Türk Dil Kurumunun süreli yayını Türk Dili Dergi'nde daha önce yayınlanan (aşağıdaki linkten
de ulaşabilirsiniz) "bakkal" adlı hikaye... Teyzemin Radyosu'nda ortalarda yer aldı.
BAKKAL
Siyah
beyaz bir fotoğraf, düğün fotoğraflarının arasından düşüverdi yeni yuvanın
ortasına. Tebessüm, tombul yanaklarında kırk yıllık konaklı gibi yerleşik
duruyor. Şimdi hatırlıyor, sonradan anasının giydiremediği kazakları
çocukluğunda üstünden çıkarttırmadığını. Ellerini beline koyup efelenerek poz
vermesine dayılarına olan özenti sebep olmalı. Böyle efelenme ile bu tombul
tebessüm tam çocuk masumluğunca fotoğraf olmuş. Ne bu kareli gömleğin ne bu
pantolona benzeyen şeyin rengini hatırlayabildi. Sol paçasının bitimine yakın
ortaya fırlamış ip parçası, yokluğun şahidi. Lastik ayakkabıların hikâyesi daha
okunaklı görünüyor fotoğrafta. Köylünün pekte rağbet etmediği, topuğu hafifçe
yüksek olan, iskarpini andıran bu ayakkabılardan aldırırdı her seferinde.
Eşiyle misafir tedirginliğinde çocukluk anılarını süzdüler fotoğraftan. Siyah
beyaz çocukluğun üç resminden biriydi bu. Tandır evi yapılırken iki kerpice
bağlanmış daha yürüyemeyen tombul sarı saçlı tebessüm, birde ailenin misafir
evi olarak kullandığı odanın önünde çekilmiş olan fotoğraf vardı. Önde,
bastonuna dayanmış, ihtiyar bir gölgeyi
andıran dede. Henüz köye elektrik bile gelmemişken, pilli radyoların ya da
Almancıların getirdiği teyplerin bir mucize hayranlığı ile gözlendiği demlerdi.
İhtiyar gölgenin, savaştan dönen babasının hasta bedenini ve ölümünü
anlatışını, kendisinin “Bana ne! Ben konuşmayacağım” deyişini, dinledi doldurulmuş sesliklerden.
Torun sararmış fotoğrafın kenarında kaçarken yakalanmış gibi duruyor. Askılı
kadife pantolonun cebine ellerini sokmuş. Kaçamak poza, öfkeli bir kuruntu da
eklemiş. En kenarda duran öfkeli
kuruntunun birden bakkal Yunus Dayı’ya koştuğunu gördü...
...
—İki
liralık lokum ile püskevit ver Yunus Dayı!
Evin tek çocuğu
olmasa bu kadar çok parayı bir arada göremeyecek yoklukla yoldaştı. Kerpiçten
yapılmış, toprakla beyaza sıvanmış, önü seki yapılmış bu küçük bakkal. Askılı
kadife pantolonuyla tombul sarı tebessüm avucunda sıkıştırdığı iki buçuk
lirayla, muşambayla kaplanmış masanın önünde durdu. Yunus Dayı sormadan ne
alacağını söylemek cesaret isterdi. Loş ve serin mekânda gözleri alışık olduğu
masanın arkasında duran bisküvi, lokum, sormşeker, akide şekeri, leblebi, nohut
kutularını süzdü. Lokumla bisküvi kutusunda takıldı gözleri. Lokumu uzatıp
bisküvinin ortasına yerleştirip iki bisküviyle sıkıştırıp yemeye bayılıyordu.
Yutkundu. Gözlerinin kenarından Yunus Dayı’ya baktı. Burnunun ortasına kadar
düşmüş gözlüğü ile önündeki siyah beyaz gazetesini vekil ciddiyeti ile
okumaktaydı. Üstünde terazinin olduğu, arkasındaki raflarda çerezlerin
dizildiği girişteki masada değil de soldaki pencerenin yanında daha küçük olan
masada otururdu genelde. Masanın pencereye yakın kısmında siyah bir telefon,
yandaki kolu çevrildikten sonra konuşulan köyün tek telefonu. Yunus Dayı’nın
köyün posta acentesiydi o zamanlar. Pencerenin önünde her zaman bakımlı olduğu
belli olan çiçekleri vardı. Masanın karşısında bir sandalye daha dururdu sadece
köye gelen memurların oturmaya nail oldukları. Bu özel sandalyenin üzerinde
tavana yakın kısımda tahtayla yapılmış bölümünde pilli radyo. Ajansların
(angaranın) derin bir merak ve hayretle dinlenildiği radyo. Burnunun ortasına
kadar düşen gözlüğünün üstünden masanın önünde duran, yutkunup, korkuyla
karışık ürpertiyle bekleyen, sarı çilli tebessüme:
—Ne isteyon dayım? Diye sordu.
