İÇİNDEN ÇOCUKLUĞUMUN GEÇTİĞİ DERGİLER
Bozkır; içinde tenha bir anlam gezdirir benim için.
Sürgün için her şeyin ücrasında bir köy; sağ’a sol’a savrulmuş ergen öfkelerin
mecburi sığınağı. Jules Verne tanıdığım ilk yazardı. Penceresinin önünden
ayrılmamıştım. Beni bakkala göndersin, evden ekmek-katmer istesin, bir şeklide
eve gireyim masada duran kitaplara öyle mahzun bakayım, o kitaplardan birini
bana nasıl olsa verirdi. Verdi de. “Deniz Altında Yirmi Bin Fersah” bir nefeste
içer gibi okudum. Kitabı geri götürürken yanına köy yumurtası, peynir bir de
katmer ekledim. Bunun böyle süreceğini düşünmüştüm. Yanılmışım. Mandalina bile
ancak hastası olan eve siparişle gelirdi köyümüze, bir gün sınıfımıza muz
geldi. O muzla beraber bize yedirmeye çalıştığı kini fark etmemiştim. Lise
yıllarımda okuduğum köy romanlarında sanki hayal bir kişilik gibi anlatılan
karakteri bir gerçek olarak yaşamıştım. “ Evet, çocuklar şimdi Allah’tan üzüm
isteyin bakalım… Pekii, şimdi de benden
isteyin!” Artık pencere önüne gitmedim. Ama o bendeki açlığı görmüştü.
Gökyüzüne dokunmak için tepeye çıktığımı ama hoplamama rağmen dokunamadığımı
anlattığımda ne gülmüştü… Aynı günün akşamı istersem beni kardeşiyle
okutabileceğini söylemişti. Korktum. Kuran kursuna sığındım. Camii bahçesine
girecek kadar peşimden gelse de sonra vazgeçti. Bir daha görmedim. Benim de
çocuk dergileriyle tanışmam orada başladı.
Kuran
kursu sadece kuran okumayı öğrendiğim bir yer değildi. İlk kez köyden çıkmış,
kitaplardaki kahramanların yaşadığı bir şehre gelmiştim. Kuran, siyer ve ilgili
ders kitapları yetmiyordu. O yüzden sanırım, sayfa kenarlarındaki boşluklar hep
karalama ve çizgi karakter denemeleriyle doluydu. İlk ayın sonunda Diyanet
Çocuk Dergisi geldi. Bu bir nefes olmuştu. Çizgi romanlardan başlıyordum ilkin
sonra boyama, bulmaca derken yazılara geliyordu sıra. Ahmet Efe, o yıllardan
ben de kalan isim; şiir ve hikâyeleri yayınlanırdı. Birkaç ay idare etti böyle.
Şimdi yeni ve farklı şeyler aramaya başlamıştım. İkili sıra halinde merkez
câmiye cuma namazına giderdik. Sela ile ezan arasındaki yarım saatlik boşlukta
yeni ve farklı şeyler arayışıma bir çare buldum. Bu çare aslında benim "
yasak " okumalarımın ilkiydi. Caminin avlusundan görünen gazete bayine
gidip kaşla göz arasında çocuk dergisi alma planı yaptım. O zamanın önemli
gazetelerinden Tercüman Gazetesinin çıkardığı Tercüman Çocuk Dergisi ikinci
dergim oldu. Ama kursta diyanetten farklı bir şey okumak yasaktı. Bayiden
aldığım dergiyi alel acele gömleğin içine koyup düğmeler kapatılır, hemen cuma
namazına koşulurdu. Bu ayaküstü zuladan başka kursta da kimseye göstermeden
okumalı ve yeni bir zula bulmalıydım. Buldum da; yattığım ranza ile döşeğin
arası yasaklarıma zula oldu. Çizgi romanların üzerimde etkisi büyüktü. Fıtrat
nedir sorusundan çok önce cevabı yaşamak varmış, buna nasip de denebilir.
