http://www.edebistan.com/index.php/ibrahimeyibilir/kirmizi-dut/2012/06/ (daha önce edebistanda yayınlanan hikaye)
KIRMIZI DUT
Ulu Caminin avlusuna ulu çınarların yakıştığını sonradan öğrendim. Haziran başı gibi yaprakların altında mordan bordoya rengârenk doldururlardı dut ağacını kırmızı dutlar. Cami cemaati hiç heder etmezdi yere düşen dutları. Öğle ve ikindi, namaz öncesi ve sonrası bir tepside kapı kenarına konur, cemaate ikram edilirdi. Sabah dışında diğer vakitlerde camide olurduk. Cami avlusu cıvıl cıvıl olunca cemaat ışıl ışıl bakardı bize. Ezana kadar olan kısa zaman içinde kahkahalarımızla avluyu şenlendirirdik.
Dut mevsimi gelince bize bırakılan bölümde dut toplardık. Bir öğle namazı öncesi yine dut topluyoruz, elime bir dut aldım, kıpkırmızı! Tam kıvamında, biraz daha beklerse bordoya sonrada siyaha dönecek. Yenebilecek en iyi zamanı şimdi. Elime aldığım dut, avucumun ortasında daha önce görmediğim mordan siyaha dönmüş bir uçuruma düştü. Sonra o dutu, koridora yan yana sıra olmuş çocukların arasından düşerken gördüm sanki. Korkudan tirtir titreyen, kapı camının ışığı önünde elinde bir sopayla bekleyen gölgenin bağırışından ürkmüş bir alay serçe. Bir elinde sopa diğer elindeki kırılmış çiçek yaprağını sallaya sallaya gölge bir hiddete sonra da şiddete dönüyordu.
/Gölge çiçeğin yapraklarını siliyor. Özenle ıslatılmış pamukla her sabah bu tören tekrar eder. Hafız bu çiçekten nefret ediyor. Kuşluk vakti, gün ışığı tüllerin ardından sınıfa sızıyor. Öne arkaya doğru biteviye sallanan hafızlar ezber yapıyor. Yapraklarını silmeyi bitirdiği çiçeğin perde kornişine bağlı ipini kontrol ediyor. Hafız, dilinde ezber yaptığı ayetler mırıl mırıl öne arkaya sallanıyor. Gün ışığının ardında büyük yapraklarıyla parlayan çiçeği ve gölgeyi izliyor. O pırıl pırıl parlayan çiçeğin yapraklarından biri kırılıyor, hafızın eli yanıyor, gölgenin masasının metalik kenarlığının zulasından Mevlana çıkıyor ortaya, hıçkırıkların tavafı başlıyor koridorda./
Çiçek henüz kornişe uzanacak kadar büyümemişti daha. Babam her devlet dairesine girerken yaptığı gibi şapkasını çıkarmıştı. Tık tık yapıp girdiği kapının kenarında hazır ol vaziyetinde bekliyordu. Şapkasının kenarında terden oluşmuş kir izi, asıl rengi nerdeyse kaybolmuş ceketi, temmuzun sıcağına inat kadife pantolonu ve lastik ayakkabıları, her yanından rençperlik, köylülük akıyordu. Çağrılmasıyla karşısındaki koltuğa oturdu. Arkasına yaslanmadan yarı eğilmiş vaziyette elleri bacaklarının arasında gölgenin ne diyeceğini bekliyor. Bir başka koltukta ben, önüme bakıyorum. Son derece sıcak ve güleçti o gün gölge. Babamı rahatlatan bir hoşbeşten sonra hafızlığın ne güzel ne önemli olduğunu anlatan o hadisten sahneler anlatmaya başladı. Babam, Efendimizin adı geçince gözleri dolan adam, ortam müsait olsa gene hıçkırıklara boğulacak. Kendini tutuyor lakin gözleri gene dolu dolu. Hafızların anne babasına giydirilecek taç kısmına gelince gözünde zorla tuttuğu yaş süzülüyor kendince aşağıya. Benim ne kadar zeki olduğumla başlayan övgüler hafız olmamın iyi olacağıyla bitti. Yeme, içme, giyinme hiç birine karışmayacaktı babam.
Yazdı. Yazlık sinemada “Mine” vardı. Eski binanın boş olan sınıfları, inşaat halindeki yeni binanın her yeri ezber yapmak için bize verilmişti. Kaçıp Ilıca’da yüzmek vardı. Bizden daha eski olan Çerkez Sami rehberliğinde teravih saatlerinde sinemaya gitmek soluk soluğa yatak hanenin penceresinden yatağa sokulmak vardı. Böyle gecelerin sabahında kaçan sabah namazının hüznüne ezber verilmeyince uzun nasihatler eklenirdi. Beklenirdi. Kuşluk vakti, çiçeğe yüzü, çocuklara sırtı dönük gölgeye ezberler verilirdi. Ayrılmaya karar verdiğimde anladım çiçeği ne çok kıskandığımı. Her gün çiçeğin saksıya dökülen yapraklarını toplardı, ben çiçekten elime düşen uçurumu. /Ana elimi tut, öp elimi! Uçsun bu uçurum uç uç böceği gibi elimden. İçine düşüyor her şey tutamıyorum. Uvuna uvuna döndüğüm koridordan al beni sıcak kucağına. Ana sarıl bana, başımı okşa elimi tut! Korkuyorum. Koluma siliyorum diye burnumu kızma, gel gözlerimi sen sil!/ Gölge de fark etti benim uçurumdan onu terk ettiğimi.
Çiçeğe sırtını bana yüzünü döndüğü gün yüzüme baktı. Bilmem görmüş müdür yüzümde yüzüne sırtını dönen gönlümü? “Git oolum köyüne sığır çobanı bari ol… “ diye başlayan veda konuşmasını yaptı. Üç aydır olmadığım yerden gittim. Ben gittim çiçek kaldı. Avucumda bir kırmızı dut…
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder