Ben anlayamam
bir tebessümün başkalarına sunulmasını. Bana çok garip bakıyor olman kıskançlık
adlı burguyu çıkarmıyor bu yaradan. Burgu değil hazdan sebeplerimi beslediğini
söylesem de aynada niye sen yoksun? Yoksa aynada aradığım sen, bulduğum ben
miyim? Çerçevelere konmuş hayallere resmini koyuyorum. Uymuyor…
İbrahim
EYİBİLİR
(fotoğraf; bahçeden, dağılgan civarı)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder