21 Nisan 2015 Salı

(Merve Koçak Kurt Hanım "ilkim" köşesinde -teyzemin radyosu-nu misafir etmişti. kendisine teşekkür ederim)

'Teyzemin Radyosu'ndan yayılan 'Hüzzam', Merve Koçak Kurt
Yedi İklim, Yağmur, Türk Dili, Az Edebiyat, Sühan ve Nevbahar gibi dergilerden ismini bildiğimiz İbrahim Eyibilir’in ilk kitabı: Teyzemin Radyosu. İçinde otuz öykünün bulunduğu kitap, bize geleneğin kadim seslerini duyuruyor!
Hayat yanımızdaki pencereden akıp giden bir şey değil ki sadece, içimizdeki de aynı zamanda! Yazarken… Bir parça deniz alırız: Bir parça gök, bir parça ağaç, bir parça bulut... Hayal ile hayatın renklerini birbirine kararız.
Bazen kelimeyle bazen sesle bazen sözle bazen figürle bazen mermerle... Yazılan’a dönüşürüz: Aynı düşü okuyan da görsün diye! Kimi zaman radyodan yayılan hüzzam bir şarkı eşlik eder bu okuma-yazma serüvenine kimi zaman bir semainin eski zaman tınısı…
Kimileri kendine ‘yakın’ bulduğunu okumak ister yazıda, kimileri ‘uzak’… Birbirinden ayrı olsa da okuyuşumuzun mutlaka bir sebebi vardır. Yakınlığımızın. Uzaklığımızın. Kimileri aynaya ‘kendini’ görmek için bakar çünkü kimileri ‘aksini’.
‘BEN GAMLI HAZAN…’
Bir yandan TRT Nağme dinlerken diğer yandan elimdeki kitabın satırlarını çiziyorum. “Ateşin herkesi eşit yaktığı bir yanılsama olmalı.” İlk öykünün adı ne güzel böyle: Nihavent Ayak İzleri… Ya bıraktığı etki. “Bir ege türküsü gibi sökerdi yüreğimden hüznü gözlerin” diyen anlatıcının diliyle.
Melahat Pars söylüyor radyoda şimdi, kendi sesinden kendi bestesini: "Ben gamlı hazan sense bahar dinle de vazgeç”. Bazen kelimeler bittiğinde ses kaplıyor her yeri! “Kırık dökük bir şarkı gibi girdin hayatıma.” derken anlatıcı, “Bir ara şen şakrak fasıl, sonra hüzün. Turuncu bir hüzzama müebbet kıldın yüreğimi.”
‘SÖZ BAŞA TAÇ, ANLAM PADİŞAH İKEN’
Uzun yıllar biriktirmiş yazar. Tam otuz öykü. Her biri birbirinden farklı öyküler bunlar: Kimi klasik, kimi daha modern bir anlayışla yazılmış. Simgeler ve metaforlar atmosferi bir anda nasıl da değiştiriveriyor. Tıpkı ismiyle müsemma olan Şair Masalı’ndaki gibi: "Evvel zaman yokken, söz başa taç, anlam padişah iken. Uzaklık kalbe darmış."
Hz Yusuf kıssasına göndermelerde bulunuyor Ârafta Kalan Yırtık Gömlek. Yazarın hikâye damarlarını ve onları besleyen asıl kaynağı ele veriyor. Günümüz insanının açmazlarını ele almış yazar. Elbet kendi zaviyesinden…
Kapı, eskiden güzel örnekleri yazılmış ama günümüzde biraz es geçilmiş olan ‘eşya hikâyesi’ne güzel bir örnek. Kamera Şakası’nda iftira atılan bir eğitimcinin hikâyesi var. Sinek fabl özellikleri içermesi yönüyle kayda değer. Sembolik anlatımıyla en fazla öne çıkan öykü ise Akış.
Kitaba adını veren Teyzemin Radyosu öyküsünde ise çok ‘tanıdık’ bir modern çağ haliyle karşılaşıyoruz: “Neredeyse nefesi nefesine çarpan insanlar, uçurumlara bakar gibi boşluğa asmışlardı bakışlarını. Kulaklarında kulaklıkları, ellerinde telefonları, her biri ayrı gezegen; kalabalık içinde tenha sığınaklarını giyinmişler üzerlerine, öyle sakin, öyle umarsız.”
‘RADYODA YANIK İÇLİ BİR KEMAN’
Cümleleriyle çoğalıyor öyküler. Behiye’deki gibi mesela: “İnsan yaşlandıkça sıla büyüyor içinde” dediğini duyuyoruz bir kadının. Gökkuşağı Rüyası’ndan artakalan bir gül düşüyor rüyaya. ‘Yitirilmiş bir ülkenin son nişanesi. Tufandan önce gemiye bırakılmış bir yankı’ ve ‘Gül Hanım’ın elleri çiçek buğusu.’
Yazarın kahramanları, hayatın içinden ve oldukça sahici: Fadime Teyze, Yunus Dayı, Abdullah Öğretmen, Fatma Ebe, Nazik, Mehmet, Hafız… Kimi zaman bir köy bakkalı olarak çıkıyorlar karşımıza, kimi zaman Sibirya’ya giden bir öğretmen olarak. Yanı başımızda beliriveriyor görüntüleri. Çocuklukta, gençlikte, yaşlılıkta bize eşlik eden karakterler çoğu.
“Yazdı. Yazlık sinemada ‘Mine’ vardı.” diyen o öykü bize geçmişi gösteren ‘gümüş perde’ oluyor sanki. Bazen bir Emanet Misafir’de vücut buluyor kayıplarımız, bazen Göçer’de… Bir Çiçek Ölümü’ndeki “Güneş şunu bilmeli ki günlerimizin tek ortak yanı ateşimizdir” cümlesi tam da Soma’daki facianın olduğu günlere denk geliyor. Ateş düştüğü yeri yakmıyor sadece! Yerin altını da üstünü de kavuruyor.
"Ben gamlı hazan..." Melahat Pars bestesi. TRT Nağme. Ve elimde Teyzemin Radyosu. Hikâyeler bitiyor. (Hayat devam etse de!) Ama tam bitti denilen yerden başlıyor bazı hikâyeler... “Evimize döndük; senin elinde İstanbul, benim koltuğumun altında ahşap bir radyo. Karşımızdaki koltukta; hikâyeler anlatan göçerin oğlu…”

OKUR’UN YAZAR’A SORULARIDIR
“Öyküde karar kılışınızın sebebi nedir?”
“Şiir yazamamam.”
“İbrahim Eyibilir öykücülüğünü nasıl tanımlayabiliriz?”
“Geleneğin içinde yer alan kadim dil, tasavvuf, müzik bilgisine dayanan sinema ve şiir rehberliğinde kendi dilini bulmaya (oluşturmaya) çalışan metinler diyebiliriz.”
Anlatıcı ağırlıklı olması ve diyalogların azlığı bilinçli bir tercih sanki… Sebebi nedir?
Anlatıcı, kurmaca bir metinde çoğu kez olmazsa olmazımız oluyor. Öykü kuramına ait tüm bilgileri; anlatacağım hikâyeyi ne kadar içimdeki gibi kâğıda aktarabileceğim sorusuna cevap bulacağım araçlar olarak görüyorum. Diyalog da bu araçlardan biri, metin için gerekli gördüğüm yerlerde kullandım. (Teyzemin Radyosu diyalogdan oluşan bir hikâye mesela...)
İleride nasıl bir tını kalmasını isterdiniz ‘Teyzemin Radyosu’ndan?
Yıllar önce Rasim Özdenören’den bir hikâye okumuştum. Hikâyenin adını konusunu unuttum. O hikâyeden bana bir kelime kaldı; “hayın!” ben o sıcaklıkta bir hayın daha okumadım. Bir kelime bir sahne bir cümle bir ses…
Bir öykücü olarak ilk kitap için epey beklemişsiniz. Belli başlı sebepleri neler?
Bu soru içimi acıtsa da cevabını ‘üretken olamamak’ olarak vermeyi yeğlerim. Kendi hikâyemi kendi sesimi kendi cümlelerimi bekledim de denebilir.
Star Gazetesi

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

 FOTOĞRAF HİKAYESİ 35 (yedi iklimde ve bir ortak kitap çalışmasında yayınlanan yazı i.e) 1984’TE ZORBA VE DİL             Bin dokuz yüz do...