18 Temmuz 2016 Pazartesi

                                       


FOTOĞRAF HİKAYESİ 24: Kapı ve Oda
( Teyzemin Radyosu'nda bir hikaye var; adı: Kapı. Bu fotoğrafta yer alan oda "kapı"da geçen olayların çoğuna şahittir. Bayramda kapısını şöyle bir açtım, içim cız etti. Eski şen şakrak günleri çok uzakta da olsa aile yadigarı olarak halen tertemiz tutuluyor. Bu dolaplar neler şahit olmamıştır ki... Bu odanın önü ve içi kenarda duran kapı çocukluğumun en önemli anı anahtarları. Kapı'da bir çocuğun gözünden seksen darbesi anlatılmaktadır. Genelde kitapta ya da dergide yayınlanan hikayelerinin tamamının yayınlanmasını doğru ve etik bulmam. Ancak darbe ve darbeciye bakışımı göstermesi açısından bugün için gerekli olduğunu düşünüyor, ilginize sunuyorum. Aslında Anadolu'da "oda" nedir ne işe yarar açıklamaya muhtaç bir konu gibi görünüyor. Onu da genç okurun merakına havale ediyorum. i.e)
                                     



  K A P I

                   Gürül gürül bir ırmağın yazı olup kâğıda akacağını düşünüp de kaleme sarılışınız olur ya, sonra ırmağın kaynağını koca bir kaya tıkar ya da boğazınıza büyük bir çalı takılır. İşte öyle bir sızı, bizim kapının bende bıraktığı iz.
                   Yapılışını ben hatırlamıyorum. Sıradan bir hızardan geçip beşer parçalık iki metre uzunluğundaki tahtalardan oluşan iki kanatlı kapıydı. Hatırama ve hafızama hep sadık olan oydu. Gün akşam olmaya meyledince ufka bakardım. Güneş bir adam boyu kalmışsa batmaya ve günlerden perşembe ise doğru halama. Tarzan başlıyordu. Filmin konusundan çok resim defterime neresini eksik çiziyorum da benzemiyor diye bakardım. Tarzana hiç benzetemezdim ama çizebildiğim bir şey vardı. Bir sabun kabında gördüğüm kadın silueti. Kaş, göz, burun delikleri ve dudak, kalın bir çizgi halinde küt kesilmiş saç, çenesini andıran üstü düz, altı hafif eğimli başka bir çizgi. İlk eserimdi. Herkesin görebileceği bir yere nakşetmeliydim. Elime sulu boyamı ve fırçamı aldım kapının sol kanadındaki ilk tahtaya işledim. O,benim bu ilk hatırama daima sahip çıktı. Eve dönüşlerimde bir yadigâr gibi gülümser, adeta hoş geldin derdi açarken kapıyı, elimin altında.
                    İlk günlerini arar olmuştu sanırım sonraları. Birkaç tahtası eğilip büküldü. Henüz ağaçken budamak olan özler tahta olunca koyu sarı ve sert parçalar olarak duruyordu. İlkin onlar terk etti kapımızı. Yarım çember şeklinde tuhaf yaralar açıp gittiler. Daha gür, bütün parçalarının aynı hizada olduğu zamanlarda sarı saçlı şirin çocuğu kimlerden korumamıştı ki. Güreş tutuşta ayağını kırınca teyzesinin oğlunun, donup kalmıştı. Aklı başına gelince ilk sığınağı kapının arkası olmuştu. Çember niyetine çevirerek götürdüğü traktörün ön tekerleği kendinden önce fırlamıştı kapıdan. Köyün içine geldiği halde hayvanından inmeyen kadınla kızı olduğu gibi düştü. Kadın şiddetle kapıya dayandı. Delikanlı kapı, geçit verir mi?
                    Bir yarısı olmayan kadın resminin üzerine tuhaf harfler yazılmaya başlamıştı. Garip şeyler oluyordu. Suların aktığı dereye insanlar akıyor, kavga ediyorlardı. Dayım kapının arkasına iki çuval badem ağacından düzenli parçalar koydu. Bir başka kavgada çuvallar yok oldu. Dayım avlu kapısının sağ yanındaki harflerden evdeki kapılara da yazmaya başladı. Dedem çocuklar gibi ağlamıştı dayımın adını sayıklayarak. Aslında tüm köyün kapıları, duvarları yazılarla dolmuştu. Hepsini okuyup anneme anlatırdım. Annem de mahkemede “Hâkim bey ben yazmadım sadece yağ kutusunu tuttum” diyen çocuğu anlatır, güler, sonrada tembihlerdi  “seni de götürürler, döverler” diye. Dış duvarlara yazılanları kazıdık çıktı. Annem üzerini yeniden toprakla sıvadı. Kapıya yazılanlar, yanık motor yağıyla yazılan o siyah harfler onca yıl kaldı benim yaptığım resimle beraber.
                   Bir gün her şey bıçak gibi kesildi. Ne kavgalar ne geceleri ovadan gelen silah sesleri. Artik hiç kimse dışarı çıkamıyordu. Babam her seferinde yalvarır gibi tembihlerdi dışarı çıkmamamı. Ama olsun, kapının tahtalarında ki aralık bana yetiyordu. Kamyona benzer içi asker dolu yeşil araçları seyrederdim. Her gün akşam gelirlerdi. Fısıltı halinde konuşulur olmuştu evde.
                   Belki çoğunu unuttum ama kapı hepsinden bir iz aldı üstüne, bırakmadı onları zamana. Ne var ki zaman ondan kendini almaya başlamıştı. Bir kanadı açılıp kapanırken yere değiyor, kapatırken kaldırmak gerekiyordu. İnsanlar artık kavga etmiyordu. Çocuklar kahveye giremedikleri halde, beni-ölen çocuğu Ali’nin arkadaşı olduğumdan-çok seven Cimbiş Dayı kahvesine alırdı. Çay ocağını karaltısında Menekşe Abla’mla beraber televizyon seyrederdim. Televizyondaki insanlar spor yapıyor, yararını anlatıyordu. Bir de orda çıkan çocuklar kısa şort giyiyordu. Bende aynısını yapmalıydım. Komşu pazardan cehennem azabı çektirerek aldırdığım eşofmanlarla-yanları iki beyaz çizgili, lacivert- kapının aralığından etrafa baktım. Sabah saatleri ve sakin, teyzemlerin eve kadar koştum. Televizyondaki insanlar gibi. Beni gören komşularımız bana çok garip baktılar. Televizyondaki çocuklar gibi şortla dışarı çıktığımda da böyle oldu. Çevremdeki herkes çocukluğumu ve çocukça şeyleri unuttular biliyorum. Ama kapı unutmadı, her dokunuşumda sanki bıyık altından bir gülümsemeyle, yüzümün kızarmasını bekler gibi gelirdi bana.
                    Başım üzere kavak yelleri hayrat gezerken onun da bir kavak olduğunu unutup hırçın çarpışlarımda ya da gece yarısı evdekiler uyanmasın diye ses çıkarmaması için yalvardığımda beni kucaklayan engin anlayışı idi.
                    Artık ailenin gözünde yokluğa bir namzet gibi görünmeye başlamıştı. Kırık dökük ve yalnızdı. Komşu kapıların hepsi demire devşirilmişti. Bolu Bey’i gibi mağrur bakar olmuşlardı kapımıza. Hele şu üç yaşındaki salkım söğüdün, salkım saçak salınıp önüne kapatması yok mu? Onu kahrediyor olmalıydı. Çamlıbel’i düşünüp düşünüp derin bir iç çeker hali vardı. Benim okul masraflarımdan ötürü, daha uzun kalışını bilirdi sanki evdekilere ettiği inadı bana etmez çabucak açılıverirdi.
                    Salkım söğüt ile karakavağın yeşil yaprakları arasından mavi bir siluet gördüğümde anladım ona kıydıklarını. Ferman demircilerindi artık. Kapı kışa odunluk niyetine sağ tarafa yatırılıvermişti öylece. O çocukça resmim, çocukluğumun garip günlerini hatırlatan en üstteki yazılar ve çocukluğumun en nadide bir yanı atılıvermişti.

İbrahim Eyibilir
                                                                                                        

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

 FOTOĞRAF HİKAYESİ 35 (yedi iklimde ve bir ortak kitap çalışmasında yayınlanan yazı i.e) 1984’TE ZORBA VE DİL             Bin dokuz yüz do...