—İki
liralık lokum ile püskevit ver Yunus Dayı!
...
Yavuz ve Mahmut ile çocukluklarının hamuru beraber yoğruldu. Pırla gibi
döndüler o bakkalın etrafında. Yunus Dayı bakkalda ise yanına yaklaşamazlardı.
Üstelik Yunus Dayı Yavuz’un öz amcasıydı. Ancak akşam oldu mu oğlu Ayhan ağabey
gelirdi bakkala. Yunus Dayı varken granit ürpertiler veren o bakkal, akşam
kendini ele verirdi. Kısa yaz tatillerinde düşülmüş sevdaların ergen
kayıtlarını geçtiler kerpiç duvarlı bakkalın sekisine. Bazı an fırtına yorgunu
gemilerin liman huzurunu fısıldadılar sekideki taşlara. Türkünün fısıltısıyla
çayın demini sigara dumanıyla şenlendirdikleri bir akşam, her gün bir şeylerini
dinledikleri sekiden Yunus Dayı’yı dinlediler.
...
Berberliği yeni bırakıp yerine bakkal açan genç adam bakkalın önüne
oturdu. İki kızdan sonra iki de oğlu olmuştu. Ellerine tutuşturduğu şekerlerle
eve savdı. Briyantinli saçları, uzun yakalı gömleği, bıçak gibi ütülenmiş
pantolonuyla çarıkla kağnının ardından yürümeyen adeta sürünen köylülerinden ne
kadar da farklıydı. Yarıdan fazlası okuma yazma bilmeyen köyün
okuyanlarındandı. Köylünün ya şehirde ya da tesadüfen bulabildikleri gazetedeki
resimlerde gördüğü adamlara benziyordu. Bakkala erzak almak için her hafta
kasabaya giderdi. Şoförün sağındaki koltuk her zaman onundu. Kimse gelip oraya
oturmazdı. Kırk yıl boyunca bunu değiştirmek istemedi kimse. Ta ki takatsizlik
onu o bakkala çakana dek. Akşam bir hareketlilik alırdı bakkalın önünü.
Kağnılarıyla tarladan dönen köylüler, bakkalın karşısındaki köy çeşmesinden su
alan çamaşır yıkayan kadınlar ve bunların kavşağında yer alan bakkalın
sekisinde oturan eski berber yeni bakkal Yunus Dayı. Ayağı çizmeli eli dipçikli
tahsildarları yeni ağırlamıştı.
Sülalenin ileri gelenlerinin uzun zamandır ima ettikleri muhtarlık
meselesinin kıvamı tamamdı. Tarla dönüşü çevirip hem yorgunluk çayı içmeli hem
de akşam odada, yaklaşan muhtarlık
seçimlerinde adayın belirlenmesi için toplantı yapılmasını söylemeyi düşündü.
Ama önce bu gün gelen misafirlerini anlatmalı, kendisini nasıl arayıp
sorduklarını, köylü için çizme, çizme gıcırtısı, dipçik, dipçiğin çizmedeki
sesinden öte olmayan bu devlet adamlarının kendisinin ahbabı olduğunu
vurgulamalı idi. Onlara, okuduğu kara yazılı gazeteden havadisler aktarmalı,
radyoda çalan memleket havasından bahsetmeliydi. Sonradan vazgeçti, tarladan yorgun gelen
insanlar bu kadar bekletilmezdi. Hemen bir çay ikram eder diyeceklerini de
odadaki toplantıda söylerdi. Bu düşüncelerle tarla dönüşünü gözlerken
köylülerinin, iki güğümün cilveli şangırtılarla yanında duraklamasıyla
irkildi. Birbirleriyle aralarında
dedelerinden miras düşmanlık olan iki sülaleden oluşuyordu köy. Aliler ve
İsmailler. Kendisi Alilerdendi. Kendisine siyasetten diş bileyen komşuları
İsmaillerin gelini Ayşe’ydi bu. Siyasi hasımızda namus düşmanı olunmaz komşuyla
diyerek başını çevirecek olsa da zülüf üstüne dizilmiş sıra altınların çağrı
kokan çınlamasından kendini alamadı. Amacına ulaşmış bir çift kara göz, kılıcı
kınından çekercesine gözlerini çekti bakkalın üstüne. Sertçe başını çevirip
hışımla güğümleri aldı yerden. Kaşıyla, gözüyle, konuşan güğümleri, bağıran
altınlarıyla, kopmamak için feryat eden kazağının düğmeleriyle taze siyasinin
belasıyım diyordu Ayşe.
Beyaz
toprak sıvalı köy odasında sigara dumanından göz gözü görmüyordu. Tezek kokusu,
ter kokusu hepsi bir birine girmiş bu koku harmanına tarla işini yeni bitirmiş
kışı karşılamaya hazırlanan köylünün konuşması da eklenince bu tufanda herkes
biraz kendi kendineydi. En fazla kendi kendisiyle kalan Yunus Dayı idi. Yazdan
beri çifte güğümün çınlaması hiç dinmemişti. Kolunu dayadığı hasır yastığın ön
yüzüne işlenen nakışın içinde gezinmeyi bırakıp ortada serili kilimin
nakışlarına yürüdü. Mendilin dört ucunu toplayıp itina ile düğüm yapmıştı,
içine koyduğu çerez yolda dökülüp saçılmasın diye. Yazdan beri bu kaçıncı?
Unutmuştu. İşi sezmiş eski kocalardan bir kaçı kenara çekip bu işin kokusu daha
fazla çıkmadan vazgeçmesini söylemişse de (o dinledi de) gönlüne pek kâr
etmedi. Nereye gider nasıl olur? Böyle kalabalık yalnızlıklarda aklına
takılırdı. Çifte güğüm çeşmeye salındı mı düşüncelerin yerini fettan düşler
alırdı. Dolaştığı kilim nakışlarının arasından köylüsünün seslenmesi çıkardı.
“eee muhtar adayı hep böyle suscan mı? Ülen daa muhtar olmadan köyün derdi seni
mi sardı? Üç beş oy eksiğimiz var. Sen de kıycan birkaç torba çereze. Bir
mendil çereze bu köylü milleti neler yapmıyor ki?” diyen komşusunu dinliyordu. Son sözünden
sonra yüzünde “senin mendilden haberim var” diyen hınzır bir gülümseme vardı.
Suçüstü yakalanmış gibi ter bastı. Kendisini kenara çekip nasihat verenlerin
yanında sırtını sıvazlayıp ona hayranlıklarını gösterenleri hatırlayıp
rahatladı. Ne olacaksa olsun yav dedi içinden. Şimdi Menderes’in durumunun
karışık olduğunu anlatıp ilerde kendi adamlarının yine işin başında olacaklarını
anlatırdı. Bu hafta kasabaya gittiğinde konuştuğu ahbabının siyasi geleceğinin
nasıl açık olduğunu sıkıştırırdı araya. Geçenlerde yaylada kuzu kesip
ağırladığı dostuyla ne kadar samimi olduğuna taze tezek sürülmüş ocağın dibine
sokulmuş çobanı şahit gösterirdi. Ailecek görüştüklerini köylü zaten biliyordu.
İlde, kasabada her işlerini nasıl yaptırabileceklerini, ovanın ortasından geçen
yolun asfalt yola dönüştürülebileceğini ballandırarak anlatır. Karşı tarafın
adayı hakkında bolca küfürle birlikte onun da adaya gidebileceği gibi bir korku
iması salardı. Korku burada her daim iktidardı. Ve bu ima sabah olmadan
sahibini bulurdu. Aklından geçenleri fazlasıyla uygulayınca tabakasını çıkardı
bir sigara çay ekledi keyfine. Yavaş yavaş köylüler evlerine dağılmaya başladı.
Sırrını paylaştığı, kendini sülalenin önüne çıkaran has adamları kalmıştı.