Tarzan gibi çizgi filmler de aklımdan çıkmazken fıtratımı titreten o çizgi
filmi unutamıyorum. Evrim Teorisini bir kanun gibi anlatan, denizde başlayıp,
balık, maymun derken insana dönüşen hikâye... İkinci dergiyle maceram bu
sebepten kısa sürdü. Hevesle açtığım ikinci sayfasında o maymunu ve teorisini
gördüm. Bir şey bildiğimden değil herkese bahşedilen o fıtratın sesinden
bıraktım ikinciyi. Yerine bir şey koymalıydım. Sela ile ezan arası yeni keşfim
Örümcek Adam oldu. Ranza döşek arası zulam hepten kabarmıştı artık. Ders
kitaplarının kenarları tuhaf tipler ve desenlerle dolmaya devam etti. Hatta
sıranın üzerine taştığı da oluyordu. Her hafta cuma namazı yeni bir keşfim
oluyordu. Üçüncü dergim, Türkiye Çocuk Dergisi oldu. Bu diğer ikisine göre
bende etkisi daha büyük olan bir dergi. Gürbüz Azak ismi ve çizgisi daha dün
gibi aklımda, "bora" ve " feza" kelimeleri o dergiden girdi
sözlüğüme.
Önce
kuran okumayı öğrenip sonra da hafız olmam düşünülüyordu. Bunca yasak ve kaçak
okumanın arasında hafızlık güzelliği de gitmişti tabii… İkinci yılın sonunda
köyüme dönerken yatağın altından çuval dolusu dergi, çizgi roman çıktı.
İmam-Hatip Lisesine gidecektim şimdi ve gene yatılı olacaktım. Kaldığım yurdun
kütüphanesi vardı. Köyümde pencerenin önünde bekleyip kitap alan mahzun
bakışlarım burada da kütüphane sorumluluğunu almıştı. Hidayet romanları, tarihi romanlar kapımı tıklatsa da aklım o bayideki çocuk
dergilerindeydi. Sınıftaki arkadaşlarımdan iki yaş büyük olmam beni yalnızlığa
ve kitaplara itiyordu. Kaldığım yurttaki ağabeylerim okuldaki hocalarım
hepsinin bir listesi ve yasakları vardı, benim de yasak dedikleri ne varsa
saklayacak bir zulam… Can Kardeş çocukluğumla ergenliğim arasında son dergiydi
diyebilirim. Niyazi Birinci (Yavuz Bahadıroğlu) her hafta ne güzel hikâyeler
yazardı. Bazen derginin kapanmaması için içli yazılar yazardı. İnanırdım, ağlayacak
gibi olurdum, çocukluk işte… Bir süre temsilciliğini de yaptığım bu dergi bir
okuldu aynı zamanda. İçinde okurlardan gelen ürünlere yer verirdi. Çizmek için
çini mürekkebi gerekliymiş ama benim okuduğum kasabanın tek kırtasiyesinde
yoktu. Yine kitap kenarlarına çizmeye devam ettim. İbrahim Özdabak’ın Özal
karikatürlerinden birinin taklidini çizdiğim Arapça kitabını gören Sıddık
Hoca’nın çizgi üzerine verdiği kısa vaaz ile çizerlik maceram başlamadan bitti.
O yıllarda o okulda başlayıp günümüze gelen önemli iki çizer var; biri Demirhan
Kadıoğlu diğeri Dağıstan Çetinkaya. Aradan yıllar geçip aile babası olup ekran
karşısında Formula yarışı seyrederken buluyorum kendimi. “Demir Maske” adlı bir
çizgi serisi vardı Can Kardeş’in; yüzünü bir yarışta kaybeden o yüzden maske
takan araba yarışçısının maceraları. Formula yarışları şifreli oldu da bıraktım
izlemeyi.
Şimdi hangi gazete bayisinin önünden geçsem gözüm çocuk
dergilerine takılıyor. Kızlarıma her ay birkaç tane farklı dergi almaya
çalışıyorum. Benim çocukluğuma göre daha iyi imkânları sahip olduklarını
düşündüğüm günümüz çocuk dergilerinde eksik bir şeyler var sanki. İçlerinde
mutlaka iyi ve samimi niyetlerin ürünü olanlar var ancak bir plastik kokusu,
bir pazarlama, eline bir oyuncak tutuşturma telaşı, iyi ve samimileri de
gölgeliyor. Çocuklar için bir şeyler yapmayı ideolojisinin ya da imanının
gereği olarak yapanlarla günümüz “piyasasına” ürün sunanlar arasındaki fark
–buna uçurum demek daha doğru sanırım- o kadar büyük ki…
İbrahim Eyibilir
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder