( Yedi İklim Dergisinin Eylül sayısında Üstat Sezai Karakoç'un Mevlana kitabı hakkında bir yazım yer aldı. Şeb-i Aruz vesilesiyle yazıyı yeniden dikkatinize sunuyorum. Sahih bir okumaya vesile olur umuduyla...)
GÜNÜN MEVLÂNASINDAN DÜNÜN MEVLÂNASINA BAKIŞ
/Mevlâna, bir islâm ereni, bir islâm önderi, bir
islâm düşünürü, bir islâm şairidir. Bu en basit gerçeği bile saptırmak için
nice yıl ne diller dökmediler. Fakat güneş balçıkla sıvanmaz. Hakikat ortaya
çıktı. Şimdi Mevlâna, o günahkârları da: " gel, gel yine gel" diye İslâm’a
çağırıyor. Mevlâna: syf.79,s.k/
İsminden önce eseriyle tanıdık biz onu. Biz kim miyiz?
Bazen doksan kuşağı bazen yetmişlerin ortası, yatılı okul ranzalarının yastık
altlarında gezinen fotokopi kâğıtlarında bir şiirdi bizi ona götüren. Mona Roza
diye okunan, yüreğin ucu yanık şarkılar anlaşılan kaybedenlerin,
tutunamayanların sesi bir söyleyişti sanki. Sonra Taha bir kavis gördü biz
göremedik mesela ya da Hızır’la Kırk Saat geçti kırk asra bedel biz hayret
makamında hayran kaldık. Adını öğrendik sonra, gülle andık; Üstat Sezai
Karakoç…
Medeniyetimizi bir bütün olarak kuşatan bir bakışın
dünden duyduklarını yarına seslenirken biz bu günde şahidi olmanın idrakinde
yeniden anlamaya çalıştık. O bir şair; bu urba üstünde oldukça diğer eserleri,
istemese de gölgede kaldı. Oysa yeri geldikçe, karanlık bastıkça, bir yıldız
gibi parlayan eserler olduğunu daha iyi anlıyoruz. Bu yazıya konu olan, Üstadın
inceleme serisinde yayınlanan “Mevlâna” adlı eseri. Bu seride Mehmet Akif Ersoy
ve Yunus Emre incelemeleri de yer almakta. Bir sonraki yazıda kalemde mecal
kalır, dağarcıktan cümle düşerse Yunus Emre adlı inceleme eserini ele almayı
düşünüyoruz.
19 Aralık 1988 ile 27 Mart 1989 tarihleri arasında
Haftalık Diriliş Dergisi’nde yayınlanan yazılardan oluşan kitap 3. Baskısından
sonra Ek bölüme konan dört yazıyla tamamlanmış. Eser on beş bölümden oluşmakta.
Bu bölümlere bakacak olursak; öncelikle Mevlana Celalettin
Rumi’nin ortaya çıktığı ortam edebi bir dille şöyle tespit edilmiş. “ Anadolu
kadar, Doğu’yla Batı’nın kapıştığı, küfürle islâmın çarpıştığı bir başka toprak
yok. İslâmın doğuşundan kısa bir süre sonra başlayan karayla akın savaşı, bu
topraklarda 600-700 yıl sürdü.” Mevlâna,
umudun karardığı bir dönemde ortaya çıktı. “Maveraünnehir’i yakıp yıktıktan
sonra Anadolu’ya uzandı Moğollar. Anadolu’nun kanını emdi derisini yüzdü ve
iskeletini kemirdi bu akın.” O klasik söylemle ifade etmek gerekirse, taş üstünde
taş, omuz üstünde baş bırakmayan bu felaketin ortasında göğermiş bir vaha
Mevlâna. Moğollar taş üstünde taş olan imarı yerle bir ederken omuz üstünde baş
olan İslam ahlak ve öğretisini de adeta yerle bir etmiştir. Yıkmak, her daim
zalimlerin en iyi yaptığı iş olmuştur tarihin her devrinde. İnşaa etmek, kurmak,
medine oluşturmak her zaman zordur. Her yeri bir harabeye dönmüş Anadolu
toprağında yeniden taş üstüne taş koyacak omuz üstünde başı gönül üzre ihya
edecek bir anlayış inşaa edici bir ruh gerekli idi. Bu inşaa etme yeniden kurma
ve diriltme her zaman doğru anlaşılamıyor maalesef. “ Mevlâna ve arkadaşları,
bu dönemde yönetimle ilişkilerini kesmemişlerdir. Onların, Moğolların
egemenliğinde olan bu yöneticilerle ilişkilerini sürdürmeleri çelişkili gibi
görünebilir bugün gözümüze. Hatta kendileri ruhlarıyla maddeten Avrupalıların,
Amerikalıların ve Rusların işbirlikçisi olanlar, gazetelerindeki dizi
yazılarda, Mevlâna’yı Moğol işbirlikçisi gibi göstermeye yeltenmişlerdir.”
Kitabın ilerleyen bölümlerinde mevlâna’ının
bir medrese hocasından bir dervişe bir mürşide dönüşümünün nasıl olduğunu
görürüz. Beşinci bölümde bu değişim, dönüşüm şöyle anlatılır. “Veli, kendi
gönlünün istediğini değil, toplumun ihtiyacı olan hizmeti işleyen kişidir.
Mevlâna, /biz nerde, şiir nerde/ der ve açıklar: / biz memleketimizde, yani
Belh’te kalsaydık, medresede ders vermekle yetinecektik. Orada, medresede ders
okutmak hizmet için yeterliydi./ Ama Anadolu’da Mevlâna, medresede ders
vermekle yetinilemeyeceği görüşündedir. Medresenin dışında da yapılacak büyük
görev vardır. Devlet görevlileri, hatta halk uyandırılmaya, aydınlatılmaya
muhtaçtır. Ancak bu aydınlatma klasik metotla yapılamaz. Ders, medrese, vaaz ve
nasihat camide etkili olur ama bunların dışında da geceli gündüzlü bir telkin
ağı kurup Müslümanları Hristiyanlık ve putperestlik etkilerinden korumak
gerekiyor.” Yukarıda bahsi geçen metot ilerleyen sayfalarda şöyle özetlenir.
“Denebilirse, Muhyiddin-i Arabî tümden geliyor, Mevlâna ise tüme varıyor.
Sohbet, toplum, halk, giderek Yaratıcı’yı arıyorlar. Kişi gönlünün tevâzuu,
kendisinde değil, bir başka gönülde görmek ister tecelliyi, hakikatin
tecellisini. Hakikate varışın ilk basamağı olacaktır diyalog. Bir nevi,
Mevlâna, ruh diyaloğunun Eflatun’udur. Muhyiddin-i Arabî’nin bilgin katında,
bir nevi tepeden inme gelen hakikatine karşılık, halkı halkalayan bir gönül
gönüle söyleşidir, halktan Hâlık’a yöneliştir Mevlâna’nın, Anadolu mizacına
bakarak izlediği yol.”
Mesnevi, Divan-ı Kebir ortaya çıkmadan önce Mevlâna’da
manevi bir patlama olur, adı: Şems-i Tebriz “ Şems-i Tebrizî’nin gelişi,
Mevlâna’nın kendine gelişi, kendi kendini buluşudur. Gönlünün ilk silahını
denediği nişan tahtasıdır. Bir yankıdır Şems-i Tebrizî. Şems-i Tebrizî ile konuşmak,
Mevlâna için bir monologdur. Ayniyle Şems-i Tebrizî için de Mevlâna öyledir.
İkiz ruhlardır onlar. Büyük yolculukta kader arkadaşı, kader yoldaşıdırlar.
Mevlâna ve Şems-i Tebrizî, ayni ruhun iki yüzü. Bir elmanın, bir olmanın iki
yarısı.” Mevlâna ve Şems karşılaşması
bir ateş tecrübesi ki hakiki cevher ateşle çıkar ortaya. Ham ruhlar dün bunu
anlayamadılar Şemsi Konya’dan kovdular. Bugünün ham ruhları ise Mevlâna’yı
anlamadıkları gibi onun engin bakışını ruh dünyamızdan kovmaya çalışıyorlar.
Dünün hamları bugünkülerin yanında hakiki derviş kalır zira bugünün hamları hem
anlamıyor hem de izandan insaftan yoksun adeta bir Moğol yıkıcılığıyla
saldırıyorlar. Biliyorlar ki saldırdıkları sadece Mevlâna değil onun önünü
açtığı nehrin kurutulmasıdır. Çünkü o açılan nehir üzerine bir Osmanlı ve
medeniyeti inşaa edilmiştir. Sanıyorlar ki o bağı koparabilirlerse Yunus’u Hacı
Bektaşi Veli’yi ve diğerlerini koparabilecekler.
Mevlâna’nın ilk eseri olan Mecalis-i Seb'a'dan, Divan-ı Kebir'e oradan
Mesnevi'ye giden kamil insan yolculuğunu dikkatimize sunuyor Üstat. Kitabın on
birinci bölümü Mevlâna ve Mevlevilik üzerine önemli bir açıklama barındırmakta.
"Gel, gel, yine gel! Ne olursan ol yine gel! Burası ümitsizlik dergahı
değildir. Tövbeni bin kere bozmuş olsan yine gel. Mevlâna'ya atfedilen ve islam
karşıtlarınca, murat edilmeyen ve murat edilmesi mümkün olmayan bir anlama
çekilen âdeta bulundukları hâl için Mevlâna'nın fetvası gibi değerlendirilmek
istenen söz, şiir, bazı araştırıcılara göre. Mevlana'nın değil, daha önce
gelmiş bir İran şairinindir. Öyle olsa, Mevlâna'nın da olsa fark etmez. İster
olduğu gibi, ister ilavelerle alıntılanmışı olsun, ister Mevlâna tarafından
söylenmiş bulunsun, O'nun yoluna ve düşüncesine uyan bir düşünceyi içermektedir
bu şiir.
Mevlâna'nın tüm eserleri,
bu çağrı gibi bir çağrıdır zaten. İnsanoğluna bir çağrı. Tümünü bir türkü, bir
şiir, bir nutuk, bir öğüt gibi düşünmek mümkün. Bu sesleniş de, bu bütünün öz
bir parçası. Makro bakışla Mevlâna'nın tüm eserinde bulunacak olan, mikro
bakışla da bu çağrıda özetlenmiş olarak bulunabilir... Mevlâna, /Ne olursan ol,
putperest olsan da, Hıristiyan olsan da, gel/ diyor; /olduğun yerde ve olduğun
gibi kal/ demiyor. Eğer çağırdıklarını olduğu gibi ve olduğu yerde bulunması şeklinde kabul
etseydi 'gel' demezdi. Oysa 'gel!' diyor. Eğer kâfirin kâfirliğini,
Hristiyan'ının hıristiyanlığını, Yahudi'nin yahudiliğini, günahkârın
günahkârlığını tasvip etseydi, neden 'gel!' diye çağırsın?"
Özetle
bu yazıya sebep; eskilerin tabiriyle elifi görse mertek sanacak bir güruhun
adını elif koydukları varaka toplamlarında Mevlâna’nın söz ve düşüncelerine
tumturaklı taklalar attırarak eserlerini yazı esnafının yağmalamasıdır. Bu ilim
irfan deryasını turistik bir folklor gösterisinin parçasına dönüştüren
anlayışın gerçeği perdelemesinin yanında beyin ve gönlünü iptal edip sadece
beliyle düşünen ölüme bile düğüne gider gibi giden ulvi anlayışı sapkın
imalarla kirletmeye hazır düşmanca bakıştır. Bu ifrat ve tefritin ortasında
kuşatıcı bir bakışa ihtiyaç var. Üstat Sezai Karakoç medeniyetimizin tümüne
bakışıyla da bir öncüdür. O “diriliş” diye adlandırdığı bu kuşatıcı bakışta
yıkmayı değil inşaa etmeyi ve diriltmeyi amaçlar. Medeniyetin değerlerine
bakışı değerlendirmesi de bu yolla olur. Baktığı yerde iyi, doğru ve güzeli
ortaya çıkarmıştır hep. Yukarıda ipuçlarını verdiğimiz bu ifrat ve tefrit
içerikli bakıştan öte böyle sahih bir bakışın daha faydalı olacağı düşüncesi bu
yazıyı kaleme aldırdı. Elbette bu yazı ne Mevlâna’yı anlatma ne de üstadın aynı
adlı eserini hakkıyla tanıtma iddiasındadır. Bir işaret, bir işaret fişeği
fırlatmak okura, ilim, irfan ve hikmet denizinin eşiğine varırken doğru
kılavuzu haber vermektir. Belki de en kısa özet; sahibinden ihtiyaçtandır…
İbrahim
Eyibilir
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder