25 Mayıs 2015 Pazartesi


İÇİNDEN ÇOCUKLUĞUMUN GEÇTİĞİ DERGİLER
Bozkır; içinde tenha bir anlam gezdirir benim için. Sürgün için her şeyin ücrasında bir köy; sağ’a sol’a savrulmuş ergen öfkelerin mecburi sığınağı. Jules Verne tanıdığım ilk yazardı. Penceresinin önünden ayrılmamıştım. Beni bakkala göndersin, evden ekmek-katmer istesin, bir şeklide eve gireyim masada duran kitaplara öyle mahzun bakayım, o kitaplardan birini bana nasıl olsa verirdi. Verdi de. “Deniz Altında Yirmi Bin Fersah” bir nefeste içer gibi okudum. Kitabı geri götürürken yanına köy yumurtası, peynir bir de katmer ekledim. Bunun böyle süreceğini düşünmüştüm. Yanılmışım. Mandalina bile ancak hastası olan eve siparişle gelirdi köyümüze, bir gün sınıfımıza muz geldi. O muzla beraber bize yedirmeye çalıştığı kini fark etmemiştim. Lise yıllarımda okuduğum köy romanlarında sanki hayal bir kişilik gibi anlatılan karakteri bir gerçek olarak yaşamıştım. “ Evet, çocuklar şimdi Allah’tan üzüm isteyin bakalım… Pekii,  şimdi de benden isteyin!” Artık pencere önüne gitmedim. Ama o bendeki açlığı görmüştü. Gökyüzüne dokunmak için tepeye çıktığımı ama hoplamama rağmen dokunamadığımı anlattığımda ne gülmüştü… Aynı günün akşamı istersem beni kardeşiyle okutabileceğini söylemişti. Korktum. Kuran kursuna sığındım. Camii bahçesine girecek kadar peşimden gelse de sonra vazgeçti. Bir daha görmedim. Benim de çocuk dergileriyle tanışmam orada başladı.
Kuran kursu sadece kuran okumayı öğrendiğim bir yer değildi. İlk kez köyden çıkmış, kitaplardaki kahramanların yaşadığı bir şehre gelmiştim. Kuran, siyer ve ilgili ders kitapları yetmiyordu. O yüzden sanırım, sayfa kenarlarındaki boşluklar hep karalama ve çizgi karakter denemeleriyle doluydu. İlk ayın sonunda Diyanet Çocuk Dergisi geldi. Bu bir nefes olmuştu. Çizgi romanlardan başlıyordum ilkin sonra boyama, bulmaca derken yazılara geliyordu sıra. Ahmet Efe, o yıllardan ben de kalan isim; şiir ve hikâyeleri yayınlanırdı. Birkaç ay idare etti böyle. Şimdi yeni ve farklı şeyler aramaya başlamıştım. İkili sıra halinde merkez câmiye cuma namazına giderdik. Sela ile ezan arasındaki yarım saatlik boşlukta yeni ve farklı şeyler arayışıma bir çare buldum. Bu çare aslında benim " yasak " okumalarımın ilkiydi. Caminin avlusundan görünen gazete bayine gidip kaşla göz arasında çocuk dergisi alma planı yaptım. O zamanın önemli gazetelerinden Tercüman Gazetesinin çıkardığı Tercüman Çocuk Dergisi ikinci dergim oldu. Ama kursta diyanetten farklı bir şey okumak yasaktı. Bayiden aldığım dergiyi alel acele gömleğin içine koyup düğmeler kapatılır, hemen cuma namazına koşulurdu. Bu ayaküstü zuladan başka kursta da kimseye göstermeden okumalı ve yeni bir zula bulmalıydım. Buldum da; yattığım ranza ile döşeğin arası yasaklarıma zula oldu. Çizgi romanların üzerimde etkisi büyüktü. Fıtrat nedir sorusundan çok önce cevabı yaşamak varmış, buna nasip de denebilir. Tarzan gibi çizgi filmler de aklımdan çıkmazken fıtratımı titreten o çizgi filmi unutamıyorum. Evrim Teorisini bir kanun gibi anlatan, denizde başlayıp, balık, maymun derken insana dönüşen hikâye... İkinci dergiyle maceram bu sebepten kısa sürdü. Hevesle açtığım ikinci sayfasında o maymunu ve teorisini gördüm. Bir şey bildiğimden değil herkese bahşedilen o fıtratın sesinden bıraktım ikinciyi. Yerine bir şey koymalıydım. Sela ile ezan arası yeni keşfim Örümcek Adam oldu. Ranza döşek arası zulam hepten kabarmıştı artık. Ders kitaplarının kenarları tuhaf tipler ve desenlerle dolmaya devam etti. Hatta sıranın üzerine taştığı da oluyordu. Her hafta cuma namazı yeni bir keşfim oluyordu. Üçüncü dergim, Türkiye Çocuk Dergisi oldu. Bu diğer ikisine göre bende etkisi daha büyük olan bir dergi. Gürbüz Azak ismi ve çizgisi daha dün gibi aklımda, "bora" ve " feza" kelimeleri o dergiden girdi sözlüğüme.
Önce kuran okumayı öğrenip sonra da hafız olmam düşünülüyordu. Bunca yasak ve kaçak okumanın arasında hafızlık güzelliği de gitmişti tabii… İkinci yılın sonunda köyüme dönerken yatağın altından çuval dolusu dergi, çizgi roman çıktı. İmam-Hatip Lisesine gidecektim şimdi ve gene yatılı olacaktım. Kaldığım yurdun kütüphanesi vardı. Köyümde pencerenin önünde bekleyip kitap alan mahzun bakışlarım burada da kütüphane sorumluluğunu almıştı. Hidayet romanları, tarihi romanlar kapımı tıklatsa da aklım o bayideki çocuk dergilerindeydi. Sınıftaki arkadaşlarımdan iki yaş büyük olmam beni yalnızlığa ve kitaplara itiyordu. Kaldığım yurttaki ağabeylerim okuldaki hocalarım hepsinin bir listesi ve yasakları vardı, benim de yasak dedikleri ne varsa saklayacak bir zulam… Can Kardeş çocukluğumla ergenliğim arasında son dergiydi diyebilirim. Niyazi Birinci (Yavuz Bahadıroğlu) her hafta ne güzel hikâyeler yazardı. Bazen derginin kapanmaması için içli yazılar yazardı. İnanırdım, ağlayacak gibi olurdum, çocukluk işte… Bir süre temsilciliğini de yaptığım bu dergi bir okuldu aynı zamanda. İçinde okurlardan gelen ürünlere yer verirdi. Çizmek için çini mürekkebi gerekliymiş ama benim okuduğum kasabanın tek kırtasiyesinde yoktu. Yine kitap kenarlarına çizmeye devam ettim. İbrahim Özdabak’ın Özal karikatürlerinden birinin taklidini çizdiğim Arapça kitabını gören Sıddık Hoca’nın çizgi üzerine verdiği kısa vaaz ile çizerlik maceram başlamadan bitti. O yıllarda o okulda başlayıp günümüze gelen önemli iki çizer var; biri Demirhan Kadıoğlu diğeri Dağıstan Çetinkaya. Aradan yıllar geçip aile babası olup ekran karşısında Formula yarışı seyrederken buluyorum kendimi. “Demir Maske” adlı bir çizgi serisi vardı Can Kardeş’in; yüzünü bir yarışta kaybeden o yüzden maske takan araba yarışçısının maceraları. Formula yarışları şifreli oldu da bıraktım izlemeyi.
Şimdi hangi gazete bayisinin önünden geçsem gözüm çocuk dergilerine takılıyor. Kızlarıma her ay birkaç tane farklı dergi almaya çalışıyorum. Benim çocukluğuma göre daha iyi imkânları sahip olduklarını düşündüğüm günümüz çocuk dergilerinde eksik bir şeyler var sanki. İçlerinde mutlaka iyi ve samimi niyetlerin ürünü olanlar var ancak bir plastik kokusu, bir pazarlama, eline bir oyuncak tutuşturma telaşı, iyi ve samimileri de gölgeliyor. Çocuklar için bir şeyler yapmayı ideolojisinin ya da imanının gereği olarak yapanlarla günümüz “piyasasına” ürün sunanlar arasındaki fark –buna uçurum demek daha doğru sanırım- o kadar büyük ki…
İbrahim Eyibilir

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

 FOTOĞRAF HİKAYESİ 35 (yedi iklimde ve bir ortak kitap çalışmasında yayınlanan yazı i.e) 1984’TE ZORBA VE DİL             Bin dokuz yüz do...