Gidenlerin arkasından durum değerlendirmesi yaptılar. Kim güvenilir kim
güvenilmez. Bu sefer kesin alacaklarına dair inançlarını bir birine telkin edip
onlarda kalktı. O kaldı. İçinde bambaşka bir kıpırtı vardı. Gidenlere bakkalda
işi olduğunu söyleyip oyalandı. Odayı kapatıp bakkala yöneldi. Arkasından bir
gölgenin geldiğini sonradan fark etti. Hasım komşunun kürküne benzetti gölgenin
üstündekini. Görmemiş gibi bakkala yürümeye devam etti. Gölge yirmi metre
arkasından gelmeye devam ediyordu. İçine bir korku düştü. Acaba biri işi fark
etti de kendine pusu mu kuruyorlar diye düşündü. Belini yokladı. Yerindeydi.
Hızla kendini bakkala attı. Kapıyı sürgüledi. Bir iki dakika sonra kapı ürkekçe
tıklatıldı. Silahının namlusuna kurşunu sürdü. Çıkan sesin dışarıdan duyulması
için kapıya doğru tuttu. Tedirgin bir “kim o?” dedi. Dışarıdan gelen “benim”
sesi tüm korku ve tedirginliğini alıp götürdü. Bu oydu. Kapıyı açar açmaz
ışıkları kapattı. Bulutsuz akşamda ay ışığının şavkı bakkalın penceresinden
içeriyi aydınlatıyordu. Gözlere ve sözlere ihtiyaçları yoktu. Ay ışığında
masanın üzerindeki gazete dergi ne varsa nefes nefese uçuşuyorlardı. Üzerinde
darağacı resmiyle adadaki hakkında ne dilediğini bağıran dergi pencerenin önüne
fırladı. Kara yazılı gazete yerlerde paramparçaydı. Gölge kürkünü giydi
alelacele. Cepleri mendil mendil çerez doluydu.
Gülovası’nda
namı yürümüştü. Bu ovaya ilk traktörü getirenlerden biri de oydu. Bir dönem muhtarlıktan
sonra muhtarlığı bitse de küçük bakkalında kurduğu büyük saltanatı daha bir
kavileşti. O saltanatın içinde o küçük bakkal büyük bir fildişi kuleye dönüştü
zamanla. Bir aristokrat gibi alışkanlıkları değişti. Ne karısını ne karısının
yaptığı yemeği ne yıkadığı çamaşırı beğenirdi. Köydeki kimsenin evinde olmayan
düzen onun evinde olurdu. Şehirli dostlarına kendi elleriyle yemekler yapar
ağırlardı. Haftanın belli günleri bakkal dolup boşalırdı kravatlı
misafirleriyle. Köylülerinin, yüzünde ender gördükleri tebessüm güneş gibi
açardı. Köylü onunla konuşmaya çekinirdi. Ya giyiminden ya konuşmasından ötürü
ya bir azar işitir ya da aşağılanırdı. Üzerinde, kürkünü giymiş gölgenin izi
kalsa da alış verişinde hile olmayışı, köylünün tüm bunlara rağmen alış veriş
için onun kapısına gelmesine sebep olurdu. Bir de ilin ötesinde Ankara’da
olacak tüm işler Yunus Dayı’nın elinden çıkardı. Kahvelerin ikiye ayrıldığı
zamanlarda Ecevitçilerin kahvesine gider henüz mucize etkisini kaybetmemiş
televizyondan haberleri dinler, kulesine dönerdi. Farklılığından kaynaklanan
uzaklık ve gizem köylülerinin üzerinde garip bir saygı oluşturdu. Bu kahveye
ender gelişlerinde, saygıyla yer gösterilir, haber dinlemeye en uygun yere
oturtulurdu. Köyde duyulan yeni bir söylenti köylünün gözünde Yunus Dayı’yı bir
efsaneye dönüştürdü. O artık bir milletvekili dünürüydü.
…
“Benim
de yazım böyleymiş oğul” sitemlerine aldırmadan anasını getirdi İstanbul denen
denize. “Eşin dostun kızını gösterdik onca yıl hiç birini beğenmedin”
deyişlerine “Yok anam beğenmemek değil” ezilmeleriyle cevap vermeye çalışırdı.
