18 Nisan 2015 Cumartesi


Türk Dil Kurumunun süreli yayını Türk Dili Dergi'nde daha önce yayınlanan (aşağıdaki linkten 
 de ulaşabilirsiniz) "bakkal" adlı hikaye... Teyzemin Radyosu'nda ortalarda yer aldı.



BAKKAL

        Siyah beyaz bir fotoğraf, düğün fotoğraflarının arasından düşüverdi yeni yuvanın ortasına. Tebessüm, tombul yanaklarında kırk yıllık konaklı gibi yerleşik duruyor. Şimdi hatırlıyor, sonradan anasının giydiremediği kazakları çocukluğunda üstünden çıkarttırmadığını. Ellerini beline koyup efelenerek poz vermesine dayılarına olan özenti sebep olmalı. Böyle efelenme ile bu tombul tebessüm tam çocuk masumluğunca fotoğraf olmuş. Ne bu kareli gömleğin ne bu pantolona benzeyen şeyin rengini hatırlayabildi. Sol paçasının bitimine yakın ortaya fırlamış ip parçası, yokluğun şahidi. Lastik ayakkabıların hikâyesi daha okunaklı görünüyor fotoğrafta. Köylünün pekte rağbet etmediği, topuğu hafifçe yüksek olan, iskarpini andıran bu ayakkabılardan aldırırdı her seferinde. Eşiyle misafir tedirginliğinde çocukluk anılarını süzdüler fotoğraftan. Siyah beyaz çocukluğun üç resminden biriydi bu. Tandır evi yapılırken iki kerpice bağlanmış daha yürüyemeyen tombul sarı saçlı tebessüm, birde ailenin misafir evi olarak kullandığı odanın önünde çekilmiş olan fotoğraf vardı. Önde, bastonuna dayanmış,  ihtiyar bir gölgeyi andıran dede. Henüz köye elektrik bile gelmemişken, pilli radyoların ya da Almancıların getirdiği teyplerin bir mucize hayranlığı ile gözlendiği demlerdi. İhtiyar gölgenin, savaştan dönen babasının hasta bedenini ve ölümünü anlatışını, kendisinin “Bana ne! Ben konuşmayacağım”  deyişini, dinledi doldurulmuş sesliklerden. Torun sararmış fotoğrafın kenarında kaçarken yakalanmış gibi duruyor. Askılı kadife pantolonun cebine ellerini sokmuş. Kaçamak poza, öfkeli bir kuruntu da eklemiş.  En kenarda duran öfkeli kuruntunun birden bakkal Yunus Dayı’ya koştuğunu gördü...
...
          —İki liralık lokum ile püskevit ver Yunus Dayı!
          Evin tek çocuğu olmasa bu kadar çok parayı bir arada göremeyecek yoklukla yoldaştı. Kerpiçten yapılmış, toprakla beyaza sıvanmış, önü seki yapılmış bu küçük bakkal. Askılı kadife pantolonuyla tombul sarı tebessüm avucunda sıkıştırdığı iki buçuk lirayla, muşambayla kaplanmış masanın önünde durdu. Yunus Dayı sormadan ne alacağını söylemek cesaret isterdi. Loş ve serin mekânda gözleri alışık olduğu masanın arkasında duran bisküvi, lokum, sormşeker, akide şekeri, leblebi, nohut kutularını süzdü. Lokumla bisküvi kutusunda takıldı gözleri. Lokumu uzatıp bisküvinin ortasına yerleştirip iki bisküviyle sıkıştırıp yemeye bayılıyordu. Yutkundu. Gözlerinin kenarından Yunus Dayı’ya baktı. Burnunun ortasına kadar düşmüş gözlüğü ile önündeki siyah beyaz gazetesini vekil ciddiyeti ile okumaktaydı. Üstünde terazinin olduğu, arkasındaki raflarda çerezlerin dizildiği girişteki masada değil de soldaki pencerenin yanında daha küçük olan masada otururdu genelde. Masanın pencereye yakın kısmında siyah bir telefon, yandaki kolu çevrildikten sonra konuşulan köyün tek telefonu. Yunus Dayı’nın köyün posta acentesiydi o zamanlar. Pencerenin önünde her zaman bakımlı olduğu belli olan çiçekleri vardı. Masanın karşısında bir sandalye daha dururdu sadece köye gelen memurların oturmaya nail oldukları. Bu özel sandalyenin üzerinde tavana yakın kısımda tahtayla yapılmış bölümünde pilli radyo. Ajansların (angaranın) derin bir merak ve hayretle dinlenildiği radyo. Burnunun ortasına kadar düşen gözlüğünün üstünden masanın önünde duran, yutkunup, korkuyla karışık ürpertiyle bekleyen, sarı çilli tebessüme:
        —Ne isteyon dayım?   Diye sordu.
        —İki liralık lokum ile püskevit ver Yunus Dayı!
...
              Yavuz ve Mahmut ile çocukluklarının hamuru beraber yoğruldu. Pırla gibi döndüler o bakkalın etrafında. Yunus Dayı bakkalda ise yanına yaklaşamazlardı. Üstelik Yunus Dayı Yavuz’un öz amcasıydı. Ancak akşam oldu mu oğlu Ayhan ağabey gelirdi bakkala. Yunus Dayı varken granit ürpertiler veren o bakkal, akşam kendini ele verirdi. Kısa yaz tatillerinde düşülmüş sevdaların ergen kayıtlarını geçtiler kerpiç duvarlı bakkalın sekisine. Bazı an fırtına yorgunu gemilerin liman huzurunu fısıldadılar sekideki taşlara. Türkünün fısıltısıyla çayın demini sigara dumanıyla şenlendirdikleri bir akşam, her gün bir şeylerini dinledikleri sekiden Yunus Dayı’yı dinlediler.
...
            Berberliği yeni bırakıp yerine bakkal açan genç adam bakkalın önüne oturdu. İki kızdan sonra iki de oğlu olmuştu. Ellerine tutuşturduğu şekerlerle eve savdı. Briyantinli saçları, uzun yakalı gömleği, bıçak gibi ütülenmiş pantolonuyla çarıkla kağnının ardından yürümeyen adeta sürünen köylülerinden ne kadar da farklıydı. Yarıdan fazlası okuma yazma bilmeyen köyün okuyanlarındandı. Köylünün ya şehirde ya da tesadüfen bulabildikleri gazetedeki resimlerde gördüğü adamlara benziyordu. Bakkala erzak almak için her hafta kasabaya giderdi. Şoförün sağındaki koltuk her zaman onundu. Kimse gelip oraya oturmazdı. Kırk yıl boyunca bunu değiştirmek istemedi kimse. Ta ki takatsizlik onu o bakkala çakana dek. Akşam bir hareketlilik alırdı bakkalın önünü. Kağnılarıyla tarladan dönen köylüler, bakkalın karşısındaki köy çeşmesinden su alan çamaşır yıkayan kadınlar ve bunların kavşağında yer alan bakkalın sekisinde oturan eski berber yeni bakkal Yunus Dayı. Ayağı çizmeli eli dipçikli tahsildarları yeni ağırlamıştı.  Sülalenin ileri gelenlerinin uzun zamandır ima ettikleri muhtarlık meselesinin kıvamı tamamdı. Tarla dönüşü çevirip hem yorgunluk çayı içmeli hem de akşam odada,  yaklaşan muhtarlık seçimlerinde adayın belirlenmesi için toplantı yapılmasını söylemeyi düşündü. Ama önce bu gün gelen misafirlerini anlatmalı, kendisini nasıl arayıp sorduklarını, köylü için çizme, çizme gıcırtısı, dipçik, dipçiğin çizmedeki sesinden öte olmayan bu devlet adamlarının kendisinin ahbabı olduğunu vurgulamalı idi. Onlara, okuduğu kara yazılı gazeteden havadisler aktarmalı, radyoda çalan memleket havasından bahsetmeliydi.  Sonradan vazgeçti, tarladan yorgun gelen insanlar bu kadar bekletilmezdi. Hemen bir çay ikram eder diyeceklerini de odadaki toplantıda söylerdi. Bu düşüncelerle tarla dönüşünü gözlerken köylülerinin, iki güğümün cilveli şangırtılarla yanında duraklamasıyla irkildi.  Birbirleriyle aralarında dedelerinden miras düşmanlık olan iki sülaleden oluşuyordu köy. Aliler ve İsmailler. Kendisi Alilerdendi. Kendisine siyasetten diş bileyen komşuları İsmaillerin gelini Ayşe’ydi bu. Siyasi hasımızda namus düşmanı olunmaz komşuyla diyerek başını çevirecek olsa da zülüf üstüne dizilmiş sıra altınların çağrı kokan çınlamasından kendini alamadı. Amacına ulaşmış bir çift kara göz, kılıcı kınından çekercesine gözlerini çekti bakkalın üstüne. Sertçe başını çevirip hışımla güğümleri aldı yerden. Kaşıyla, gözüyle, konuşan güğümleri, bağıran altınlarıyla, kopmamak için feryat eden kazağının düğmeleriyle taze siyasinin belasıyım diyordu Ayşe. 
            Beyaz toprak sıvalı köy odasında sigara dumanından göz gözü görmüyordu. Tezek kokusu, ter kokusu hepsi bir birine girmiş bu koku harmanına tarla işini yeni bitirmiş kışı karşılamaya hazırlanan köylünün konuşması da eklenince bu tufanda herkes biraz kendi kendineydi. En fazla kendi kendisiyle kalan Yunus Dayı idi. Yazdan beri çifte güğümün çınlaması hiç dinmemişti. Kolunu dayadığı hasır yastığın ön yüzüne işlenen nakışın içinde gezinmeyi bırakıp ortada serili kilimin nakışlarına yürüdü. Mendilin dört ucunu toplayıp itina ile düğüm yapmıştı, içine koyduğu çerez yolda dökülüp saçılmasın diye. Yazdan beri bu kaçıncı? Unutmuştu. İşi sezmiş eski kocalardan bir kaçı kenara çekip bu işin kokusu daha fazla çıkmadan vazgeçmesini söylemişse de (o dinledi de) gönlüne pek kâr etmedi. Nereye gider nasıl olur? Böyle kalabalık yalnızlıklarda aklına takılırdı. Çifte güğüm çeşmeye salındı mı düşüncelerin yerini fettan düşler alırdı. Dolaştığı kilim nakışlarının arasından köylüsünün seslenmesi çıkardı. “eee muhtar adayı hep böyle suscan mı? Ülen daa muhtar olmadan köyün derdi seni mi sardı? Üç beş oy eksiğimiz var. Sen de kıycan birkaç torba çereze. Bir mendil çereze bu köylü milleti neler yapmıyor ki?”    diyen komşusunu dinliyordu. Son sözünden sonra yüzünde “senin mendilden haberim var” diyen hınzır bir gülümseme vardı. Suçüstü yakalanmış gibi ter bastı. Kendisini kenara çekip nasihat verenlerin yanında sırtını sıvazlayıp ona hayranlıklarını gösterenleri hatırlayıp rahatladı. Ne olacaksa olsun yav dedi içinden. Şimdi Menderes’in durumunun karışık olduğunu anlatıp ilerde kendi adamlarının yine işin başında olacaklarını anlatırdı. Bu hafta kasabaya gittiğinde konuştuğu ahbabının siyasi geleceğinin nasıl açık olduğunu sıkıştırırdı araya. Geçenlerde yaylada kuzu kesip ağırladığı dostuyla ne kadar samimi olduğuna taze tezek sürülmüş ocağın dibine sokulmuş çobanı şahit gösterirdi. Ailecek görüştüklerini köylü zaten biliyordu. İlde, kasabada her işlerini nasıl yaptırabileceklerini, ovanın ortasından geçen yolun asfalt yola dönüştürülebileceğini ballandırarak anlatır. Karşı tarafın adayı hakkında bolca küfürle birlikte onun da adaya gidebileceği gibi bir korku iması salardı. Korku burada her daim iktidardı. Ve bu ima sabah olmadan sahibini bulurdu. Aklından geçenleri fazlasıyla uygulayınca tabakasını çıkardı bir sigara çay ekledi keyfine. Yavaş yavaş köylüler evlerine dağılmaya başladı. Sırrını paylaştığı, kendini sülalenin önüne çıkaran has adamları kalmıştı. Gidenlerin arkasından durum değerlendirmesi yaptılar. Kim güvenilir kim güvenilmez. Bu sefer kesin alacaklarına dair inançlarını bir birine telkin edip onlarda kalktı. O kaldı. İçinde bambaşka bir kıpırtı vardı. Gidenlere bakkalda işi olduğunu söyleyip oyalandı. Odayı kapatıp bakkala yöneldi. Arkasından bir gölgenin geldiğini sonradan fark etti. Hasım komşunun kürküne benzetti gölgenin üstündekini. Görmemiş gibi bakkala yürümeye devam etti. Gölge yirmi metre arkasından gelmeye devam ediyordu. İçine bir korku düştü. Acaba biri işi fark etti de kendine pusu mu kuruyorlar diye düşündü. Belini yokladı. Yerindeydi. Hızla kendini bakkala attı. Kapıyı sürgüledi. Bir iki dakika sonra kapı ürkekçe tıklatıldı. Silahının namlusuna kurşunu sürdü. Çıkan sesin dışarıdan duyulması için kapıya doğru tuttu. Tedirgin bir “kim o?” dedi. Dışarıdan gelen “benim” sesi tüm korku ve tedirginliğini alıp götürdü. Bu oydu. Kapıyı açar açmaz ışıkları kapattı. Bulutsuz akşamda ay ışığının şavkı bakkalın penceresinden içeriyi aydınlatıyordu. Gözlere ve sözlere ihtiyaçları yoktu. Ay ışığında masanın üzerindeki gazete dergi ne varsa nefes nefese uçuşuyorlardı. Üzerinde darağacı resmiyle adadaki hakkında ne dilediğini bağıran dergi pencerenin önüne fırladı. Kara yazılı gazete yerlerde paramparçaydı. Gölge kürkünü giydi alelacele. Cepleri mendil mendil çerez doluydu.

            Gülovası’nda namı yürümüştü. Bu ovaya ilk traktörü getirenlerden biri de oydu. Bir dönem muhtarlıktan sonra muhtarlığı bitse de küçük bakkalında kurduğu büyük saltanatı daha bir kavileşti. O saltanatın içinde o küçük bakkal büyük bir fildişi kuleye dönüştü zamanla. Bir aristokrat gibi alışkanlıkları değişti. Ne karısını ne karısının yaptığı yemeği ne yıkadığı çamaşırı beğenirdi. Köydeki kimsenin evinde olmayan düzen onun evinde olurdu. Şehirli dostlarına kendi elleriyle yemekler yapar ağırlardı. Haftanın belli günleri bakkal dolup boşalırdı kravatlı misafirleriyle. Köylülerinin, yüzünde ender gördükleri tebessüm güneş gibi açardı. Köylü onunla konuşmaya çekinirdi. Ya giyiminden ya konuşmasından ötürü ya bir azar işitir ya da aşağılanırdı. Üzerinde, kürkünü giymiş gölgenin izi kalsa da alış verişinde hile olmayışı, köylünün tüm bunlara rağmen alış veriş için onun kapısına gelmesine sebep olurdu. Bir de ilin ötesinde Ankara’da olacak tüm işler Yunus Dayı’nın elinden çıkardı. Kahvelerin ikiye ayrıldığı zamanlarda Ecevitçilerin kahvesine gider henüz mucize etkisini kaybetmemiş televizyondan haberleri dinler, kulesine dönerdi. Farklılığından kaynaklanan uzaklık ve gizem köylülerinin üzerinde garip bir saygı oluşturdu. Bu kahveye ender gelişlerinde, saygıyla yer gösterilir, haber dinlemeye en uygun yere oturtulurdu. Köyde duyulan yeni bir söylenti köylünün gözünde Yunus Dayı’yı bir efsaneye dönüştürdü. O artık bir milletvekili dünürüydü.
            “Benim de yazım böyleymiş oğul” sitemlerine aldırmadan anasını getirdi İstanbul denen denize. “Eşin dostun kızını gösterdik onca yıl hiç birini beğenmedin” deyişlerine “Yok anam beğenmemek değil” ezilmeleriyle cevap vermeye çalışırdı. “Hangi kıza heveslendimse gelin olup uçtu. Sen de geldin otuzuna. Gene de korkuyorum oğlum. Elin yabanında hele İstanbul gibi bir yerde biz ne yapar nasıl sığınırız? Biz köylüyüz, hayvanımız var ahırımız var. Üstümüz kokar, yaptığımız değişik gelir, yediğimizi içi almaz” yalvarmalarına aldırmadı. “Nasip be ana…” hem uzun hem de kısa konuşmalarıydı. Evlat dedi düşüp peşine geldi. Köyünde dışarıdan gelip geçimi zehir eden gelinlere benzemeyen bir gelin adayı bulunca yorgunluktan yığılırcasına uyuyup kaldı. Misafirler tüm yabancılıklarına rağmen kız istemeye gelmiş olduklarının bilincinde ortaya laflar söylüyorlar, yine de tutuk zaman geçip kız istenip yüzük takılamıyordu. Çocukluğunda efelenerek özenip fotoğraflara poz verdiği öğretmen dayısını da getirdi ki ağzı laf yapar düğümü açar diye. O da tutulup kalmıştı. Güngörmüş, eşinin dayısı araya girip çabuklaştırmasa sabaha kadar havadan sudan konuşacaklardı herhalde. Düğüm çözülüp yüzükler takılınca herkese bir ferahlık geldi. Yeni akraba adayları yakınlaşmayı hızlandırmak adına ortak tanıdıklar bulma arayışına girdi. “Bizim uzaktan bir akrabamız var sizin memleketten evlenmişti.” Diyen kayınpederinin bu ortak tanıdık bulma umuduna bütün misafirler pür dikkat kesildiler. “Boşandı sonra. Adamı tanırsınız eski milletvekili …”  Yüzükler takıldıktan sonra dili çözülen dayı, kız istemedeki mahcupluğunu ortak tanıdığı teşhis ederek üstünden atmak istiyordu. “Bizim Yunus Dayı var, senin bahsettiğin o milletvekiliyle dünürdü onlar”

            Bugün bakkalı açası yoktu. Bu köyde kendini iyi ve özgür hissettiği o kale de artık korumuyordu gam yükünden. Milletvekili çocuğu dedik nerden bilirdik böyle olacağını. Yuvası bozulup iki çocukla böyle ortada kalacağını bilse kızını verirdi bir çobana gözünün önünde olurdu. Yokluk olsa da huzurun zengini olurlardı bari… Günlerce kendiyle kavga etti. Sonra yara kabuk bağladı. Bakkal açıldı. O kalede saltanat olmasa da PTT acenteliği adı altında köylüyle temas kurduğu saygı gördüğü yeni bir bağ vardı. Asker mektupları, sınav sonuçları, beklemeli çevirmeli telefon görüşmeleri vardı. Bakkal yine dolup boşalıyordu. Tezgâh görevi gören öndeki masanın dışındaki küçük masanın sandalyesinde köye gelip giden memurların oturması eksik olmuyordu. Küçük oğlan Ayhan istediği gibi olmasa da büyüğü istediği gibi yetişmişti. İyi bir aile kurmuş, komşu ilde işe girmişti. Kızında yaşadığı hüznü, küçük oğlanda yaşadığı hayal kırıklığını büyük oğlunun hayal ettiği yere doğru gitmesi teselli ediyordu. Bakkalın küçük penceresinden yandaki sekiye bakıp paylaştığı gölgeden anıları vardı. Yunus Dayı bakkala bir kez daha küstü. Şoförlük yapan büyük oğlu trafik kazasında elinden kayıp gitmişti. Onu kimse daha önce böyle görmemişti. Kalabalığın arasında dizlerine vura vura oğluna ağıtlar yakan babaydı. Hayatın hikâyesi burada bitse diye çok diledi. Paranın, makamın bu kadar içinde olup da pamuk ipliği bağların çözülüvermesi ağır gelmişti. Kader, hikâye devam ediyordu. Bakkal artık canı istediği zamanda açılan bir yerdi.
            —Gardaaaş! Gardaaş!
            En yakın arkadaşı babasını kaybetmişti. Üzgündü. Arkadaşının içi yanıyordu. İki kişinin kolları arasında zorla ayakta durabilen Yunus Dayı kopan bir kıyametin sesini haykırıyordu:
            —Gardaaş! Gardaaş!
            Siyah beyaz bir resim, yeni evli çiftin düğün resimleri arasına düşüvereli neredeyse beş yıl oldu. Tombul sarı tebessümün, yanaklarda kırk yıllık konaklı olmadığı hüznün baki kayıtlarında görüldü. O tebessümün, şimdi iki kızın yanaklarında baba diye çiçek açıyor olması, siyah beyaz fotoğrafların taşıdığı geçmiş zaman hikâyelerini unutturmadı. Tıpkı kerpiçten yapılmış toprak sıvalı bakkalın, dışı betona devşirilse de yandaki sekinin,  ay ışığında kürkünü giymiş bir gölgenin ateşle dansını unutmadığı gibi. İçinde cep telefonlarına kontör satılan marketlere devşirilmiş bakkalların yanında o hep bakkal kaldı. İhtişamlı zamanlarında küçücük bir köy olan memleketi şimdi bir kasaba olmuştu. Kasabanın zaman makinesi gibi yerinde dimdik duran bakkaldı. Siyah renkli çevirmeli telefon bakkalın vazgeçilmez süsü oldu. Artık çalmıyordu.  Çeşmenin yerinde kasabanın parkı kurulmuş, su her evde akar olmuştu. Güğümler folklorik malzeme olup eskicilerde sessiz soluksuz kalmışlardı. Hayatı böyle iniş çıkışlarla yaşayan Yunus Dayı, oğlunu, kardeşini kaybettikten sonra yaşayamam sandı. Yaşadı.
            Atkısını sıkı saran uykusuz yolcu, bulduğu ilk lokantaya daldı. Sıcak bir çorba, yorgunluğuna da üşümesine de ilaç olacaktı. Beresini, atkısını, paltosunu çıkaran yolcu bol biberli ve limonlu çorbasını yudumlarken masalara göz attı, bu gün komşu kasabanın pazarı, gelen giden köylüsü var mı diye. Tanıdık kimseyi göremedi. Köşede gölge gibi siyah kürke sarılmış, ihtiyar -elinin titremesine engel olabilecek kadar da dinç görünen- adamı tanır gibi oldu ancak çıkaramadı. Acılı sıcak çorba iyi gelmişti. Kendine geldi. Eve varmaya az kalmıştı. Ananın babanın duasını almalı eli boş varmamalı çıkıp alışveriş yapmalı diye düşündü. Hesabı ödemek için kasaya yaklaşırken fark etti köşedeki adamın biraz daha tanıdık geldiğini. Bu oydu. Yanına oturdu:
            —Afiyet olsun Yunus Dayı!
            Çorbasına yeni batırdığı ekmeği ağzına götürürken başını yavaşça kaldırdı. Şakaklarına beyazlar düşmüş tombul tebessüme tanımayan gözlerle baktı:
            —Beni tanıdın mı Yunus Dayı? Ben İsmâil!
            —İsmâil?
            —Şu sizin Yavuz’un arkadaşı İsmaillerin İsmail…                                                                                                                  
            —Haa İsmail sen misin? Hoş geldin dayım. Birden çıkaramadım. Nasılsın?
            —Sağ ol Yunus Dayı sen nasılsın? İyi gördüm maşallah seni…
            Tam sohbeti derinleştirip üstüne çay içecekleri sırada masaya bir çocuk yaklaştı. Siyah beyaz bir resimden fırlamış gibiydi. Askılı kadife pantolonu, lastik ayakkabıları, üzerine zorla giydirildiği belli olan kazak,  siyah beyazdı. Yanaklarında yerleşik duran tebessüm renkliydi. Sarı. Üzerinde muşamba olan bir tezgâhın önündeymiş gibi parmaklarını kaydırıyordu. Karşısındaki raflarda çok sevdiği lokum ile bisküvi varmışçasına gözleri şendi. Yunus Dayı ne istediğini sormuşçasına ona döndü:
            -İki liralık lokum ile püskevit ver Yunus Dayı…


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

 FOTOĞRAF HİKAYESİ 35 (yedi iklimde ve bir ortak kitap çalışmasında yayınlanan yazı i.e) 1984’TE ZORBA VE DİL             Bin dokuz yüz do...