21 Aralık 2016 Çarşamba

Fotoğraf Hikayesi 28: Adı Yaprak'tı...
İki Eylül Cuma bana ne kadar kara gelirse gelsin ortancam Ayşe'ye söyleyemedim. Verilmiş bir sözüm vardı üstüne kızım baban artık işsiz sonra alalım diyemedim. En kötü akşamımızın ürkek misafiri oldu. Kızlar ortaklaşa bir karar verip ismini Yaprak koydular. Kim derdi minnacık bir kuşun umut ve tesellinin sesi olacağını. Çenemin altına kulağımın dibine ormanı fısıldayan küçük yankı keşke uçmayı öğrenip de uçsaydın bizden. Çoluk çocuk, asker, polis onca masumun acısına zulamda sakladığım tesellim umudummuşsun... Ah ortancam ben nasıl anlatacağım şimdi sana... " duydum ki kuşun ölmüş..." diyen kutlu elçi okşasın yüreğini... Üzgünüm.
Baban... 

18 Aralık 2016 Pazar

FOTOĞRAF HİKAYESİ 27: MEVLANA


( Yedi İklim Dergisinin Eylül sayısında  Üstat Sezai Karakoç'un Mevlana kitabı hakkında bir yazım yer aldı. Şeb-i Aruz vesilesiyle yazıyı yeniden dikkatinize sunuyorum. Sahih bir okumaya vesile olur umuduyla...)

  GÜNÜN MEVLÂNASINDAN DÜNÜN MEVLÂNASINA BAKIŞ

/Mevlâna, bir islâm ereni, bir islâm önderi, bir islâm düşünürü, bir islâm şairidir. Bu en basit gerçeği bile saptırmak için nice yıl ne diller dökmediler. Fakat güneş balçıkla sıvanmaz. Hakikat ortaya çıktı. Şimdi Mevlâna, o günahkârları da: " gel, gel yine gel" diye İslâm’a çağırıyor. Mevlâna: syf.79,s.k/
            İsminden önce eseriyle tanıdık biz onu. Biz kim miyiz? Bazen doksan kuşağı bazen yetmişlerin ortası, yatılı okul ranzalarının yastık altlarında gezinen fotokopi kâğıtlarında bir şiirdi bizi ona götüren. Mona Roza diye okunan, yüreğin ucu yanık şarkılar anlaşılan kaybedenlerin, tutunamayanların sesi bir söyleyişti sanki. Sonra Taha bir kavis gördü biz göremedik mesela ya da Hızır’la Kırk Saat geçti kırk asra bedel biz hayret makamında hayran kaldık. Adını öğrendik sonra, gülle andık; Üstat Sezai Karakoç…
            Medeniyetimizi bir bütün olarak kuşatan bir bakışın dünden duyduklarını yarına seslenirken biz bu günde şahidi olmanın idrakinde yeniden anlamaya çalıştık. O bir şair; bu urba üstünde oldukça diğer eserleri, istemese de gölgede kaldı. Oysa yeri geldikçe, karanlık bastıkça, bir yıldız gibi parlayan eserler olduğunu daha iyi anlıyoruz. Bu yazıya konu olan, Üstadın inceleme serisinde yayınlanan “Mevlâna” adlı eseri. Bu seride Mehmet Akif Ersoy ve Yunus Emre incelemeleri de yer almakta. Bir sonraki yazıda kalemde mecal kalır, dağarcıktan cümle düşerse Yunus Emre adlı inceleme eserini ele almayı düşünüyoruz.
            19 Aralık 1988 ile 27 Mart 1989 tarihleri arasında Haftalık Diriliş Dergisi’nde yayınlanan yazılardan oluşan kitap 3. Baskısından sonra Ek bölüme konan dört yazıyla tamamlanmış. Eser on beş bölümden oluşmakta.
            Bu bölümlere bakacak olursak; öncelikle Mevlana Celalettin Rumi’nin ortaya çıktığı ortam edebi bir dille şöyle tespit edilmiş. “ Anadolu kadar, Doğu’yla Batı’nın kapıştığı, küfürle islâmın çarpıştığı bir başka toprak yok. İslâmın doğuşundan kısa bir süre sonra başlayan karayla akın savaşı, bu topraklarda 600-700 yıl sürdü.”  Mevlâna, umudun karardığı bir dönemde ortaya çıktı. “Maveraünnehir’i yakıp yıktıktan sonra Anadolu’ya uzandı Moğollar. Anadolu’nun kanını emdi derisini yüzdü ve iskeletini kemirdi bu akın.” O klasik söylemle ifade etmek gerekirse, taş üstünde taş, omuz üstünde baş bırakmayan bu felaketin ortasında göğermiş bir vaha Mevlâna. Moğollar taş üstünde taş olan imarı yerle bir ederken omuz üstünde baş olan İslam ahlak ve öğretisini de adeta yerle bir etmiştir. Yıkmak, her daim zalimlerin en iyi yaptığı iş olmuştur tarihin her devrinde. İnşaa etmek, kurmak, medine oluşturmak her zaman zordur. Her yeri bir harabeye dönmüş Anadolu toprağında yeniden taş üstüne taş koyacak omuz üstünde başı gönül üzre ihya edecek bir anlayış inşaa edici bir ruh gerekli idi. Bu inşaa etme yeniden kurma ve diriltme her zaman doğru anlaşılamıyor maalesef. “ Mevlâna ve arkadaşları, bu dönemde yönetimle ilişkilerini kesmemişlerdir. Onların, Moğolların egemenliğinde olan bu yöneticilerle ilişkilerini sürdürmeleri çelişkili gibi görünebilir bugün gözümüze. Hatta kendileri ruhlarıyla maddeten Avrupalıların, Amerikalıların ve Rusların işbirlikçisi olanlar, gazetelerindeki dizi yazılarda, Mevlâna’yı Moğol işbirlikçisi gibi göstermeye yeltenmişlerdir.”
                         Kitabın ilerleyen bölümlerinde mevlâna’ının bir medrese hocasından bir dervişe bir mürşide dönüşümünün nasıl olduğunu görürüz. Beşinci bölümde bu değişim, dönüşüm şöyle anlatılır. “Veli, kendi gönlünün istediğini değil, toplumun ihtiyacı olan hizmeti işleyen kişidir. Mevlâna, /biz nerde, şiir nerde/ der ve açıklar: / biz memleketimizde, yani Belh’te kalsaydık, medresede ders vermekle yetinecektik. Orada, medresede ders okutmak hizmet için yeterliydi./ Ama Anadolu’da Mevlâna, medresede ders vermekle yetinilemeyeceği görüşündedir. Medresenin dışında da yapılacak büyük görev vardır. Devlet görevlileri, hatta halk uyandırılmaya, aydınlatılmaya muhtaçtır. Ancak bu aydınlatma klasik metotla yapılamaz. Ders, medrese, vaaz ve nasihat camide etkili olur ama bunların dışında da geceli gündüzlü bir telkin ağı kurup Müslümanları Hristiyanlık ve putperestlik etkilerinden korumak gerekiyor.” Yukarıda bahsi geçen metot ilerleyen sayfalarda şöyle özetlenir. “Denebilirse, Muhyiddin-i Arabî tümden geliyor, Mevlâna ise tüme varıyor. Sohbet, toplum, halk, giderek Yaratıcı’yı arıyorlar. Kişi gönlünün tevâzuu, kendisinde değil, bir başka gönülde görmek ister tecelliyi, hakikatin tecellisini. Hakikate varışın ilk basamağı olacaktır diyalog. Bir nevi, Mevlâna, ruh diyaloğunun Eflatun’udur. Muhyiddin-i Arabî’nin bilgin katında, bir nevi tepeden inme gelen hakikatine karşılık, halkı halkalayan bir gönül gönüle söyleşidir, halktan Hâlık’a yöneliştir Mevlâna’nın, Anadolu mizacına bakarak izlediği yol.”
            Mesnevi, Divan-ı Kebir ortaya çıkmadan önce Mevlâna’da manevi bir patlama olur, adı: Şems-i Tebriz “ Şems-i Tebrizî’nin gelişi, Mevlâna’nın kendine gelişi, kendi kendini buluşudur. Gönlünün ilk silahını denediği nişan tahtasıdır. Bir yankıdır Şems-i Tebrizî. Şems-i Tebrizî ile konuşmak, Mevlâna için bir monologdur. Ayniyle Şems-i Tebrizî için de Mevlâna öyledir. İkiz ruhlardır onlar. Büyük yolculukta kader arkadaşı, kader yoldaşıdırlar. Mevlâna ve Şems-i Tebrizî, ayni ruhun iki yüzü. Bir elmanın, bir olmanın iki yarısı.”  Mevlâna ve Şems karşılaşması bir ateş tecrübesi ki hakiki cevher ateşle çıkar ortaya. Ham ruhlar dün bunu anlayamadılar Şemsi Konya’dan kovdular. Bugünün ham ruhları ise Mevlâna’yı anlamadıkları gibi onun engin bakışını ruh dünyamızdan kovmaya çalışıyorlar. Dünün hamları bugünkülerin yanında hakiki derviş kalır zira bugünün hamları hem anlamıyor hem de izandan insaftan yoksun adeta bir Moğol yıkıcılığıyla saldırıyorlar. Biliyorlar ki saldırdıkları sadece Mevlâna değil onun önünü açtığı nehrin kurutulmasıdır. Çünkü o açılan nehir üzerine bir Osmanlı ve medeniyeti inşaa edilmiştir. Sanıyorlar ki o bağı koparabilirlerse Yunus’u Hacı Bektaşi Veli’yi ve diğerlerini koparabilecekler.  
            Mevlâna’nın ilk eseri olan Mecalis-i Seb'a'dan, Divan-ı Kebir'e oradan Mesnevi'ye giden kamil insan yolculuğunu dikkatimize sunuyor Üstat. Kitabın on birinci bölümü Mevlâna ve Mevlevilik üzerine önemli bir açıklama barındırmakta. "Gel, gel, yine gel! Ne olursan ol yine gel! Burası ümitsizlik dergahı değildir. Tövbeni bin kere bozmuş olsan yine gel. Mevlâna'ya atfedilen ve islam karşıtlarınca, murat edilmeyen ve murat edilmesi mümkün olmayan bir anlama çekilen âdeta bulundukları hâl için Mevlâna'nın fetvası gibi değerlendirilmek istenen söz, şiir, bazı araştırıcılara göre. Mevlana'nın değil, daha önce gelmiş bir İran şairinindir. Öyle olsa, Mevlâna'nın da olsa fark etmez. İster olduğu gibi, ister ilavelerle alıntılanmışı olsun, ister Mevlâna tarafından söylenmiş bulunsun, O'nun yoluna ve düşüncesine uyan bir düşünceyi içermektedir bu şiir.
Mevlâna'nın tüm eserleri, bu çağrı gibi bir çağrıdır zaten. İnsanoğluna bir çağrı. Tümünü bir türkü, bir şiir, bir nutuk, bir öğüt gibi düşünmek mümkün. Bu sesleniş de, bu bütünün öz bir parçası. Makro bakışla Mevlâna'nın tüm eserinde bulunacak olan, mikro bakışla da bu çağrıda özetlenmiş olarak bulunabilir... Mevlâna, /Ne olursan ol, putperest olsan da, Hıristiyan olsan da, gel/ diyor; /olduğun yerde ve olduğun gibi kal/ demiyor. Eğer çağırdıklarını olduğu gibi  ve olduğu yerde bulunması şeklinde kabul etseydi 'gel' demezdi. Oysa 'gel!' diyor. Eğer kâfirin kâfirliğini, Hristiyan'ının hıristiyanlığını, Yahudi'nin yahudiliğini, günahkârın günahkârlığını tasvip etseydi, neden 'gel!' diye çağırsın?"
Özetle bu yazıya sebep; eskilerin tabiriyle elifi görse mertek sanacak bir güruhun adını elif koydukları varaka toplamlarında Mevlâna’nın söz ve düşüncelerine tumturaklı taklalar attırarak eserlerini yazı esnafının yağmalamasıdır. Bu ilim irfan deryasını turistik bir folklor gösterisinin parçasına dönüştüren anlayışın gerçeği perdelemesinin yanında beyin ve gönlünü iptal edip sadece beliyle düşünen ölüme bile düğüne gider gibi giden ulvi anlayışı sapkın imalarla kirletmeye hazır düşmanca bakıştır. Bu ifrat ve tefritin ortasında kuşatıcı bir bakışa ihtiyaç var. Üstat Sezai Karakoç medeniyetimizin tümüne bakışıyla da bir öncüdür. O “diriliş” diye adlandırdığı bu kuşatıcı bakışta yıkmayı değil inşaa etmeyi ve diriltmeyi amaçlar. Medeniyetin değerlerine bakışı değerlendirmesi de bu yolla olur. Baktığı yerde iyi, doğru ve güzeli ortaya çıkarmıştır hep. Yukarıda ipuçlarını verdiğimiz bu ifrat ve tefrit içerikli bakıştan öte böyle sahih bir bakışın daha faydalı olacağı düşüncesi bu yazıyı kaleme aldırdı. Elbette bu yazı ne Mevlâna’yı anlatma ne de üstadın aynı adlı eserini hakkıyla tanıtma iddiasındadır. Bir işaret, bir işaret fişeği fırlatmak okura, ilim, irfan ve hikmet denizinin eşiğine varırken doğru kılavuzu haber vermektir. Belki de en kısa özet; sahibinden ihtiyaçtandır…
İbrahim Eyibilir

24 Kasım 2016 Perşembe

Beyhude Denemeler 2: İsmet Özel
Bana göre; İsmet Özel bir uçurumdur. Günümüz Türk şiirinde kendini "İslamcı" ya da "milliyetçi" olarak adlandıran, bir çok şair(!)in içinde kaybolduğu bir uçurum. Süleyman Çobanoğlu ve bir kaç isim dışında bu uçurumda kaybolmayan şair yok gibi. Bu ismin yanına Necip Fazıl'ı da ekleyebiliriz. İki özgün ismin şiirine erişemeyen şişmiş egoların birinin "ben"ini diğerinin fiilini örnek alıyorum derken twitter, facebook vb sokak arasında beyhude çırpınışlarını izliyoruz tuhaf bir acıyla.

18 Kasım 2016 Cuma

Beyhude Denemeler 1: Yusuf
Telefonda bir dost ses; merhem olmak için yaralarını okşar yüreğinin.  Diline gelir söze düşmez, Yusuf'un edebiyatını yapıp düştüğü kuyulara düşmemek olmaz diyemezsin. Çünkü cümlenin içinden geçen kibir, tevazuya sarılmış kibir yakar dilini, kendine sayıklarsın. Bilirsin ne kardeşlerin vardır seni kuyulara atacak ne de baban kokuna tutkun Yakub... Yalnızlık bir çıra gibi ilk kez yanmıştır içinde, için ay aydın dışın zifiri karanlık. Sahibinin ancak Allah olduğunu yeniden daha inandırıcı söyler koro ritim tutar cümlelerin. O bir peygamber Mısır'dan önce gönüllere sultan kılınmış, ibreti görülsün diye zahirde Mısır'a sultan...
Ne bir gömleğin var ne de gökte yıldızlar gibi kardeşlerin, çek içine yalnızlığını... Sıradan bir hiçin hiçten hikayesini kim ne yapsın? İlk akşamdan sönüp gidecek bir ışık değil mi yaktığın? Beyhude bir şarkı çalar şimdi bozkırda, mevsim sonbahar...

26 Ekim 2016 Çarşamba

FOTOĞRAF HİKAYESİ 26: TESBİH
"YAZISIZ"
"YAZI/SIZ"
YA(ZI)S(IZ)


(YAZISIZ) /.../ !?


14 Ekim 2016 Cuma

19 Ağustos 2016 Cuma

5. Malatya Kitap fuarı
Açıklama: Bu fuarla ilgili fotoğrafları ve videoları ancak şimdi bir araya getirebildiğim için buraya topluyorum.
https://youtu.be/VabTjUHL0gM?t=4719

Yukarıdaki linkte benimle yapılmış bir konuşma var. Sonlara doğru. kendimi ifade etme fırsatı bulduğum bir konuşma idi. Arkadaşlara teşekkür ederim. Aşağıda da benim çektiğim fotoğraflar var. Biraz geç oldu, sebep; benim fotoğrafları bilgisayara geç aktarmam...





















7 Ağustos 2016 Pazar

FOTOĞRAF HİKAYESİ 25: KERPİÇÇİ
Kerpiççi
Üzeri küllenmiş bir sızıydı. Cemile ve Ayşe üzerindeki külleri üflemese bu fotoğraf hikayesi yazılamazdı sanıyorum. Baba senin kardeşin yok mu? Bizim halamız amcamız niye yok? Soruları bu kırk yıllık fotoğrafı taramama sebeptir. Uzun zamandır kayıtlarda duruyordu. Amcamlar ölmüş mü? Sorusu yeniden harlandırdı eski közü.
Senirkent Devlet Hastanesinde bir taze gelin. Ne gelinliğinin farkında ne anneliğinin... Daha ne olduğunu anlamadan bebeğinin naşını veriyorlar kucağına. Adını Adil koyuyorlar, dedesinin Çanakkale'de şehit düşen subayının adıymış. İlk bebek ilk acı ikincisiyle küllenir diye umutlarını yeşertiyorlar yeniden. " Oğlum nasıl olduğunu anlamadık. Üç yaşına falan gelmişti. Yürüyordu. Ananla beşikte seviyor okşuyorduk. O gece de sevdik okşadık. Sabah çocuk soğumuş kalmış öylece."
Cemile bu sabah gene sormasa bu fotoğraf hikayesini yazmaya niyetim yoktu. "Baba amcamlar ölünce ebem üzülmüş müdür?"
Afyon'unun Şuhut ilçesine bağlı bir köy var, adı; Mamut Köyü. Burada bir tekke var. İki kayıptan sonra her tavsiyeye açık yeni evli çift her tavsiyeye açık. "bıçak atmak" buradaki anlamı çevredeki tekke sayısı kadar bıçağı toprağa gömmek anlamında. Bıçaklardan hangisi ilk küflenirse o tekkeye gidilip adak kesiliyor. Eğer çocuk olursa orada yatan "dede"nin adı veriliyor. Bizimkilerin attığı bıçaklardan Mahmut köy e atılanı küfleniyor. Bebek olunca dedenin adı "Halil İbrahim" konuyor. Kayıtlara geçerken Halil kalıyor "ibrahim" geçiyor kayıtlara. Yedi sene kurban kesiliyor tekkede. "Senin bir adağın kaldı" diyen anne bunun yediye tamamlanmadığını vurgular hep.
Bu fotoğrafın hikayesi o adakların ikincisi ya da üçüncüsü yerine getirildikten sonra çekilmiş olmalı. "len Kerpiççi!" Usta Kadir dayının beni her görüşünde söylediği bir söz. İçinde daha dün ayakta zor duruyordun hangi ara büyüdün anlamı taşırdı bu söz çoğu zaman. Sonraları ben köyden ayrıldım. "len Kerpiççi!" Lafı da bu fotoğraf gibi sarardı geride kaldı.
Usta Kadir dayı kendi çapında bir inşaat ustası. Üçüncüyü büyütmenin ürkek sevincini yaşayan çiftin evleri ayrılmıştır. Yeni eve önemli bir ek yapmak gerekmektedir, tandırevi... Yetmişli yıllarda Dinar'ın bir köyünde fotoğraf makinesi bulmak fotoğraf çekilmek önemli bir baht. Tombul sarı tebessüm diye anlattığım bu fotoğraf böyle bir bahtın hatırası. Ayakta duramadığım için iple kerpice bağlanmışım. "len Kerpiççi!" Diye anılması buradan geliyor. Geçmiş zaman...
ibrahim eyibilir

18 Temmuz 2016 Pazartesi

                                       


FOTOĞRAF HİKAYESİ 24: Kapı ve Oda
( Teyzemin Radyosu'nda bir hikaye var; adı: Kapı. Bu fotoğrafta yer alan oda "kapı"da geçen olayların çoğuna şahittir. Bayramda kapısını şöyle bir açtım, içim cız etti. Eski şen şakrak günleri çok uzakta da olsa aile yadigarı olarak halen tertemiz tutuluyor. Bu dolaplar neler şahit olmamıştır ki... Bu odanın önü ve içi kenarda duran kapı çocukluğumun en önemli anı anahtarları. Kapı'da bir çocuğun gözünden seksen darbesi anlatılmaktadır. Genelde kitapta ya da dergide yayınlanan hikayelerinin tamamının yayınlanmasını doğru ve etik bulmam. Ancak darbe ve darbeciye bakışımı göstermesi açısından bugün için gerekli olduğunu düşünüyor, ilginize sunuyorum. Aslında Anadolu'da "oda" nedir ne işe yarar açıklamaya muhtaç bir konu gibi görünüyor. Onu da genç okurun merakına havale ediyorum. i.e)
                                     



  K A P I

                   Gürül gürül bir ırmağın yazı olup kâğıda akacağını düşünüp de kaleme sarılışınız olur ya, sonra ırmağın kaynağını koca bir kaya tıkar ya da boğazınıza büyük bir çalı takılır. İşte öyle bir sızı, bizim kapının bende bıraktığı iz.
                   Yapılışını ben hatırlamıyorum. Sıradan bir hızardan geçip beşer parçalık iki metre uzunluğundaki tahtalardan oluşan iki kanatlı kapıydı. Hatırama ve hafızama hep sadık olan oydu. Gün akşam olmaya meyledince ufka bakardım. Güneş bir adam boyu kalmışsa batmaya ve günlerden perşembe ise doğru halama. Tarzan başlıyordu. Filmin konusundan çok resim defterime neresini eksik çiziyorum da benzemiyor diye bakardım. Tarzana hiç benzetemezdim ama çizebildiğim bir şey vardı. Bir sabun kabında gördüğüm kadın silueti. Kaş, göz, burun delikleri ve dudak, kalın bir çizgi halinde küt kesilmiş saç, çenesini andıran üstü düz, altı hafif eğimli başka bir çizgi. İlk eserimdi. Herkesin görebileceği bir yere nakşetmeliydim. Elime sulu boyamı ve fırçamı aldım kapının sol kanadındaki ilk tahtaya işledim. O,benim bu ilk hatırama daima sahip çıktı. Eve dönüşlerimde bir yadigâr gibi gülümser, adeta hoş geldin derdi açarken kapıyı, elimin altında.
                    İlk günlerini arar olmuştu sanırım sonraları. Birkaç tahtası eğilip büküldü. Henüz ağaçken budamak olan özler tahta olunca koyu sarı ve sert parçalar olarak duruyordu. İlkin onlar terk etti kapımızı. Yarım çember şeklinde tuhaf yaralar açıp gittiler. Daha gür, bütün parçalarının aynı hizada olduğu zamanlarda sarı saçlı şirin çocuğu kimlerden korumamıştı ki. Güreş tutuşta ayağını kırınca teyzesinin oğlunun, donup kalmıştı. Aklı başına gelince ilk sığınağı kapının arkası olmuştu. Çember niyetine çevirerek götürdüğü traktörün ön tekerleği kendinden önce fırlamıştı kapıdan. Köyün içine geldiği halde hayvanından inmeyen kadınla kızı olduğu gibi düştü. Kadın şiddetle kapıya dayandı. Delikanlı kapı, geçit verir mi?
                    Bir yarısı olmayan kadın resminin üzerine tuhaf harfler yazılmaya başlamıştı. Garip şeyler oluyordu. Suların aktığı dereye insanlar akıyor, kavga ediyorlardı. Dayım kapının arkasına iki çuval badem ağacından düzenli parçalar koydu. Bir başka kavgada çuvallar yok oldu. Dayım avlu kapısının sağ yanındaki harflerden evdeki kapılara da yazmaya başladı. Dedem çocuklar gibi ağlamıştı dayımın adını sayıklayarak. Aslında tüm köyün kapıları, duvarları yazılarla dolmuştu. Hepsini okuyup anneme anlatırdım. Annem de mahkemede “Hâkim bey ben yazmadım sadece yağ kutusunu tuttum” diyen çocuğu anlatır, güler, sonrada tembihlerdi  “seni de götürürler, döverler” diye. Dış duvarlara yazılanları kazıdık çıktı. Annem üzerini yeniden toprakla sıvadı. Kapıya yazılanlar, yanık motor yağıyla yazılan o siyah harfler onca yıl kaldı benim yaptığım resimle beraber.
                   Bir gün her şey bıçak gibi kesildi. Ne kavgalar ne geceleri ovadan gelen silah sesleri. Artik hiç kimse dışarı çıkamıyordu. Babam her seferinde yalvarır gibi tembihlerdi dışarı çıkmamamı. Ama olsun, kapının tahtalarında ki aralık bana yetiyordu. Kamyona benzer içi asker dolu yeşil araçları seyrederdim. Her gün akşam gelirlerdi. Fısıltı halinde konuşulur olmuştu evde.
                   Belki çoğunu unuttum ama kapı hepsinden bir iz aldı üstüne, bırakmadı onları zamana. Ne var ki zaman ondan kendini almaya başlamıştı. Bir kanadı açılıp kapanırken yere değiyor, kapatırken kaldırmak gerekiyordu. İnsanlar artık kavga etmiyordu. Çocuklar kahveye giremedikleri halde, beni-ölen çocuğu Ali’nin arkadaşı olduğumdan-çok seven Cimbiş Dayı kahvesine alırdı. Çay ocağını karaltısında Menekşe Abla’mla beraber televizyon seyrederdim. Televizyondaki insanlar spor yapıyor, yararını anlatıyordu. Bir de orda çıkan çocuklar kısa şort giyiyordu. Bende aynısını yapmalıydım. Komşu pazardan cehennem azabı çektirerek aldırdığım eşofmanlarla-yanları iki beyaz çizgili, lacivert- kapının aralığından etrafa baktım. Sabah saatleri ve sakin, teyzemlerin eve kadar koştum. Televizyondaki insanlar gibi. Beni gören komşularımız bana çok garip baktılar. Televizyondaki çocuklar gibi şortla dışarı çıktığımda da böyle oldu. Çevremdeki herkes çocukluğumu ve çocukça şeyleri unuttular biliyorum. Ama kapı unutmadı, her dokunuşumda sanki bıyık altından bir gülümsemeyle, yüzümün kızarmasını bekler gibi gelirdi bana.
                    Başım üzere kavak yelleri hayrat gezerken onun da bir kavak olduğunu unutup hırçın çarpışlarımda ya da gece yarısı evdekiler uyanmasın diye ses çıkarmaması için yalvardığımda beni kucaklayan engin anlayışı idi.
                    Artık ailenin gözünde yokluğa bir namzet gibi görünmeye başlamıştı. Kırık dökük ve yalnızdı. Komşu kapıların hepsi demire devşirilmişti. Bolu Bey’i gibi mağrur bakar olmuşlardı kapımıza. Hele şu üç yaşındaki salkım söğüdün, salkım saçak salınıp önüne kapatması yok mu? Onu kahrediyor olmalıydı. Çamlıbel’i düşünüp düşünüp derin bir iç çeker hali vardı. Benim okul masraflarımdan ötürü, daha uzun kalışını bilirdi sanki evdekilere ettiği inadı bana etmez çabucak açılıverirdi.
                    Salkım söğüt ile karakavağın yeşil yaprakları arasından mavi bir siluet gördüğümde anladım ona kıydıklarını. Ferman demircilerindi artık. Kapı kışa odunluk niyetine sağ tarafa yatırılıvermişti öylece. O çocukça resmim, çocukluğumun garip günlerini hatırlatan en üstteki yazılar ve çocukluğumun en nadide bir yanı atılıvermişti.

İbrahim Eyibilir
                                                                                                        

19 Haziran 2016 Pazar

FOTOĞRAF HİKAYESİ 23: FOTOĞRAFLARIMIZ SİYAH-BEYAZ ÇOCUKLUĞUMUZ RENKLİYDİ


Ali Osman hocanın üstten bakmalı bir fotoğraf makinesi vardı. Sonraları fotoğraf merakım artınca, onun bir zenit olabileceğine karar verdim. O makine sayesinde ilkokula dair bir kaç fotoğrafım kaldı. Bu fotoğraf bir yirmi üç nisan sonrasından olmalı. En az otuz yıllık var...
Bu fotoğrafta kimler var ben bu fotoğrafın neresindeyim? Bunları yazmak niyetinde değilim. sosyal medyada bu fotoğrafı ilk yayımladığımda biraz detay vermiştim. Kırmızı Dut adlı hikayede Ali Osman hocadan da bahsettim biraz. Öyleyse bu fotoğrafın hikayesi ne?
Giydiği efe kıyafeti içinde bir çocuk otuz yıl sonra ne söyler?
Bir Yıldız vardı, altında fotoğraf çekildiğimiz bu ağacın altında ömrümce görebileceğim en kötü dayağı yedi. Yıldız sonra başka dayaklar da yedi. On sekizini göremeden öldü. İntihar dediler. Ne Yıldız var şimdi ne o ağaç...
Bir de Mıstık vardı, babasının hizar atölyesine gider taze kesilmiş ağaç kokusunu çekerdim içime. Ben gurbette aldım haberini iki çocuğunu yetim genç eşini dul bırakmış gitmiş. Esaslı bir sebep bile duyamadım. daha geçen ay dergiye çocukluğun insanın üstünden gitmeyen gök gibi olduğunu yazan ben değil miyim? Şair güzel söylemiş eyvallah da o gökte hep bulutlar hüzünlü gibi geliyor bana.
Bir de Hacer var ki...
Başlıkta renkli yazdık çocukluğumuzu kapkara hüzünlere boğduk yazıyı nedense. Hüznümüz de renkliydi bizim biraz kan rengi biraz yanık turuncu. Yazılarımda sepya bir ikindi ışığı ile imlediğim hep o hüzün değil mi?
Sonra biz çiçeklerin adlarını bilirdik. Çiğdemin her türünü bilir, çiğdem armaya giderken çiğdem taşına taş atmayı unutmazdık. Mevsimi gelince söğüt ağacından düdük yapmayı bilir çağla ağacında dişimiz kamaşana kadar çağla yerdik. Diş Kamaşması ne? Şimdikilere onu anlatacak mecal yok bende...
Renkliydi çocukluğumuz, siyah beyaz çıkacağını bildiğimiz fotoğrafların önüne çiçekleri koyduk o yüzden fotoğraf makinesı çekemese de biz renklerini biliyorduk.
Yıllar sonra "yarım efe" diye bir hikaye yazdım. Okurun bilemeyeciği hikayenin hikayesi de geçer bu fotoğrafın bir köşesinden.
Sonrası hayat işte yaşıyoruz, yaşlanıyoruz. Göğümüzden bulutlar geçiyor içinden göçmen hüzünler düşürerek...
İbrahim Eyibilir

26 Mayıs 2016 Perşembe







Fotoğraf Hikayesi 21: Taşrada bir yerli; Ahmet Uluçay
(yedi iklim dergisi mayıs sayısında yayınlanan bir değini, ilginize)
TAŞRADA BİR YERLİ: AHMET ULUÇAY
“Sen gözlerini ödünç veriyorsun bana. Öyküler anlatıyor, hayatı yaşanılır kılıyorsun. Hayatı çıplak gözle görmeye tahammülüm yok. Yalın gerçekle yüz yüze yaşayamayacak kadar zayıfım. Sevgisizliğin duman altında sanırım ilk ölecek ben olacağım Yakup." (Ahmet Uluçay/Küller ve Kemikler; s.14-15)
 Aslında başlık yerine şunu düşünmüştüm; lafla peynir gemisi yürütenlere inat karpuz kabuğundan gemiler yapan adam: Ahmet Uluçay… Hem uzun hem klişe diye vazgeçtim. Belki bendeki karşılığı tam da bu değil ondan. Bu yazıya konu “Küller ve Kemikler” adlı kitaba geçmeden onun hayat hikâyesine bakmak lazım. Yukarıda da göndermede bulunulan “Karpuz Kabuğundan Gemiler yapmak” adlı film; onu bize ve dünyaya tanıtan eseri. Onu biraz tanıyınca anladık ki bu film ortaya çıkana kadar başka filmlere, belgesellere konu olacak bir hayat yaşanmış. Kütahya Tavşanlı ilçesinin Tepecik adlı köyünde bir adam; çocukluğunda gördüğü bir film makinesinin peşinden giderek hayallerini hayata geçirmiş. Okuyunca, duyunca, izleyince anlıyoruz ki köy kahvesinde okeye dördüncü arayanların yan masasında kafa kafaya vermiş üç adamın tutkusu tutuşturmuş bütün hüzünleri, çocukça düşleri…
 Onu anlatmak için içimdeki klişeleri buraya koymadan ne konun aslına ne de beni en çok etkileyen yönlerine gelebileceğim. Onun için; bozkırın film çeken Neşet’i demek geliyor içimden ya da Anadolu’nun Tarkovski’si de diyebilirdim. Bu ilgi ve benzerlikler kurulmuştur ya da bu başlıklarda uzun yazılar yazılmıştır. Sinema alanında uzman yazarlarca; onun kamerası, bakışı ve senaryosu üzerine söylenecek söz, kurulacak cümle çoktur. Bu yazının konusu olan “Küller ve Kemikler” ile “Mühürlenmiş Zaman” arasında ilginç benzerlikler de kurarlar belki…
 İçinde bir taşra(lı)   gezdiren benim için ilginç olanı, yukarıda belirttiğim başlıkların dışında, taşrada diri kalıp içindeki çocuğu öldürmeden sanat yapılabileceğini göstermesidir. Maişeti kazanmak için gerekirse kamyon şoförlüğü dâhil pek çok iş yapıp gene sinemaya ve senaryoya dönmek nasıl bir çabadır? Bana göre: taşra müthiş bir değirmen; içindeki her şeyi öğüten, değiştiren ve dönüştüren bir değirmen. Yazmaya kışkırtan kitaplar ve kalemlerden uzakta, sinemanın ve filmlerin konuşulduğu salonların dışında olup yazma ve çekme hayalinden vazgeçmeme, asıl film burada sanki. Ahırından hayvanını yemleyip kahveye yorgunluk çayı içmeye gelmiş komşusunun sohbetine kendi dünyasını nasıl katmış? Uzun yol şoförlerinin mola verdiği o yol kenarlarında çay içerken bir sonraki yükü düşünmenin yanına Yakup’u nasıl yerleştirmiş? Yakup kim mi? Kahramanımız, “Küller ve Kemikler”in kahramanı.
 Bazılarının iç ses dediği, bazılarının ben, kendim diye adlandırmaya çalıştığı, kimilerince bilinç akışı dendiği belki de ehli tasavvufun dediği gibi nefs ve ruhun er meydanı, adını ne koyarsanız… Her yazarın yapmak istediği bir şeyi yapar bu kitapta Uluçay; kahramanıyla (Yakup) konuşur, konuşturur, dertleşir hatta tartışır. “Küller ve Kemikler”  çekimine 2007 de başlanılan ama bitirilemeyen “Bozkırda Deniz Kabuğu” adlı filminin senaryo günlüğü de denebilir. Şiirsel bir anlatım, doğulu ve batılı imge ve göndermelerle yüklü bir anlatı, illaki hüzün ve taşranın kıvrandıran çaresizliği sinmiş her satıra.
 “-Bilge Kişi de böyle anlatırdı, diyor Yakup.
 - Böyle anlatırdı, diyorum. Biz de böyle anlatacağız. Unutmayacağız Yusuf’u kör kuyularda. Biz üvey kardeşler değiliz ki, biz Bünyamin’iz, biz Yakup’uz… Vefa unutulmuş bir duygu değil bizim için.” (s. 18)
 Hani sinema salonlarında film başlamadan gelecek filmlerin fragmanı döner ya işte öyle; vefa bu sinemada gelecek program! Diye bir klişeyle bitirmek isterdim ama öyle değil sevgili seyirci/okuyucu, taşra; kör kuyularda unutulan Yusufların evi. Üvey kardeşleri; akıllarına düşürülen karpuz kabuklarına inat lafla peynir gemisi yürütüyor karada. Bozkır yine mahzun; Neşet susmuş, Yakup gitmiş ve lakin umut kavi. (Küller ve Kemikler: Ahmet Uluçay, Hazırlayan: Ayşe Pay, Küre Yayınları, Kasım 2015, 119 sayfa)
İbrahim EYİBİLİR

10 Mayıs 2016 Salı



Ftoğraf Hikayesi 22: Doktor ya da Molla Kasım...

Yunus Olan Yanımıza Bir de Molla Kasım Lazım

Uzun bir süreçten sonra ilk kitabınız yayınlandı. Şüphesiz sancılı, ağrılı pek çok yoldan geçildi. Her yazarın bir yazma hikâyesi vardır. Siz de hikâyenizi bize anlatabilir misiniz?
Yazmak başlı başına bir sancı, dediğiniz gibi, yazdıklarınızı yayınlatmak ise başka bir sancı. Beraber yola çıktığımız birçok yazar ve şair arkadaşımız halen bu sancıyı çekmekte. Eser ne kadar nitelikli olursa olsun yayınlatmak o kadar kolay olmuyor ki şairler için durum daha zor, maalesef.
Yazma hikâyesi; her yazan için ayrı bir macera demek aynı zamanda. Baştan başlarsak hikâye, uzun hikâye olacak, bunu yazma fiili olarak daraltmak gerekecek sanırım. Yatılı okul öğrencisiydim. Yazılı ilk işime ortaokul son öğrenci iken klasik sınıf gazetesi çıkarma ile başladığımı söyleyebilirim. Klasik bir sınıf gazetesi, “3/A’nın sesi” idi sanırım. Sınıf panosuna hazırlanan bu gazetedeki resim, şiir, yazı vs hepsi bana aitti. Orada kullandığım yazı ve şiirleri uzun süre sakladım, ne kadar içime işlediyse artık… Lise birde okulda açılan şiir ve hikâyede derece alınca bu önemli bir milat oldu. O yıllarda yapılan bir ankete verdiğim cevapta gazeteci olmak istediğimi, hatta detay verip bir gazetede köşe yazar olmak şeklinde belirtmişim. İlkokuldan sonra süreli yayınların iyi bir takipçisi oldum diyebilirim. Süreli yayın derken buna çizgi romanlar çocuk dergileri yaş ilerledikçe dini içerikli dergilerden tutun magazin dergilerine kadar geniş bir yelpazeyi takip ediyordum. Yatılı okuldaydım ve bunların çoğunu okumam yasaktı ve her yasak cazibeyi artırıyordu o yaşta. Yazmayı etkileyen yönü ise aktif bir okur olarak mutlaka mektup vb araçlarla takip ettiğim yayının içinde olma isteğim. Bununla beraber gelişen okuma geçmişi de oluşuyordu. Çok farklı bir okuma şeklim vardı. Müzik magazin dergisinden, Rızanur’un hatıratlarına, Cemal Kuntay’ın kalın ciltli kitaplarına, Bediüzzaman’ın Risalelerine kadar birbirinden farklı okumalarım oldu. Bu farklı okumaların halen katkısını hissettiğimi söyleyebilirim. Üniversite yıllarında okuma bilinci biraz daha gelişti; başta Sezai Karakoç olmak üzere Cemil Meriç, İsmet Özel ve tabii ki Üstat Necip Fazıl’la devam eden süreç doksan beşin Kasım’ında Yedi İklim’de ilk hikâyem yayınlanmasına kadar sürdü. İlk kitabı çıkarmak ise yirmi yıl sonraya kısmet oldu.
Hikâyelerinizde Anadolu ve bolca toprak kokusu var. Aynı zamanda entelektüel bir duyuşun etkisini de görüyoruz. Hikâyeleriniz henüz kentli olamamış göçmen edasında. Kenti yazamamış olmanız, hala Anadolu’yu yaşıyor olmanız yazınsalınızda bir seçim mi bir aşama mı?
Hikâyemle ilgili tespitleriniz doğru. Toprak kokusu üzerime sinmiş olmalı ki yazdıklarıma da yansıyor. Kentli öykü yazamamış olmaya Teyzemin Radyosu'ndan bir kaç kentli "öykü" örneği vererek savunmaya geçebilirim. Buna gerek yok, benim hissettiğim toprak kokusunu okura yansıtabilmiş olmaktan hoşnutum. Oysa fiili olarak ilkokuldan sonra hep kentlerde geçti hayatım, doğal olarak bir kentlilik ve kent "öyküsü" yazacak birikim vardı. Ben çocukluğumdan başka hiç bir yerin yerlisi olmadım, olamadım. Edip Cansever'in mısralarındaki o "gök " üzerimden hiç gitmedi. O toprak kokusunun altında yaşlı kadınların anlatıları var. Anneanne, büyük hala, teyze elinde geçmiş bir çocukluk, yazları yaylada dinlenilen söylenceler, masallar, türküler, halk hikâyeleri... Baştan beri kendimi hep hikayeci hissettim. Kafka benim dinlediğim bozlağı dinlese Milenoya öyle yazmazdı diye düşünmüşümdür hep.
Göç, göçebe, göçer hikâyelerimde sık kullandığım imgelerden. İçimde bir yere yerleşemeyen hiç bir yerin yerlisi olamayan bir deli göçer bir yaban taşraları taşıyor olmalıyım. Bir de kentli bireyin öyküsü o kadar çok yazıldı ki ben yazmasam bir şey eksilmez diye düşünüyorum. Kısaca hissedilmeyen şey kaleme de gelmiyor.
Sosyal medyada bir fotoğrafın altında kendi kurguladığı bir karakterle atışan bir yazar görüyoruz. Sosyal medya çoğumuz için özgürce konuştuğumuz bir ortam. Bunu sorgulayamam. Fakat bir yazara bu türlü bir atışma şüphesiz bir şeyler katıyordur. Doktor, İbrahim Eyibilir’e neler öğretiyor?
Zarif dikkatiniz için teşekkür ederim. Bir gökyüzü fotoğrafının altına yapılan yorumlardan gelişen bir karakter, doktor. Aslında bir kaçış alanı idi o fotoğraf altı. Daha önce Yedi İklim’de yayınlanan “Aklım Hasta Doktor” adlı hikâyemin hazırlık aşamasında başladı bu konuşmalar. Benim için etkili bir karakter, etkisi bir sonraki hikâyede de devam etti. Sanırım yazdığım en uzun hikâye olan “otopsi” adlı hikâyede İpsiz Sami ile beraber en önemli karakterdi doktor.
Basit bir hikâye karakterinden öte anlamlar yüklemeye başladım zamanla. Kibir insan karakterinin, bana göre, intiharı. Sanatın her alanı “ben”i önceleyen bir tutum izliyor. Burada enaniyete kapılmadan yol almak hayli zor. Tutunduğunuz önemli bir dal olmazsa hepimiz uçurumlardan düşebiliriz. İçimizin Yunus olan yanına bir de Molla Kasım lazım. Benim Molla Kasım biraz öfkeli biraz da ağzı bozuk. Ortada eseri olmadan elinde keseri olan türedi tiplerin ortalarda görünmek uğruna her türlü taklayı attığı bir ortamda, sadece iyi eserler vermek üzerine yoğunlaşmamı hatırlatan bir dost lazımdı bana, her defasında laf dokundursa da doktor bu işi yapıyor. Kendimi eleştireceksem en sert en acımasız ben yapmalıyım ki haddi aşmayayım.
Son dönem hikâyecilikte özellikle sembolizmin ağırlığını hissediyoruz. Türlerin çoğu alanda iç içe geçmiş olması, yazılanlara daha çok entelektüel kesime hitap ediyor havası katıyor. Sanat amacına hizmet ediyor mu ya da sanat kim içindir?
Yaşanılan çağın ve çevrenin sanata etkisi kaçınılmaz. Ekranlara gömülmüş başların yazıyla ilişkisi de değişti. Herkesin kişisel medyası ve şöhreti(!) olduğu bu demlerde sahih sanatın söyleyeceklerinin sıradan olandan ayrılması için farklı bir dil kullanması gerekiyor. Sizin de belirttiğiniz gibi sembolik anlatım bunlardan biri. Kişisel düşüncem; ben de birçok hikâyemde şiirin alanına girerek kurgudan kopup imgelere sığındığım oluyor. Buna sinema ve müzik ilgisini ekleyebiliriz. Ne anlattığınız ve nasıl anlattığınız, ortaya koyduğunuz eserin nitelik ve nicelik yönünü belirliyor. Amaca hizmet ediyor mu ya da sanat kim için? Eser ortaya koyan ile onu talep eden (okur/izleyici/dinleyici…) arasında ortak verilecek bir cevap diye düşünüyorum. Ortaya koyan ya da talep eden sayısı bu cevabın çokluğunu ve farklılığını belirler…
ikinci kitabınızın dosyasının da hazır, basılmayı bekliyor olduğunu söylemiştiniz. Okuyucularınız yine bu kitapta da Anadolu ve toprak kokusunu duyumsayacak mı? Yeni kitabınızdan bize bahseder misiniz?
Dosya aşamasında olduğu için kesinleşmiş, bir ismi yok henüz. Aklımdan geçen bir iki isim var ama kesin karar vermiş değilim. Teyzemin Radyosu’na göre daha az sayfalı bir kitap olacağını söyleyebilirim. Teyzemin Radyosu yirmi yıllık uzun bir zaman aralığına yayıldığı için bir birinden çok farklı hikâyeler toplamıydı. Gerçi kitabı okuyanlar bilir; çok farklı da olsa kendi aralarında kurgusal ilişkiler olan hikâyelerdi, mesela aralarında on dört yıl olan “ceylanı vurdular” ile “sinek” arasında tematik bir ilgi okurun gözünden kaçmadı. Yayınlanmasını eylülde beklediğim kitap dosyam ise daha kısa bir zaman aralığında ve ortak bir tema (baba/oğul) etrafında gelişen hikâyeler. Anadolu ve toprak kokusu bu dilin mayasında (türkü, deyim, atasözü, şiir vs) var dolaysıyla yazdıklarımda o kokunun olması için çaba sarf edeceğim. Okurlara da bunu hissettirmek isterim. Umarım sesim ses bulur.
Bu dosyada; şimdiye kadar yazdığım en uzun hikâye (otopsi) yer aldığı gibi en kısa hikâye (Musa) de yer aldı. Küçürek öykü, minimal öykü son zamanlarda tivit öykü dedikleri türde hikâyelerim var. Fazla değil ama bu dosyada bunun birkaç örneğini okura sunmak istiyorum. İleride kısmet olursa “kıs(s)a hikâyeler” adında kitaplaştırmayı hayal ettiğim projemin ilk ayak izleri.
Yazdıklarınızın okunmaması kaygısını yaşadınız mı hiç?
Yazan herkesin bu kaygıyı yaşadığını düşünüyorum. Anlaşılmadığını karşılık bulmadığını hissetmek kalemin kadim hüzünlerindendir. Benim için de böyle; yazmasam da olur dediğimde küçük bir yankı yeniden kaleme sarılmama sebep oluyor. Hiç kimse okumasa bile öyle oluyor ki kalem yükünü yıkmasa yanacak ve yakacak…
Son olarak; Kitap Haber okurları için neler söylemek istersiniz?
Kişisel olarak; Teyzemin Radyosu yayınlandığından beri dostane desteğini içimde hissettiğim Kitap Haber’e ne kadar teşekkür etsem azdır. Bir edebiyatsever olarak; bir gayya kuyusuna dönen internet ortamında nefes alma aralıkları koyup edebiyata dair sahih haberler verdiğiniz için sizi ve Kitap Haber sitesine emeği geçen tüm dostları tebrik ederim. Yolunuz açık yardımcınız Allah(cc) olsun. Muhabbetle…
Teşekkür ediyoruz.
Ayşe Bağca - 10.05.2016
http://www.kitaphaber.com.tr/yunus-olan-yanimiza-bir-de-molla-kasim-lazim-k2361.html
Kafka benim dinlediğim bozlağı dinlese Milano'ya öyle yazmazdı dediğim bir söyleşi. Kitaphaber ve Ayşe Bağca'ya teşekkürlerimle...
İbrahim Eyibilir

23 Nisan 2016 Cumartesi



susan taşlar vadisinden geçtim, boynumda utançtan kurumuş kelimeler...


11 Nisan 2016 Pazartesi


FOTOĞRAF HİKAYESİ 20
"HIRSIZ"
"hırsız" bu fotoğrafın hikayesi değil tabii. Aynı adla yazacağım kısa hikayenin görseli. İkinci kitap dosyası yayıncıda beklerken benim üçüncü kitap için kurduğum başka hayaller var. "hırsız" da bu üçüncü kitap için ön çalışma. Adını "kıs(s)a hikayeler" koymayı düşündüğüm bu kitap adından anlaşılacağı üzere hem çok kısa hem de kıssa olacak hikayelerden oluşmasını umuyorum. Verdiğim dosyada da başlangıç  ve bitişinde birer tane örnek koydum. Aslında bu zaten yapılan bir şey şimdilerde tivit hikaye vs dedikleri yeni denemeler denebilir. Bu fotoğrafa ad olan yedi kelimelik hikaye şöyle:
/ hırsız
Çocuk uyandı. Göğe baktı. Gök yoktu./
Bu fotoğraf çocuğun kaybettiği göktü benim hayalimde. Evet Hemingway'in "sahibinden hiç kullanılmamış bir çift bebek patiği" kadar etkili değil e yani ben de zaten Hemingway değilim. ( İtiraf: bu isimle ismimin  yan yaana geçmesinden aldığım keyiftir, parantez dışındaki cümleleri kurmama sebep)
Asıl fotoğrafımızın hikayesine gelirsek; öncelikle iki türlü ifadesi var, birincisi bana Bosna'yı hatırlatıyor. Üç yıl kadar önce oraya yaptığım geziden önce İstanbul'dan havalanırken çekmiştim bu fotoğrafı. İkinci ifadesi ise sosyal medyada bu fotoğrafın altında üç yüz elli yorum var, benim dışımda yorum bir iki... Bir çeşit günlük. Benim "otopsi" hikayemde kullandığım bir "doktor" karakteri var; onla yaptığım hayali konuşmalar, bu yorumların çoğunu oluşturuyor. Doktorla tartışmamız "otopsi" de değil ondan önce yazdığım "aklım hasta doktor"la başladı. Benim için "benim" "ben" le yüzleşmesi dertleşmesi gibi bir şey... ( doktor bunları okursa gene kızacak, "hoca Hemingway kim sen kim? hangi akla hizmet aynı satırda ismini yazıyorsun ?!")
İbrahim Eyibilir

9 Nisan 2016 Cumartesi


FOTOĞRAF HİKAYESİ 19 
KIZILCIK


KIZILCIK
İlk yemişini bu sene verdi,
Kızılcık,
Üç tane;
Bir daha seneye beş tane verir;
Ömür çok,
Bekleriz;
Ne çıkar?
Orhan Veli'nin bu şiirini ilk duyduğumda lise son falandım sanırım. Gülüp geçtim. Oysa bu şiirin göndermesini (tevriye) öğrendiğimde ne yalan söyleyeyim hayran oldum. Konuşmayı unutunca ya da kelimeler de "damgalanınca" söyleyecek sözü olan illaki söylüyor. Anlamı bazen bir ağaca bazen bir böceğe bindirip gideceği yere gönderiyor sözün ustası. 
Bu fotoğraflardan alttakini daha önce sosyal medyada yayınladım. İki bin on üçte bahçede çektim. Bizde adı biraz farklı "ip burun" yaygın olanı " kuş burnu" diye biliniyor. Farklı meyve türleri olduğundan mı bilmem, bazı yörelerde tatlısı, salçası vb bir çok şeyi yapılırken benim yöremde böyle bir kültür yok. Tarla sınırlarında istenmeyen ağaç türü. Benim için anlamı; bu şiir. Babam da eskisi kadar kesmiyor artık. Geçi kesse de inatçı bir ağaç, kestikçe daha güçlü geliyor. İlginç, babam kesmeyi bıraktı o da bizim bahçeyi rahat bırakmaya karar verdi.  Benim için bir anlamda ilk anlam keşfim olduğu için sempatiyle bakıyorum. Düşünsenize imam-hatip öğrencisin, şiirin taşıdığı anlamı anlatamazdım tabii ki aramızda kalan bir sırdı kızılcık... Her fotoğrafını çekişinde bir gülüşü var içinden îma denizi akıyor
(fotoğraf evden; 2013 yaz)
İbrahim Eyibilir

4 Nisan 2016 Pazartesi

FOTOĞRAF HİKAYESİ 18
TAŞ



Geçmişini taradığım mektup kutusunda on ikinci ayda gönderdiğim dosyayı gördüm. Göç göç olmuş gam yükü katar olmuş gönlümden dostları götürüyor diye mırıldandım. Buna sebep iki gün önce cevap verilmeyen telefon çağrısı... Belki de inanmak istemiyorum kayıtlardan silindiğine ya da silmemek için içimin tuhaf direnişi.
Tüm karmaşanın kendiliğinden çözüldüğü dinginliğin resmine sığınmak. Bu fotoğrafı çekeli sanırım bir yıl oldu. İbirlialtı ( ibirlialtı; fotoğrafı çektiğim bölgenin adı. Benim ismim Anadolu'da zaten doğru telaffuz edilmez ki; ibo, ibram, irbem vs diye söylenir. Bunlardan biri de "ibir" "ibirli" yani İbrahimli anlamına geliyor. Fotoğrafın tam tersi açıda yer alan bir yatırın adı. ) bizim vişne bahçesinin olduğu yer. Gerçi vişne de tarih oldu ya. Babam yaşlandı ben de eskisi kadar yardım edemiyorum. Bunda babamın emekli olmasının da etkisi var diyebilirim. Herkesin aynı anda vişne toplamaya başlaması sebebiyle işçi bulmak mümkün olmazdı. Ben de yaz tatilimin bedenen yorulan zihnen dinlenen bölümüne başlardım, adı yaz tatili olurdu. "teyzemin radyosu"nda "aile" diye bir hikaye var. O hikayenin hikaye mekanı bu bahçedir. Bu ön planda görülen taş aslında komşu tarlayla sınır taş. Ne zaman mola versek, ben elimde fotoğraf makinesi çevrede çekimdeyim. Fotoğrafa tam yansımasa da burası eğilimli bir arazi, taştan sonra gelen tepenin eteklerinde köyüm var onun ötesinde görülen mavi dağlar Koru Dağı...
işte bu akşam olmak istediğim yer o taşın üstü. O sarı sıcak, yorgun ten, dingin dimağ, hafiflemiş tüm ağırlıklarım... Bir dostun arkasından bilsem şiir yazardım. Şimdilik elimden gelen, bir fotoğraf hikayesi... (bir de şu var ki müteahhit adlı bir hikayenin arasına sızan bu sızıyı yazmazsam sanki hikaye bitmeyecek)
İbrahim Eyibilir

18 Mart 2016 Cuma


Molla Kasım
Kendini son nebi ve mehdi ilan eden mürtedin resimlerini görünce, ağzımdan "ben bu filmi izlemiştim" lafı döküldü. Nerde mi izlemiştim? 95-96 lı yıllar Samsunda öğrenciyim; ellerinde uzun asaları, başta sarık, suratta sakal beş karış garip ademler peyda olmuştu birden. Bu tiyatro başka bir oyuna hazırlıkmış, sonra anlaşıldı. Geçenlerde hava kar topluyor demiştim sanırım anlaşılmadı. Demem o ki bu tiplerin türemesi hayra alamet değil bu benim (bizim) izlediğimiz filmin yeniden çekimi olmasın. Cihanşümul hayallerinizi incitmek istemem bir Molla Kasım da sen ol deyip gülün geçin, şom ağızlığıma verin... İ.e

14 Mart 2016 Pazartesi

28 Şubat 2016 Pazar

FOTOĞRAF HİKAYESİ 17
"körebe ve koro"


(evet bu siyah kare bir fotoğraf mıdır? yüklediğinizi anlama bağlı sanırım. Kadim bir imge; körebe ve koro. Yedi İklimde yayınlanan bir hikaye; bugüne ve düne bakışıma dair bir not. i.e)

KÖREBE VE KORO
            Kadından bir cümle düştü yere.
            Ellerimle yaptım aşureyi, Sema pek sever. Şimdi gitsem, herhalde gelmiştir. Kocası da kendisi de bugünlerde çok çalışıyor. Mahalle mahalle dolaşıp anlatıyor. Mümkünse her eve girip bir gariban sofraya misafir olmaya çalışan kocasını, yalnız bırakmamak için çırpınıyor. Yemek hazırlamaya nasıl vakit bulacak? Son zamanlarda yorgunluktan olsa gerek, selam bile veremiyor. Aşure pek iyi gelecek. Hem laflarız belki. Hal hatır sorup çalışmaları ne alemde kendisinden dinlerim. İki kat aşağı tepsiyle inmek zor olacak, daha çocuklar da gelmedi okuldan. Yatıya kalacak değilim ya! Konu komşuya bir kaç kâse aşureyi dağıtıp gelirim. Kâse demişken, Şu cam kâseler nerede? Yeni olanlar, daha kutusu bile açılmamıştı.  üstteki dolaba koymuştum galiba. Ee burada da yok! Ay tamam geçenlerde şu üniversiteli çocuklara  götürmüştü bizimkisi. Evde çift  ne varsa teke indirdi. Yan binanın bodrumunda kalan Suriyeli misafirlerin eksikleri çok deyip duruyor. Apartmandakilere dağıtayım, onlara da götürürüm tabii. Sema yabancı mı canım? Makineden yeni çıktı porselenler, onlara koyarım işte. Köyden gelen cevizleri kırdırdığım iyi oldu. Öyle ekşili narlı sevmiyor. Şimdi işi çok olmasa kâseye fındığı doldurup öyle gelirdi. Abla sizin köyün buğdayı, senin aşure, senin ellerin ayarı diye tencereye kendi yanaşırdı. İşi var kadıncağızın. Tamam,  artık çıkabilirim.  Yemeğin altını kısayım. Anahtarım cebimde, gelen olursa arar nasılsa. Merdivenleri de yeni silmişler, bu kokuyu da hiç sevmem.  Sema hemen kapıya çıksa da verip dönsem ya da içeri geçsek, neyse geldim. Ayakkabıları içeri almamışlar, yeni gelmiş olmalılar. Bu koku burnumun direğini kıracak, abla biraz az koysan şu çamaşır suyunu, gene temizler. Zili duymuşlardır her halde şimdi gelirler. Zühallere de koymuşum bir kâse. Ah be kızım daha evleneli kaç gün oldu? Düğün çiçeğiniz duruyor kapıda. Çığlıkların gitmiyor kulağımdan. "İnsan evladı yapar mı bunu insan olana?  Anadolu çocuğu, gariban bir gurbet kuşunun kanadını niye kırsın? Delikanlı adam yapar mı bunu yapar mı ha?!" geldiği şehrin sayılı ailelerindenmiş, çok güzel bir kızdı. Çok da kabiliyetli hani, hatta yerel televizyon ve radyolarda program yapıp içli şiirler okurmuş. Şiir gibi kızdı. Papatyalar her zaman vazolara düşmüyor... Ah!   Olsa hemen damlardı. Yazık gitti. Aslında yandı garibim. Kaç gündür bakıyorum ne gelen var ne giden. Her sözünün sonuna "Ama abla siz de..." Diye başlayan taraf kokan sözlerini genelde duymazdan geldim. Hele giderken "Sizin yüzünüzden kalmadı huzur bereket..." diye sokmasa hançeri, canımı yakmasa idi keşke. Sevmiştim seni çocuk, kendi kızım gibi. Şu iki oğlan uçtu sayılır yuvadan, seni kondurmuştum içime. Ne yaparsan yap, bak gözüm yine kapının önüne takıldı. Eski bir çift terlik duruyor, onlar da ayrı yönlere yıkılmış öylece. Düzeltmek için bile içi boş evin kapısına yaklaşmak gelmedi içimden. O  bir çift terlik de benim içime batmak için öyle ayrı ayrı yönlere bakıp duruyor. Kızsan gene, huzurun yerinde olsa, o süslü ayakkabın, yeni boyanmış haliyle dursa orada. Ben senin büyümeni ve anlamanı uman yarım tebessümle geçsem eve. Ay Sema sen de toplanıp şu kapıyı bi açamadın! Evde olup da bile bile kapı açmazlık edecek değilsin elbet. Şu merdiven otomatiği de yanıp sönüp duruyor. Kapıdan bakıp da göremeyince belki ondan açmıyordur diye ışığı devamlı açık tutmak için elimde tepsiyle beni şebeğe çevirdi. Bir daha zile bassam mı? Yok ya kadın akşama kadar o programdan bu programa koştur koştur, kafa mı kalmıştır şimdi onda? Tekrar tekrar zile basıp bi de ben şişirmeyeyim kafasını. Karı koca ne çok çalışıyorlar. Allah gönüllerine göre versin. Sema anlatırken gözleri ışıl ışıldı. " Abla, şimdilik mahalle sonra ilçe, il derken Rabbim mahcup etmesin, kısmet işte. Bizimkisi sadece çalışma..." Ne güzel hayalleri var öyle... Başakşehir'e taşınmayı, o beğendiği, kapıda bekçisi olan, daireyi elleriyle döşemeyi istediğini ne güzel anlatırdı. Baya oldu bi kere daha basayım ben şu zile...
***
Kadından bir cümle düştü yere, vicdan paramparça...
/Körebe: Gözlerini bağladı. Çizilmiş çizgilere basmadan sekmeliydi. Kadınların oyunuydu bu; çizilmiş karelerden dışa çıkamazsın, çizgilere basamazsın. Oyun bu, körebe ne derse o olurdu. Olmazsa oyun biterdi.
Koro: Beyler game over anlayın artık. Nasıldı o şarkı? Şişli’de bir apartıman, Zeytinburnu’nda göğüdelen, siz hala göğe bakma duraklarında otobos bekleyen, romantik hain! Boş olum bu işler. Ne olsun hacıabi tıkırdayıp gidiyoruz işte. İşler dedimde arabaya bi plaka ayarlasana, yengenle benim isimlerimizin baş harfleri yazacak.
Körebe: Bir martının kanat çırpmasına aldırmadı. Kocaman bir bahçenin ortasına çizilmiş seksek çizgisinin çevresinde dört küçük nokta gibi gözüktüklerini bilemedi. Aç kapıyı bezirgan başı diye ünledi. Yağ satarım bal satarım diye cevap veren kadına kızdı. Çizgiyi geçemezdi.
Koro: Ben seni düşünüyorum. Herkes ne diyor size hiç duymuyor musun? İşin gücün yerinde daha ne istiyorsun. Evin var araban var. Bu yaptığınız, nankörlük!
Koro ve körebe birlikte söyler: Nankör, nankör, nankör.../
***
Kadından bir cümle düştü yere: Baba ben niye böyleyim? Baba keşke ben...
Suna abla niye bu kadar iyisin? Yok, Suna abla bu kadar iyi değilsin? Hangimiz meleğiz ki? Sen kızmadın mı Zühal’e hiç? O kocası olacak şerefsizin elinden kurtulup sana sığındı, yine sebep sensin demedi mi? Bu kadar iyi olma Suna abla. Sen de kırıl biraz, küs bize biraz. Komşu olmak hatrına değer mi? Sen hiç kirlenmedin mi? Bu fırtına hangimizi savurmadı ki. Suna abla yeter artık bekleme o kapıda. Açmayacaklar. Senden önce girdiler, gördüm. Duysan dediklerini, kurşun yemekten beter olurdun. Namusundan, iffetinden iki günde şüpheye düşen, bir sözle senden selamı sabahı kesen, bu hırsın çifte kumrularını, bırak artık. Biliyorum, kapı ardından bunlara şahit olduğumu bilsen onlara değil bana kızarsın. O ışık yanık kalsın da seni görsünler diye boşluğa el sallayıp duruyorsun. Kalktı kardeşliğin gemisi bizim limanımızdan. Kabul et artık! Bak hala duruyor. İki de bir Zühallerin kapıya bakma öyle mahzun. Olmuyor olmayınca. Düzelmediyse senden değil ya. Çocuk, çocukluk etti, kalsın orda. Kaynanası ağlamadı, ardından senin ağladığın kadar. İstanbul her sevenini basmıyor kucağına. Ne İstanbul şiirleri bilirdi değil mi? İstanbul’a da şiirlerine de lanet okuyarak gitti şiir kız. Kanadı kolu kırıldı da bir kini kırılmadı. Hançerleyip gitti. Yüzüne bakmazdım ben olsam. Kimle görüştüğüm var ki zaten. Gidip giyineyim. Yüzüme bakınca üç çocuk annesi değil yirmisinde genç kız gören Suna ablam, kimselere söyleyemediğim hastalığımı sana nasıl diyeyim. Baksana şu aynadaki halime; korku filminde çıkmış gibiyim, bacaklarımda morluklar, sarı, turuncu yara izleri, içime işleyen sancı izleri, kulağımın üzerinden başlayıp yukarı çıkan döküntü. Suna ablam; Zuhal şiir okur, gözün ışır be! Ben “Yine gam yükünün kervanı…” diye başlayan türküyü söylerim ışıyan gözün yaşarır. O Türküdeki gam yükünün kervanı gene geldi, hadi bölüşelim desem ne dersin? Abla ben ölsem mi? Dediğimde tokat yemiş gibi sarsılmış sonrada bir şey söylemeden sarılıp ağlamıştın. Şu aynadaki halimi görsen kızım deyip gene ferah sözler söyleyebilir misin? Bu kadar iyi olma be abla! Bilmiyorlar. Bi daha bakayım, kadın hala bekliyor. Yok, gitmeyecek bu, Sema olcak, kapıyı açıp da kötü bir şey derse, ben yolarım o karıyı. Hemen giyineyim. E be ablam sen de sigaraya da kızıyorsun. Yeni söndürdüm, kokacak artık biraz. Şu pencereyi açayım. Sese bak! Ne oynuyor bizim kızlar öyle? Sek sek çizgilerinin arasında körebe, bu zamane çocuklarına da akıl sır ermiyor yahu. Neyse şu kadını alayım içeri. Zühal’e de bana da koymuş aşure. Onun köyün cevizi, bizim köyün fındığı derken…
Cümle aldı başını gitti. Kadın düştü yere. Düşte kaldırdı cümleyi kadın. Koronun körebesi yeni oyunlar kurdu. Hep birlikte yeni tekerlemeler söylediler. “ Kinini ve kibrini akılla örten körü kim ikna edebilir? İnandıran ebee!
Kadından bir cümle düştü yere, çınardan bir yaprak, adı güz oldu.
İbrahim Eyibilir

 FOTOĞRAF HİKAYESİ 35 (yedi iklimde ve bir ortak kitap çalışmasında yayınlanan yazı i.e) 1984’TE ZORBA VE DİL             Bin dokuz yüz do...