“Hangi kıza heveslendimse gelin olup uçtu. Sen de geldin otuzuna. Gene de
korkuyorum oğlum. Elin yabanında hele İstanbul gibi bir yerde biz ne yapar
nasıl sığınırız? Biz köylüyüz, hayvanımız var ahırımız var. Üstümüz kokar,
yaptığımız değişik gelir, yediğimizi içi almaz” yalvarmalarına aldırmadı.
“Nasip be ana…” hem uzun hem de kısa konuşmalarıydı. Evlat dedi düşüp peşine
geldi. Köyünde dışarıdan gelip geçimi zehir eden gelinlere benzemeyen bir gelin
adayı bulunca yorgunluktan yığılırcasına uyuyup kaldı. Misafirler tüm
yabancılıklarına rağmen kız istemeye gelmiş olduklarının bilincinde ortaya
laflar söylüyorlar, yine de tutuk zaman geçip kız istenip yüzük takılamıyordu.
Çocukluğunda efelenerek özenip fotoğraflara poz verdiği öğretmen dayısını da
getirdi ki ağzı laf yapar düğümü açar diye. O da tutulup kalmıştı. Güngörmüş,
eşinin dayısı araya girip çabuklaştırmasa sabaha kadar havadan sudan
konuşacaklardı herhalde. Düğüm çözülüp yüzükler takılınca herkese bir ferahlık
geldi. Yeni akraba adayları yakınlaşmayı hızlandırmak adına ortak tanıdıklar
bulma arayışına girdi. “Bizim uzaktan bir akrabamız var sizin memleketten
evlenmişti.” Diyen kayınpederinin bu ortak tanıdık bulma umuduna bütün misafirler
pür dikkat kesildiler. “Boşandı sonra. Adamı tanırsınız eski milletvekili
…” Yüzükler takıldıktan sonra dili
çözülen dayı, kız istemedeki mahcupluğunu ortak tanıdığı teşhis ederek üstünden
atmak istiyordu. “Bizim Yunus Dayı var, senin bahsettiğin o milletvekiliyle
dünürdü onlar”
…
Bugün
bakkalı açası yoktu. Bu köyde kendini iyi ve özgür hissettiği o kale de artık
korumuyordu gam yükünden. Milletvekili çocuğu dedik nerden bilirdik böyle
olacağını. Yuvası bozulup iki çocukla böyle ortada kalacağını bilse kızını
verirdi bir çobana gözünün önünde olurdu. Yokluk olsa da huzurun zengini
olurlardı bari… Günlerce kendiyle kavga etti. Sonra yara kabuk bağladı. Bakkal
açıldı. O kalede saltanat olmasa da PTT acenteliği adı altında köylüyle temas
kurduğu saygı gördüğü yeni bir bağ vardı. Asker mektupları, sınav sonuçları,
beklemeli çevirmeli telefon görüşmeleri vardı. Bakkal yine dolup boşalıyordu.
Tezgâh görevi gören öndeki masanın dışındaki küçük masanın sandalyesinde köye
gelip giden memurların oturması eksik olmuyordu. Küçük oğlan Ayhan istediği
gibi olmasa da büyüğü istediği gibi yetişmişti. İyi bir aile kurmuş, komşu ilde
işe girmişti. Kızında yaşadığı hüznü, küçük oğlanda yaşadığı hayal kırıklığını
büyük oğlunun hayal ettiği yere doğru gitmesi teselli ediyordu. Bakkalın küçük
penceresinden yandaki sekiye bakıp paylaştığı gölgeden anıları vardı. Yunus
Dayı bakkala bir kez daha küstü. Şoförlük yapan büyük oğlu trafik kazasında
elinden kayıp gitmişti. Onu kimse daha önce böyle görmemişti. Kalabalığın
arasında dizlerine vura vura oğluna ağıtlar yakan babaydı. Hayatın hikâyesi
burada bitse diye çok diledi. Paranın, makamın bu kadar içinde olup da pamuk
ipliği bağların çözülüvermesi ağır gelmişti. Kader, hikâye devam ediyordu.
Bakkal artık canı istediği zamanda açılan bir yerdi.
…
—Gardaaaş!
Gardaaş!
En
yakın arkadaşı babasını kaybetmişti. Üzgündü. Arkadaşının içi yanıyordu. İki
kişinin kolları arasında zorla ayakta durabilen Yunus Dayı kopan bir kıyametin
sesini haykırıyordu:
—Gardaaş!
Gardaaş!
…
Siyah
beyaz bir resim, yeni evli çiftin düğün resimleri arasına düşüvereli neredeyse
beş yıl oldu. Tombul sarı tebessümün, yanaklarda kırk yıllık konaklı olmadığı
hüznün baki kayıtlarında görüldü. O tebessümün, şimdi iki kızın yanaklarında
baba diye çiçek açıyor olması, siyah beyaz fotoğrafların taşıdığı geçmiş zaman
hikâyelerini unutturmadı. Tıpkı kerpiçten yapılmış toprak sıvalı bakkalın, dışı
betona devşirilse de yandaki sekinin, ay
ışığında kürkünü giymiş bir gölgenin ateşle dansını unutmadığı gibi. İçinde cep
telefonlarına kontör satılan marketlere devşirilmiş bakkalların yanında o hep
bakkal kaldı. İhtişamlı zamanlarında küçücük bir köy olan memleketi şimdi bir
kasaba olmuştu. Kasabanın zaman makinesi gibi yerinde dimdik duran bakkaldı.
Siyah renkli çevirmeli telefon bakkalın vazgeçilmez süsü oldu. Artık
çalmıyordu. Çeşmenin yerinde kasabanın
parkı kurulmuş, su her evde akar olmuştu. Güğümler folklorik malzeme olup
eskicilerde sessiz soluksuz kalmışlardı. Hayatı böyle iniş çıkışlarla yaşayan
Yunus Dayı, oğlunu, kardeşini kaybettikten sonra yaşayamam sandı. Yaşadı.
…
Atkısını
sıkı saran uykusuz yolcu, bulduğu ilk lokantaya daldı. Sıcak bir çorba,
yorgunluğuna da üşümesine de ilaç olacaktı. Beresini, atkısını, paltosunu
çıkaran yolcu bol biberli ve limonlu çorbasını yudumlarken masalara göz attı,
bu gün komşu kasabanın pazarı, gelen giden köylüsü var mı diye. Tanıdık kimseyi
göremedi. Köşede gölge gibi siyah kürke sarılmış, ihtiyar -elinin titremesine
engel olabilecek kadar da dinç görünen- adamı tanır gibi oldu ancak çıkaramadı.
Acılı sıcak çorba iyi gelmişti. Kendine geldi. Eve varmaya az kalmıştı. Ananın
babanın duasını almalı eli boş varmamalı çıkıp alışveriş yapmalı diye düşündü.
Hesabı ödemek için kasaya yaklaşırken fark etti köşedeki adamın biraz daha
tanıdık geldiğini. Bu oydu. Yanına oturdu:
—Afiyet
olsun Yunus Dayı!
Çorbasına
yeni batırdığı ekmeği ağzına götürürken başını yavaşça kaldırdı. Şakaklarına
beyazlar düşmüş tombul tebessüme tanımayan gözlerle baktı:
—Beni
tanıdın mı Yunus Dayı? Ben İsmâil!
—İsmâil?
—Şu
sizin Yavuz’un arkadaşı İsmaillerin İsmail…
—Haa
İsmail sen misin? Hoş geldin dayım. Birden çıkaramadım. Nasılsın?
—Sağ
ol Yunus Dayı sen nasılsın? İyi gördüm maşallah seni…
Tam
sohbeti derinleştirip üstüne çay içecekleri sırada masaya bir çocuk yaklaştı.
Siyah beyaz bir resimden fırlamış gibiydi. Askılı kadife pantolonu, lastik
ayakkabıları, üzerine zorla giydirildiği belli olan kazak, siyah beyazdı. Yanaklarında yerleşik duran
tebessüm renkliydi. Sarı. Üzerinde muşamba olan bir tezgâhın önündeymiş gibi
parmaklarını kaydırıyordu. Karşısındaki raflarda çok sevdiği lokum ile bisküvi
varmışçasına gözleri şendi. Yunus Dayı ne istediğini sormuşçasına ona döndü:
-İki liralık lokum ile püskevit ver Yunus Dayı…
-İki liralık lokum ile püskevit ver Yunus Dayı…
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder