21 Nisan 2015 Salı

(Merve Koçak Kurt Hanım "ilkim" köşesinde -teyzemin radyosu-nu misafir etmişti. kendisine teşekkür ederim)

'Teyzemin Radyosu'ndan yayılan 'Hüzzam', Merve Koçak Kurt
Yedi İklim, Yağmur, Türk Dili, Az Edebiyat, Sühan ve Nevbahar gibi dergilerden ismini bildiğimiz İbrahim Eyibilir’in ilk kitabı: Teyzemin Radyosu. İçinde otuz öykünün bulunduğu kitap, bize geleneğin kadim seslerini duyuruyor!
Hayat yanımızdaki pencereden akıp giden bir şey değil ki sadece, içimizdeki de aynı zamanda! Yazarken… Bir parça deniz alırız: Bir parça gök, bir parça ağaç, bir parça bulut... Hayal ile hayatın renklerini birbirine kararız.
Bazen kelimeyle bazen sesle bazen sözle bazen figürle bazen mermerle... Yazılan’a dönüşürüz: Aynı düşü okuyan da görsün diye! Kimi zaman radyodan yayılan hüzzam bir şarkı eşlik eder bu okuma-yazma serüvenine kimi zaman bir semainin eski zaman tınısı…
Kimileri kendine ‘yakın’ bulduğunu okumak ister yazıda, kimileri ‘uzak’… Birbirinden ayrı olsa da okuyuşumuzun mutlaka bir sebebi vardır. Yakınlığımızın. Uzaklığımızın. Kimileri aynaya ‘kendini’ görmek için bakar çünkü kimileri ‘aksini’.
‘BEN GAMLI HAZAN…’
Bir yandan TRT Nağme dinlerken diğer yandan elimdeki kitabın satırlarını çiziyorum. “Ateşin herkesi eşit yaktığı bir yanılsama olmalı.” İlk öykünün adı ne güzel böyle: Nihavent Ayak İzleri… Ya bıraktığı etki. “Bir ege türküsü gibi sökerdi yüreğimden hüznü gözlerin” diyen anlatıcının diliyle.
Melahat Pars söylüyor radyoda şimdi, kendi sesinden kendi bestesini: "Ben gamlı hazan sense bahar dinle de vazgeç”. Bazen kelimeler bittiğinde ses kaplıyor her yeri! “Kırık dökük bir şarkı gibi girdin hayatıma.” derken anlatıcı, “Bir ara şen şakrak fasıl, sonra hüzün. Turuncu bir hüzzama müebbet kıldın yüreğimi.”
‘SÖZ BAŞA TAÇ, ANLAM PADİŞAH İKEN’
Uzun yıllar biriktirmiş yazar. Tam otuz öykü. Her biri birbirinden farklı öyküler bunlar: Kimi klasik, kimi daha modern bir anlayışla yazılmış. Simgeler ve metaforlar atmosferi bir anda nasıl da değiştiriveriyor. Tıpkı ismiyle müsemma olan Şair Masalı’ndaki gibi: "Evvel zaman yokken, söz başa taç, anlam padişah iken. Uzaklık kalbe darmış."
Hz Yusuf kıssasına göndermelerde bulunuyor Ârafta Kalan Yırtık Gömlek. Yazarın hikâye damarlarını ve onları besleyen asıl kaynağı ele veriyor. Günümüz insanının açmazlarını ele almış yazar. Elbet kendi zaviyesinden…
Kapı, eskiden güzel örnekleri yazılmış ama günümüzde biraz es geçilmiş olan ‘eşya hikâyesi’ne güzel bir örnek. Kamera Şakası’nda iftira atılan bir eğitimcinin hikâyesi var. Sinek fabl özellikleri içermesi yönüyle kayda değer. Sembolik anlatımıyla en fazla öne çıkan öykü ise Akış.
Kitaba adını veren Teyzemin Radyosu öyküsünde ise çok ‘tanıdık’ bir modern çağ haliyle karşılaşıyoruz: “Neredeyse nefesi nefesine çarpan insanlar, uçurumlara bakar gibi boşluğa asmışlardı bakışlarını. Kulaklarında kulaklıkları, ellerinde telefonları, her biri ayrı gezegen; kalabalık içinde tenha sığınaklarını giyinmişler üzerlerine, öyle sakin, öyle umarsız.”
‘RADYODA YANIK İÇLİ BİR KEMAN’
Cümleleriyle çoğalıyor öyküler. Behiye’deki gibi mesela: “İnsan yaşlandıkça sıla büyüyor içinde” dediğini duyuyoruz bir kadının. Gökkuşağı Rüyası’ndan artakalan bir gül düşüyor rüyaya. ‘Yitirilmiş bir ülkenin son nişanesi. Tufandan önce gemiye bırakılmış bir yankı’ ve ‘Gül Hanım’ın elleri çiçek buğusu.’
Yazarın kahramanları, hayatın içinden ve oldukça sahici: Fadime Teyze, Yunus Dayı, Abdullah Öğretmen, Fatma Ebe, Nazik, Mehmet, Hafız… Kimi zaman bir köy bakkalı olarak çıkıyorlar karşımıza, kimi zaman Sibirya’ya giden bir öğretmen olarak. Yanı başımızda beliriveriyor görüntüleri. Çocuklukta, gençlikte, yaşlılıkta bize eşlik eden karakterler çoğu.
“Yazdı. Yazlık sinemada ‘Mine’ vardı.” diyen o öykü bize geçmişi gösteren ‘gümüş perde’ oluyor sanki. Bazen bir Emanet Misafir’de vücut buluyor kayıplarımız, bazen Göçer’de… Bir Çiçek Ölümü’ndeki “Güneş şunu bilmeli ki günlerimizin tek ortak yanı ateşimizdir” cümlesi tam da Soma’daki facianın olduğu günlere denk geliyor. Ateş düştüğü yeri yakmıyor sadece! Yerin altını da üstünü de kavuruyor.
"Ben gamlı hazan..." Melahat Pars bestesi. TRT Nağme. Ve elimde Teyzemin Radyosu. Hikâyeler bitiyor. (Hayat devam etse de!) Ama tam bitti denilen yerden başlıyor bazı hikâyeler... “Evimize döndük; senin elinde İstanbul, benim koltuğumun altında ahşap bir radyo. Karşımızdaki koltukta; hikâyeler anlatan göçerin oğlu…”

OKUR’UN YAZAR’A SORULARIDIR
“Öyküde karar kılışınızın sebebi nedir?”
“Şiir yazamamam.”
“İbrahim Eyibilir öykücülüğünü nasıl tanımlayabiliriz?”
“Geleneğin içinde yer alan kadim dil, tasavvuf, müzik bilgisine dayanan sinema ve şiir rehberliğinde kendi dilini bulmaya (oluşturmaya) çalışan metinler diyebiliriz.”
Anlatıcı ağırlıklı olması ve diyalogların azlığı bilinçli bir tercih sanki… Sebebi nedir?
Anlatıcı, kurmaca bir metinde çoğu kez olmazsa olmazımız oluyor. Öykü kuramına ait tüm bilgileri; anlatacağım hikâyeyi ne kadar içimdeki gibi kâğıda aktarabileceğim sorusuna cevap bulacağım araçlar olarak görüyorum. Diyalog da bu araçlardan biri, metin için gerekli gördüğüm yerlerde kullandım. (Teyzemin Radyosu diyalogdan oluşan bir hikâye mesela...)
İleride nasıl bir tını kalmasını isterdiniz ‘Teyzemin Radyosu’ndan?
Yıllar önce Rasim Özdenören’den bir hikâye okumuştum. Hikâyenin adını konusunu unuttum. O hikâyeden bana bir kelime kaldı; “hayın!” ben o sıcaklıkta bir hayın daha okumadım. Bir kelime bir sahne bir cümle bir ses…
Bir öykücü olarak ilk kitap için epey beklemişsiniz. Belli başlı sebepleri neler?
Bu soru içimi acıtsa da cevabını ‘üretken olamamak’ olarak vermeyi yeğlerim. Kendi hikâyemi kendi sesimi kendi cümlelerimi bekledim de denebilir.
Star Gazetesi

18 Nisan 2015 Cumartesi


Türk Dil Kurumunun süreli yayını Türk Dili Dergi'nde daha önce yayınlanan (aşağıdaki linkten 
 de ulaşabilirsiniz) "bakkal" adlı hikaye... Teyzemin Radyosu'nda ortalarda yer aldı.



BAKKAL

        Siyah beyaz bir fotoğraf, düğün fotoğraflarının arasından düşüverdi yeni yuvanın ortasına. Tebessüm, tombul yanaklarında kırk yıllık konaklı gibi yerleşik duruyor. Şimdi hatırlıyor, sonradan anasının giydiremediği kazakları çocukluğunda üstünden çıkarttırmadığını. Ellerini beline koyup efelenerek poz vermesine dayılarına olan özenti sebep olmalı. Böyle efelenme ile bu tombul tebessüm tam çocuk masumluğunca fotoğraf olmuş. Ne bu kareli gömleğin ne bu pantolona benzeyen şeyin rengini hatırlayabildi. Sol paçasının bitimine yakın ortaya fırlamış ip parçası, yokluğun şahidi. Lastik ayakkabıların hikâyesi daha okunaklı görünüyor fotoğrafta. Köylünün pekte rağbet etmediği, topuğu hafifçe yüksek olan, iskarpini andıran bu ayakkabılardan aldırırdı her seferinde. Eşiyle misafir tedirginliğinde çocukluk anılarını süzdüler fotoğraftan. Siyah beyaz çocukluğun üç resminden biriydi bu. Tandır evi yapılırken iki kerpice bağlanmış daha yürüyemeyen tombul sarı saçlı tebessüm, birde ailenin misafir evi olarak kullandığı odanın önünde çekilmiş olan fotoğraf vardı. Önde, bastonuna dayanmış,  ihtiyar bir gölgeyi andıran dede. Henüz köye elektrik bile gelmemişken, pilli radyoların ya da Almancıların getirdiği teyplerin bir mucize hayranlığı ile gözlendiği demlerdi. İhtiyar gölgenin, savaştan dönen babasının hasta bedenini ve ölümünü anlatışını, kendisinin “Bana ne! Ben konuşmayacağım”  deyişini, dinledi doldurulmuş sesliklerden. Torun sararmış fotoğrafın kenarında kaçarken yakalanmış gibi duruyor. Askılı kadife pantolonun cebine ellerini sokmuş. Kaçamak poza, öfkeli bir kuruntu da eklemiş.  En kenarda duran öfkeli kuruntunun birden bakkal Yunus Dayı’ya koştuğunu gördü...
...
          —İki liralık lokum ile püskevit ver Yunus Dayı!
          Evin tek çocuğu olmasa bu kadar çok parayı bir arada göremeyecek yoklukla yoldaştı. Kerpiçten yapılmış, toprakla beyaza sıvanmış, önü seki yapılmış bu küçük bakkal. Askılı kadife pantolonuyla tombul sarı tebessüm avucunda sıkıştırdığı iki buçuk lirayla, muşambayla kaplanmış masanın önünde durdu. Yunus Dayı sormadan ne alacağını söylemek cesaret isterdi. Loş ve serin mekânda gözleri alışık olduğu masanın arkasında duran bisküvi, lokum, sormşeker, akide şekeri, leblebi, nohut kutularını süzdü. Lokumla bisküvi kutusunda takıldı gözleri. Lokumu uzatıp bisküvinin ortasına yerleştirip iki bisküviyle sıkıştırıp yemeye bayılıyordu. Yutkundu. Gözlerinin kenarından Yunus Dayı’ya baktı. Burnunun ortasına kadar düşmüş gözlüğü ile önündeki siyah beyaz gazetesini vekil ciddiyeti ile okumaktaydı. Üstünde terazinin olduğu, arkasındaki raflarda çerezlerin dizildiği girişteki masada değil de soldaki pencerenin yanında daha küçük olan masada otururdu genelde. Masanın pencereye yakın kısmında siyah bir telefon, yandaki kolu çevrildikten sonra konuşulan köyün tek telefonu. Yunus Dayı’nın köyün posta acentesiydi o zamanlar. Pencerenin önünde her zaman bakımlı olduğu belli olan çiçekleri vardı. Masanın karşısında bir sandalye daha dururdu sadece köye gelen memurların oturmaya nail oldukları. Bu özel sandalyenin üzerinde tavana yakın kısımda tahtayla yapılmış bölümünde pilli radyo. Ajansların (angaranın) derin bir merak ve hayretle dinlenildiği radyo. Burnunun ortasına kadar düşen gözlüğünün üstünden masanın önünde duran, yutkunup, korkuyla karışık ürpertiyle bekleyen, sarı çilli tebessüme:
        —Ne isteyon dayım?   Diye sordu.
        —İki liralık lokum ile püskevit ver Yunus Dayı!
...
              Yavuz ve Mahmut ile çocukluklarının hamuru beraber yoğruldu. Pırla gibi döndüler o bakkalın etrafında. Yunus Dayı bakkalda ise yanına yaklaşamazlardı. Üstelik Yunus Dayı Yavuz’un öz amcasıydı. Ancak akşam oldu mu oğlu Ayhan ağabey gelirdi bakkala. Yunus Dayı varken granit ürpertiler veren o bakkal, akşam kendini ele verirdi. Kısa yaz tatillerinde düşülmüş sevdaların ergen kayıtlarını geçtiler kerpiç duvarlı bakkalın sekisine. Bazı an fırtına yorgunu gemilerin liman huzurunu fısıldadılar sekideki taşlara. Türkünün fısıltısıyla çayın demini sigara dumanıyla şenlendirdikleri bir akşam, her gün bir şeylerini dinledikleri sekiden Yunus Dayı’yı dinlediler.
...
            Berberliği yeni bırakıp yerine bakkal açan genç adam bakkalın önüne oturdu. İki kızdan sonra iki de oğlu olmuştu. Ellerine tutuşturduğu şekerlerle eve savdı. Briyantinli saçları, uzun yakalı gömleği, bıçak gibi ütülenmiş pantolonuyla çarıkla kağnının ardından yürümeyen adeta sürünen köylülerinden ne kadar da farklıydı. Yarıdan fazlası okuma yazma bilmeyen köyün okuyanlarındandı. Köylünün ya şehirde ya da tesadüfen bulabildikleri gazetedeki resimlerde gördüğü adamlara benziyordu. Bakkala erzak almak için her hafta kasabaya giderdi. Şoförün sağındaki koltuk her zaman onundu. Kimse gelip oraya oturmazdı. Kırk yıl boyunca bunu değiştirmek istemedi kimse. Ta ki takatsizlik onu o bakkala çakana dek. Akşam bir hareketlilik alırdı bakkalın önünü. Kağnılarıyla tarladan dönen köylüler, bakkalın karşısındaki köy çeşmesinden su alan çamaşır yıkayan kadınlar ve bunların kavşağında yer alan bakkalın sekisinde oturan eski berber yeni bakkal Yunus Dayı. Ayağı çizmeli eli dipçikli tahsildarları yeni ağırlamıştı.  Sülalenin ileri gelenlerinin uzun zamandır ima ettikleri muhtarlık meselesinin kıvamı tamamdı. Tarla dönüşü çevirip hem yorgunluk çayı içmeli hem de akşam odada,  yaklaşan muhtarlık seçimlerinde adayın belirlenmesi için toplantı yapılmasını söylemeyi düşündü. Ama önce bu gün gelen misafirlerini anlatmalı, kendisini nasıl arayıp sorduklarını, köylü için çizme, çizme gıcırtısı, dipçik, dipçiğin çizmedeki sesinden öte olmayan bu devlet adamlarının kendisinin ahbabı olduğunu vurgulamalı idi. Onlara, okuduğu kara yazılı gazeteden havadisler aktarmalı, radyoda çalan memleket havasından bahsetmeliydi.  Sonradan vazgeçti, tarladan yorgun gelen insanlar bu kadar bekletilmezdi. Hemen bir çay ikram eder diyeceklerini de odadaki toplantıda söylerdi. Bu düşüncelerle tarla dönüşünü gözlerken köylülerinin, iki güğümün cilveli şangırtılarla yanında duraklamasıyla irkildi.  Birbirleriyle aralarında dedelerinden miras düşmanlık olan iki sülaleden oluşuyordu köy. Aliler ve İsmailler. Kendisi Alilerdendi. Kendisine siyasetten diş bileyen komşuları İsmaillerin gelini Ayşe’ydi bu. Siyasi hasımızda namus düşmanı olunmaz komşuyla diyerek başını çevirecek olsa da zülüf üstüne dizilmiş sıra altınların çağrı kokan çınlamasından kendini alamadı. Amacına ulaşmış bir çift kara göz, kılıcı kınından çekercesine gözlerini çekti bakkalın üstüne. Sertçe başını çevirip hışımla güğümleri aldı yerden. Kaşıyla, gözüyle, konuşan güğümleri, bağıran altınlarıyla, kopmamak için feryat eden kazağının düğmeleriyle taze siyasinin belasıyım diyordu Ayşe. 
            Beyaz toprak sıvalı köy odasında sigara dumanından göz gözü görmüyordu. Tezek kokusu, ter kokusu hepsi bir birine girmiş bu koku harmanına tarla işini yeni bitirmiş kışı karşılamaya hazırlanan köylünün konuşması da eklenince bu tufanda herkes biraz kendi kendineydi. En fazla kendi kendisiyle kalan Yunus Dayı idi. Yazdan beri çifte güğümün çınlaması hiç dinmemişti. Kolunu dayadığı hasır yastığın ön yüzüne işlenen nakışın içinde gezinmeyi bırakıp ortada serili kilimin nakışlarına yürüdü. Mendilin dört ucunu toplayıp itina ile düğüm yapmıştı, içine koyduğu çerez yolda dökülüp saçılmasın diye. Yazdan beri bu kaçıncı? Unutmuştu. İşi sezmiş eski kocalardan bir kaçı kenara çekip bu işin kokusu daha fazla çıkmadan vazgeçmesini söylemişse de (o dinledi de) gönlüne pek kâr etmedi. Nereye gider nasıl olur? Böyle kalabalık yalnızlıklarda aklına takılırdı. Çifte güğüm çeşmeye salındı mı düşüncelerin yerini fettan düşler alırdı. Dolaştığı kilim nakışlarının arasından köylüsünün seslenmesi çıkardı. “eee muhtar adayı hep böyle suscan mı? Ülen daa muhtar olmadan köyün derdi seni mi sardı? Üç beş oy eksiğimiz var. Sen de kıycan birkaç torba çereze. Bir mendil çereze bu köylü milleti neler yapmıyor ki?”    diyen komşusunu dinliyordu. Son sözünden sonra yüzünde “senin mendilden haberim var” diyen hınzır bir gülümseme vardı. Suçüstü yakalanmış gibi ter bastı. Kendisini kenara çekip nasihat verenlerin yanında sırtını sıvazlayıp ona hayranlıklarını gösterenleri hatırlayıp rahatladı. Ne olacaksa olsun yav dedi içinden. Şimdi Menderes’in durumunun karışık olduğunu anlatıp ilerde kendi adamlarının yine işin başında olacaklarını anlatırdı. Bu hafta kasabaya gittiğinde konuştuğu ahbabının siyasi geleceğinin nasıl açık olduğunu sıkıştırırdı araya. Geçenlerde yaylada kuzu kesip ağırladığı dostuyla ne kadar samimi olduğuna taze tezek sürülmüş ocağın dibine sokulmuş çobanı şahit gösterirdi. Ailecek görüştüklerini köylü zaten biliyordu. İlde, kasabada her işlerini nasıl yaptırabileceklerini, ovanın ortasından geçen yolun asfalt yola dönüştürülebileceğini ballandırarak anlatır. Karşı tarafın adayı hakkında bolca küfürle birlikte onun da adaya gidebileceği gibi bir korku iması salardı. Korku burada her daim iktidardı. Ve bu ima sabah olmadan sahibini bulurdu. Aklından geçenleri fazlasıyla uygulayınca tabakasını çıkardı bir sigara çay ekledi keyfine. Yavaş yavaş köylüler evlerine dağılmaya başladı. Sırrını paylaştığı, kendini sülalenin önüne çıkaran has adamları kalmıştı. Gidenlerin arkasından durum değerlendirmesi yaptılar. Kim güvenilir kim güvenilmez. Bu sefer kesin alacaklarına dair inançlarını bir birine telkin edip onlarda kalktı. O kaldı. İçinde bambaşka bir kıpırtı vardı. Gidenlere bakkalda işi olduğunu söyleyip oyalandı. Odayı kapatıp bakkala yöneldi. Arkasından bir gölgenin geldiğini sonradan fark etti. Hasım komşunun kürküne benzetti gölgenin üstündekini. Görmemiş gibi bakkala yürümeye devam etti. Gölge yirmi metre arkasından gelmeye devam ediyordu. İçine bir korku düştü. Acaba biri işi fark etti de kendine pusu mu kuruyorlar diye düşündü. Belini yokladı. Yerindeydi. Hızla kendini bakkala attı. Kapıyı sürgüledi. Bir iki dakika sonra kapı ürkekçe tıklatıldı. Silahının namlusuna kurşunu sürdü. Çıkan sesin dışarıdan duyulması için kapıya doğru tuttu. Tedirgin bir “kim o?” dedi. Dışarıdan gelen “benim” sesi tüm korku ve tedirginliğini alıp götürdü. Bu oydu. Kapıyı açar açmaz ışıkları kapattı. Bulutsuz akşamda ay ışığının şavkı bakkalın penceresinden içeriyi aydınlatıyordu. Gözlere ve sözlere ihtiyaçları yoktu. Ay ışığında masanın üzerindeki gazete dergi ne varsa nefes nefese uçuşuyorlardı. Üzerinde darağacı resmiyle adadaki hakkında ne dilediğini bağıran dergi pencerenin önüne fırladı. Kara yazılı gazete yerlerde paramparçaydı. Gölge kürkünü giydi alelacele. Cepleri mendil mendil çerez doluydu.

            Gülovası’nda namı yürümüştü. Bu ovaya ilk traktörü getirenlerden biri de oydu. Bir dönem muhtarlıktan sonra muhtarlığı bitse de küçük bakkalında kurduğu büyük saltanatı daha bir kavileşti. O saltanatın içinde o küçük bakkal büyük bir fildişi kuleye dönüştü zamanla. Bir aristokrat gibi alışkanlıkları değişti. Ne karısını ne karısının yaptığı yemeği ne yıkadığı çamaşırı beğenirdi. Köydeki kimsenin evinde olmayan düzen onun evinde olurdu. Şehirli dostlarına kendi elleriyle yemekler yapar ağırlardı. Haftanın belli günleri bakkal dolup boşalırdı kravatlı misafirleriyle. Köylülerinin, yüzünde ender gördükleri tebessüm güneş gibi açardı. Köylü onunla konuşmaya çekinirdi. Ya giyiminden ya konuşmasından ötürü ya bir azar işitir ya da aşağılanırdı. Üzerinde, kürkünü giymiş gölgenin izi kalsa da alış verişinde hile olmayışı, köylünün tüm bunlara rağmen alış veriş için onun kapısına gelmesine sebep olurdu. Bir de ilin ötesinde Ankara’da olacak tüm işler Yunus Dayı’nın elinden çıkardı. Kahvelerin ikiye ayrıldığı zamanlarda Ecevitçilerin kahvesine gider henüz mucize etkisini kaybetmemiş televizyondan haberleri dinler, kulesine dönerdi. Farklılığından kaynaklanan uzaklık ve gizem köylülerinin üzerinde garip bir saygı oluşturdu. Bu kahveye ender gelişlerinde, saygıyla yer gösterilir, haber dinlemeye en uygun yere oturtulurdu. Köyde duyulan yeni bir söylenti köylünün gözünde Yunus Dayı’yı bir efsaneye dönüştürdü. O artık bir milletvekili dünürüydü.
            “Benim de yazım böyleymiş oğul” sitemlerine aldırmadan anasını getirdi İstanbul denen denize. “Eşin dostun kızını gösterdik onca yıl hiç birini beğenmedin” deyişlerine “Yok anam beğenmemek değil” ezilmeleriyle cevap vermeye çalışırdı. “Hangi kıza heveslendimse gelin olup uçtu. Sen de geldin otuzuna. Gene de korkuyorum oğlum. Elin yabanında hele İstanbul gibi bir yerde biz ne yapar nasıl sığınırız? Biz köylüyüz, hayvanımız var ahırımız var. Üstümüz kokar, yaptığımız değişik gelir, yediğimizi içi almaz” yalvarmalarına aldırmadı. “Nasip be ana…” hem uzun hem de kısa konuşmalarıydı. Evlat dedi düşüp peşine geldi. Köyünde dışarıdan gelip geçimi zehir eden gelinlere benzemeyen bir gelin adayı bulunca yorgunluktan yığılırcasına uyuyup kaldı. Misafirler tüm yabancılıklarına rağmen kız istemeye gelmiş olduklarının bilincinde ortaya laflar söylüyorlar, yine de tutuk zaman geçip kız istenip yüzük takılamıyordu. Çocukluğunda efelenerek özenip fotoğraflara poz verdiği öğretmen dayısını da getirdi ki ağzı laf yapar düğümü açar diye. O da tutulup kalmıştı. Güngörmüş, eşinin dayısı araya girip çabuklaştırmasa sabaha kadar havadan sudan konuşacaklardı herhalde. Düğüm çözülüp yüzükler takılınca herkese bir ferahlık geldi. Yeni akraba adayları yakınlaşmayı hızlandırmak adına ortak tanıdıklar bulma arayışına girdi. “Bizim uzaktan bir akrabamız var sizin memleketten evlenmişti.” Diyen kayınpederinin bu ortak tanıdık bulma umuduna bütün misafirler pür dikkat kesildiler. “Boşandı sonra. Adamı tanırsınız eski milletvekili …”  Yüzükler takıldıktan sonra dili çözülen dayı, kız istemedeki mahcupluğunu ortak tanıdığı teşhis ederek üstünden atmak istiyordu. “Bizim Yunus Dayı var, senin bahsettiğin o milletvekiliyle dünürdü onlar”

            Bugün bakkalı açası yoktu. Bu köyde kendini iyi ve özgür hissettiği o kale de artık korumuyordu gam yükünden. Milletvekili çocuğu dedik nerden bilirdik böyle olacağını. Yuvası bozulup iki çocukla böyle ortada kalacağını bilse kızını verirdi bir çobana gözünün önünde olurdu. Yokluk olsa da huzurun zengini olurlardı bari… Günlerce kendiyle kavga etti. Sonra yara kabuk bağladı. Bakkal açıldı. O kalede saltanat olmasa da PTT acenteliği adı altında köylüyle temas kurduğu saygı gördüğü yeni bir bağ vardı. Asker mektupları, sınav sonuçları, beklemeli çevirmeli telefon görüşmeleri vardı. Bakkal yine dolup boşalıyordu. Tezgâh görevi gören öndeki masanın dışındaki küçük masanın sandalyesinde köye gelip giden memurların oturması eksik olmuyordu. Küçük oğlan Ayhan istediği gibi olmasa da büyüğü istediği gibi yetişmişti. İyi bir aile kurmuş, komşu ilde işe girmişti. Kızında yaşadığı hüznü, küçük oğlanda yaşadığı hayal kırıklığını büyük oğlunun hayal ettiği yere doğru gitmesi teselli ediyordu. Bakkalın küçük penceresinden yandaki sekiye bakıp paylaştığı gölgeden anıları vardı. Yunus Dayı bakkala bir kez daha küstü. Şoförlük yapan büyük oğlu trafik kazasında elinden kayıp gitmişti. Onu kimse daha önce böyle görmemişti. Kalabalığın arasında dizlerine vura vura oğluna ağıtlar yakan babaydı. Hayatın hikâyesi burada bitse diye çok diledi. Paranın, makamın bu kadar içinde olup da pamuk ipliği bağların çözülüvermesi ağır gelmişti. Kader, hikâye devam ediyordu. Bakkal artık canı istediği zamanda açılan bir yerdi.
            —Gardaaaş! Gardaaş!
            En yakın arkadaşı babasını kaybetmişti. Üzgündü. Arkadaşının içi yanıyordu. İki kişinin kolları arasında zorla ayakta durabilen Yunus Dayı kopan bir kıyametin sesini haykırıyordu:
            —Gardaaş! Gardaaş!
            Siyah beyaz bir resim, yeni evli çiftin düğün resimleri arasına düşüvereli neredeyse beş yıl oldu. Tombul sarı tebessümün, yanaklarda kırk yıllık konaklı olmadığı hüznün baki kayıtlarında görüldü. O tebessümün, şimdi iki kızın yanaklarında baba diye çiçek açıyor olması, siyah beyaz fotoğrafların taşıdığı geçmiş zaman hikâyelerini unutturmadı. Tıpkı kerpiçten yapılmış toprak sıvalı bakkalın, dışı betona devşirilse de yandaki sekinin,  ay ışığında kürkünü giymiş bir gölgenin ateşle dansını unutmadığı gibi. İçinde cep telefonlarına kontör satılan marketlere devşirilmiş bakkalların yanında o hep bakkal kaldı. İhtişamlı zamanlarında küçücük bir köy olan memleketi şimdi bir kasaba olmuştu. Kasabanın zaman makinesi gibi yerinde dimdik duran bakkaldı. Siyah renkli çevirmeli telefon bakkalın vazgeçilmez süsü oldu. Artık çalmıyordu.  Çeşmenin yerinde kasabanın parkı kurulmuş, su her evde akar olmuştu. Güğümler folklorik malzeme olup eskicilerde sessiz soluksuz kalmışlardı. Hayatı böyle iniş çıkışlarla yaşayan Yunus Dayı, oğlunu, kardeşini kaybettikten sonra yaşayamam sandı. Yaşadı.
            Atkısını sıkı saran uykusuz yolcu, bulduğu ilk lokantaya daldı. Sıcak bir çorba, yorgunluğuna da üşümesine de ilaç olacaktı. Beresini, atkısını, paltosunu çıkaran yolcu bol biberli ve limonlu çorbasını yudumlarken masalara göz attı, bu gün komşu kasabanın pazarı, gelen giden köylüsü var mı diye. Tanıdık kimseyi göremedi. Köşede gölge gibi siyah kürke sarılmış, ihtiyar -elinin titremesine engel olabilecek kadar da dinç görünen- adamı tanır gibi oldu ancak çıkaramadı. Acılı sıcak çorba iyi gelmişti. Kendine geldi. Eve varmaya az kalmıştı. Ananın babanın duasını almalı eli boş varmamalı çıkıp alışveriş yapmalı diye düşündü. Hesabı ödemek için kasaya yaklaşırken fark etti köşedeki adamın biraz daha tanıdık geldiğini. Bu oydu. Yanına oturdu:
            —Afiyet olsun Yunus Dayı!
            Çorbasına yeni batırdığı ekmeği ağzına götürürken başını yavaşça kaldırdı. Şakaklarına beyazlar düşmüş tombul tebessüme tanımayan gözlerle baktı:
            —Beni tanıdın mı Yunus Dayı? Ben İsmâil!
            —İsmâil?
            —Şu sizin Yavuz’un arkadaşı İsmaillerin İsmail…                                                                                                                  
            —Haa İsmail sen misin? Hoş geldin dayım. Birden çıkaramadım. Nasılsın?
            —Sağ ol Yunus Dayı sen nasılsın? İyi gördüm maşallah seni…
            Tam sohbeti derinleştirip üstüne çay içecekleri sırada masaya bir çocuk yaklaştı. Siyah beyaz bir resimden fırlamış gibiydi. Askılı kadife pantolonu, lastik ayakkabıları, üzerine zorla giydirildiği belli olan kazak,  siyah beyazdı. Yanaklarında yerleşik duran tebessüm renkliydi. Sarı. Üzerinde muşamba olan bir tezgâhın önündeymiş gibi parmaklarını kaydırıyordu. Karşısındaki raflarda çok sevdiği lokum ile bisküvi varmışçasına gözleri şendi. Yunus Dayı ne istediğini sormuşçasına ona döndü:
            -İki liralık lokum ile püskevit ver Yunus Dayı…


14 Nisan 2015 Salı

13 Nisan 2015 Pazartesi


http://www.inceeleyen.com/tadimlik/istasyonda-bir-siir/ (inceeleyende istasyonda bir şiir yayınlanmıştı)
İSTASYONDA BİR ŞİİR
Yetmiş altının yazıydı.
Yerler ıslak, gri kare taşların arasında kalan suyun üzerinde turuncu gün izi. Rugan ayakkabının üzerine inmesiyle turuncu iz beyaz patlamalara dönüşüyor.  Damla, ayakkabının yere inmesiyle yükseliyor. Şeffaf bir küre; içine topluyor doğan günle birlikte istasyonda başlayan sabahı. Camdan bir fanus ya da cam bir bilye, raylar üzerinde tren silueti boşluk kalmış, salkım söğüt, çınar, dut ağaçlarının yaprakları arasında, hepsi bu küçük kürede eğilip bükülmüş. Damla havada süzülürken yerden yükselen ışığın yansıması, doğan güneş, ışıktan denizde kamaşıyor. Başı önde, oturduğu bankta iki büklüm olmuş Necati, kurumak üzere olan kaldırım taşlarındaki simetrik boşluklarda kalan suya bakıyor.  Rugan ayakkabıdan çıkan sesin olduğu yöne çeviriyor başını. Damla henüz yere düşmemiş, içinde bir istasyonla havada dönüyor. Bu sesi tanıyor, gözleri doluyor. Yeni bir damla düşüyor istasyona kan rengi hüzünden taşarak.
Kırmızı, siyah kareli elbisesinin içinde saçları beyaz kurdeleyle bağlanmış simsiyah gözleri hâkimin olduğu boşluğa donuk bakan, beş altı yaşlarındaki kız, sıranın kendisine gelmesini bekliyor. Ne annesine ne babasına, ara sıra geçen bayram, babasının aldığı kırmızı rugan ayakkabısına bakıyor. Hâkim, bir çocuğa hitap etmenin gerektirdiği samimiyetle çocuğa gülümsüyor. Kızın ilk duruşmalardaki ürkekliği kalmamıştı, kürsüye yaklaşıyor.
-Elif! Kızım, söyleyeceklerin çok önemli. Babanın söyledikleri doğru mu?
Elimde değil, her gün mutlaka uğruyorum postahaneye. Sarı saman kâğıda basılı dergi gelene kadar memurlar da merakıma ortak oluyor. İçeri girer girmez Sadık amca gülümsedi. Üzerinde adım yazılı zarfı aldım. Çınar ağaçlarının serin gölgesinden ilerleyerek istasyonun yolunu tutuyorum. Kurtuluş savaşı sırasında Denizli İzmir hattı için önemli bir istasyonmuş burası. O günlerden kalma çınar ağaçları olgunluğa doğru ilerlerken benim için bulunmaz okuma yeri olmuştu altları. Hem sakin hem de çocukça heyecan ve gülümseme için yeterince tenha. Bu tenhalığı sadece zarfı açıp kapağındaki yazarların ismini okuyana kadar hissettiğim heyecanı yaşamak için kullanabildim. Kendi ismimi görüp çocukça heyecanım olmadı hiç. Daktilo harfleriyle yazılmış bir ismimi görsem, bir şair gibi hissetsem kendimi, ismimin olduğu sayfayı tesadüfen açıkmış gibi masaya koysam, çay, sigara arasında arkadaşlarımın gözü takılsa… Olmadı. Gidenler gelenler, kavuşanlar ayrılanlar arasında benim ne işim vardı? Çınar altı hayal kırıklıklarından sonra kendimi bu banklara atıyorum. Kış ise pencereye en yakın yere, yaz ise herkesi görebileceğim ama fark edilmeyeceğim uzaklıktaki banka oturuyorum. Bu gün biraz daha buruk oldu buluşmamız postadan gelenle. Daktilo harfleriyle başlayan ismimin olduğu not başta sevindirse de sonlara doğru tam bir hayal kırıklığı, Bacon’ın mutlak yenilgide bile mücadeleye devam içerikli nasihatiyle bitiyordu not. İnsanlar gelip geçiyor önümden. İnsanların yüzünden onlara dair iç okuma ve gözlem yapmayı beceremediğimi anladığımdan beri okumayı bıraktım. Ayak seslerini dinliyorum. Şimdi dışarıdan nasıl görünüyorum onu merak ediyorum. Üzerime yığılıp kalan hüzün görünüyor mudur acaba? Cumhuriyetin o ilk dönemlerine ait yapıların ortak özelliği olan siyah ve büyük kesme taştan bir yapı. Buharlı trenin istasyona gelmesiyle ne taş ne metal o beyaz buharla başka bir şeye dönüşüyor. Yolcu bekleme bölümünün en uzağındaki banka oturan beni fark ederler mi? Tanımıyorlar ki; bilemezler benimle alay edildiğini, bi baltaya sap ol! Doğru dürüst bir işe gir diye azarlandığımı. Baba parasıyla aldığım kitap ve dergileri bu yüzden sakladığımı bilemezler.
-Kızını duydun! Ekleyeceğin bir şey var mı?
Kızının gözlerini aradı. Hâkimin olduğu boşluktan dönüp bakmadı babasına. İlçenin tek kitapçısı İsmail amca geldi aklına. Yayınlanmamış şiirlerinin son durağı orasıydı. Şiirlerini dinler yüreklendirilecek mısraları özenle seçerdi. Gençliğinde kendi oluşturduğu defteri tutuşturdu bir gün eline. “İlk sahifeye bir not yazdım. Sen de benim şiirlerime bak bakalım nasıl bulacaksın?” Kapağını hafifçe kaldırdığında “Seni de vururlar Necati!” yazan yeri görünce heyecanı bir kat daha arttı. Eve kadar bekleyemedi, istasyondaki salkım söğütün altına attı kendini. “Seni de vururlar Necati! Kör kurşunlar mübarek kalır, seni vuran sessiz kör kurşun kalemlerin yanında.”  Beni de vurdular hâkim bey diyecekti az daha. Kızı annesine baktı, öğretilmişi aynen tekrar etmiş olmanın onayını almak için. “Beni de vurdular hâkim bey! Ben de kızımı vurmak istemiyorum. Annesini hangi hal içinde bulduğumu unutmak istiyor, üstelik onu…” kendine kıydı, kızına kıyamadı. Mahkemenin kapısından herkes ayrı yönlere (yollara) çıktı.
editordenEski, ahşap, cumbalı bir evin penceresindesin. Belli ki yazar seni bir fotoğrafta görmüş. Bilincinin altını üstüne getiren sinemadan çıkıp seni “o kadın” adında bir plan içinde çekecek, fonda; Karaçay. Şişman istasyon şefi oflaya puflaya, elindeki bavullarla adeta sürünerek Karaçay’ın kenarındaki serinliğe sığındı. Üçüncü tekil şahıstan sıkıldı. Bunları da diğerleri gibi yırtıp attı. Şiiri bırakalı yıllar olmuştu. En sevdiği dostu Kitapçı İsmail’e bile haber vermeden terk etmişti Dinar’ı. Yaşı memuriyet için sınırına gelmişti, bu işi buldu. İstasyon şefi olmuştu.
-Baba!
Bir istasyonu da içine alıp dönen damla yere düştü. Sabah binlerce parçaya bölündü, her parçada turuncu sabah, kan kırmızı hüzün. Yıllar sonra hâkimin bıraktığı boşluktan gözlerini toplayıp gelen kızıydı bu. Yere düşen sabahtan gözlerini alamadı. Yanında kitapçı İsmail’in şiir defteri vardı. Defterden kalan boşluğa oturdu kızı sessizce. Oturmasıyla defterin kapağı aralandı.
Yetmiş altının yazıydı. Ben daha çocuktum, sana güz gelmiş, istasyona ayrılık… İstasyonda bir şiir/ düştü!
Teyzemin radyosu, İbrahim Eyibilir, Roza Yayınevi, İstanbul 2014, 120 s.

http://www.edebistan.com/index.php/ibrahimeyibilir/akis/2012/10/ (akış da edebistanda yayınlanmıştı)
AKIŞ
Gözlerini kapadı. Sandalın küreklerini bıraktı. Ellerini yana saldı. Nehrin yavaş akıntısında boşlukta süzülüyormuş gibi salınan sandalının ucuna usulca başını yasladı. Gökyüzünün maviliğine parça parça beyazlık düşen bulutlar içine süzülüyor. Derinlerde, bir kemanın ses izine takılmış balık, kelebek kanadına binmiş o şarkıyı arıyor. Parmak uçlarında suyun serinliği, parmaklarından önce nehre düşmüş bir çift salkım söğüdün yaprakları geziniyor sandalı. Yüzünü okşayıp geçen bu salkım söğüt yaprağı, yeşile boyuyor içine akan gökyüzünün mavisini, bulutlar kenara çekilip hale oluyor. Yeşil tüm tonlarını yamaçlardaki ağaçlardan derip nehre buket yapmış. Kıyıda kalan papatya, gelincik bam telinden ödünç alınmış bir yasın hışırtısını salmış yele.  Nefesine heyecanı yansımasın diye yarı tebessüm bakıyor söğüdün dallarına. Dallarından çocukluğu, geçmişi dolmasa avucuna, dalıp kaybolmasa yeşilinde, konuşacak. Konuşacak bir bozlak çığlık çığlığa kesmese yüreğini.  Diyeceği lal oluyor akıp giden zümrüdün girdabında.-Sen geçmiş zaman efsanelerine benziyorsun. Umudunu yitirmiş bir yitiğin son umudu gibi şişeye yazılıp bırakılan çağrı. Geçmişi bir ayna suretinde bugünümün sahiline böyle zalim vurma. Ben bana daha güzel şeyler koyabilseydim şişeye. Sen geldin. Kıyılarımı yitirdim. Tüm yollarım tufana çıkıyor.-    Nehrin akıntısı sakin, gurbet akşamında içindeki fırtınayı sessizce yutan yabancı kadar sakin. Salkım söğüdün salınışına vurgun çağlayan, uğultusunu siper etmiş bir âha. Sandalın salınışına uyan parmakları suya yazı yazmayı bırakıp bu akışın ritmini tutuyor.
/Gözleri öfkeden büyümüş. Tekme sopa ne denk gelirse vuruyor. İtten havlamayı andıran garip sesler geliyor. Vururken sakinleşmek bir tarafa daha hırslanıyor. Ağzını da bozuyor. Hem vuruyor hem söyleniyor. “ Ulan sen ne utanmazsın. Bu kaçıncı rezillik, hani yapmayacaktın, sondu. Seni dışarıdan gören de bir şey zanneder. Bilseler senin bu bir şey zannedilen maskenin altında neler yaptığını. Tükürükleriyle boğmaya tükürüklerini bile israf sayarlar.” Nefes alış verişi sözlerini boğmaya başlıyor. İt ve sahibi nefes nefese kalıyor. Sahibinin hırlamalarına itin yalvarır bakışları karışıyor. Sahibinin bacaklarına sürünüyor. Öfke geçince başını okşuyor itin. Sırtını iti bağladığı söğüde dayıyor. İt bir şey olmamış gibi söğüdün yere inen dallarıyla oynuyor./
Bir daldan diğerine kanat çırpan kuş aşağılarda küçücük bir sandalın içindeki adamın eline su alıp yüzüne vuruşunu görmedi. Söğüdün geride kaldığını fark etmedi. Nehrin tüm kıyılarına uzaktı artık. Bir şarkının başından aşağıya döküldüğünü düşündü. Bir şiirin parmaklarından kalbine aktığını hissetti. İçinde bir gül açtı. Turuncu bir alev tutuşturdu yangınını zümrüt şelalelerin. Hızla küreklere sarıldı. Kıyıları yitik nehrin akıntısı hızlanmış, tersine çekilen küreklere aldırmıyor.
/Sen kimsin? Nesin? Bu basitliğe giydirdiğin urbalar ne iğreti, farkında mısın? Bir beton griliğine tutulmuş suretinin yansımasına bile bakamıyorsun. Kendine nasıl bakacaksın?/
Omzuna bir el dokundu. Gözlerini açtı.
-Baba kardeşim uyuyamıyormuş. Müziğin sesini biraz kıssın diyor annem…
KIRMIZI DUT
Ulu Caminin avlusuna ulu çınarların yakıştığını sonradan öğrendim.  Haziran başı gibi yaprakların altında mordan bordoya rengârenk doldururlardı dut ağacını kırmızı dutlarCami cemaati hiç heder etmezdi yere düşen dutları. Öğle ve ikindi, namaz öncesi ve sonrası bir tepside kapı kenarına konur, cemaate ikram edilirdi. Sabah dışında diğer vakitlerde camide olurduk. Cami avlusu cıvıl cıvıl olunca cemaat ışıl ışıl bakardı bize.  Ezana kadar olan kısa zaman içinde kahkahalarımızla avluyu şenlendirirdik.
Dut mevsimi gelince bize bırakılan bölümde dut toplardık. Bir öğle namazı öncesi yine dut topluyoruz, elime bir dut aldım, kıpkırmızı! Tam kıvamında, biraz daha beklerse bordoya sonrada siyaha dönecek. Yenebilecek en iyi zamanı şimdi.  Elime aldığım dut, avucumun ortasında daha önce görmediğim mordan siyaha dönmüş bir uçuruma düştü. Sonra o dutu,  koridora yan yana sıra olmuş çocukların arasından düşerken gördüm sanki. Korkudan tirtir titreyen, kapı camının ışığı önünde elinde bir sopayla bekleyen gölgenin bağırışından ürkmüş bir alay serçe. Bir elinde sopa diğer elindeki kırılmış çiçek yaprağını sallaya sallaya gölge bir hiddete sonra da şiddete dönüyordu.
/Gölge çiçeğin yapraklarını siliyor. Özenle ıslatılmış pamukla her sabah bu tören tekrar eder. Hafız bu çiçekten nefret ediyor. Kuşluk vakti, gün ışığı tüllerin ardından sınıfa sızıyor. Öne arkaya doğru biteviye sallanan hafızlar ezber yapıyor. Yapraklarını silmeyi bitirdiği çiçeğin perde kornişine bağlı ipini kontrol ediyor. Hafız, dilinde ezber yaptığı ayetler mırıl mırıl öne arkaya sallanıyor. Gün ışığının ardında büyük yapraklarıyla parlayan çiçeği ve gölgeyi izliyor. O pırıl pırıl parlayan çiçeğin yapraklarından biri kırılıyor, hafızın eli yanıyor, gölgenin masasının metalik kenarlığının zulasından Mevlana çıkıyor ortaya, hıçkırıkların tavafı başlıyor koridorda./
Çiçek henüz kornişe uzanacak kadar büyümemişti daha. Babam her devlet dairesine girerken yaptığı gibi şapkasını çıkarmıştı. Tık tık yapıp girdiği kapının kenarında hazır ol vaziyetinde bekliyordu. Şapkasının kenarında terden oluşmuş kir izi, asıl rengi nerdeyse kaybolmuş ceketi, temmuzun sıcağına inat kadife pantolonu ve lastik ayakkabıları, her yanından rençperlik, köylülük akıyordu. Çağrılmasıyla karşısındaki koltuğa oturdu. Arkasına yaslanmadan yarı eğilmiş vaziyette elleri bacaklarının arasında gölgenin ne diyeceğini bekliyor.  Bir başka koltukta ben, önüme bakıyorum. Son derece sıcak ve güleçti o gün gölge. Babamı rahatlatan bir hoşbeşten sonra hafızlığın ne güzel ne önemli olduğunu anlatan o hadisten sahneler anlatmaya başladı. Babam, Efendimizin adı geçince gözleri dolan adam, ortam müsait olsa gene hıçkırıklara boğulacak. Kendini tutuyor lakin gözleri gene dolu dolu. Hafızların anne babasına giydirilecek taç kısmına gelince gözünde zorla tuttuğu yaş süzülüyor kendince aşağıya. Benim ne kadar zeki olduğumla başlayan övgüler hafız olmamın iyi olacağıyla bitti. Yeme, içme, giyinme hiç birine karışmayacaktı babam.
Yazdı. Yazlık sinemada “Mine” vardı. Eski binanın boş olan sınıfları, inşaat halindeki yeni binanın her yeri ezber yapmak için bize verilmişti. Kaçıp Ilıca’da yüzmek vardı. Bizden daha eski olan Çerkez Sami rehberliğinde teravih saatlerinde sinemaya gitmek soluk soluğa yatak hanenin penceresinden yatağa sokulmak vardı. Böyle gecelerin sabahında kaçan sabah namazının hüznüne ezber verilmeyince uzun nasihatler eklenirdi. Beklenirdi. Kuşluk vakti, çiçeğe yüzü, çocuklara sırtı dönük gölgeye ezberler verilirdi. Ayrılmaya karar verdiğimde anladım çiçeği ne çok kıskandığımı. Her gün çiçeğin saksıya dökülen yapraklarını toplardı, ben çiçekten elime düşen uçurumu. /Ana elimi tut, öp elimi! Uçsun bu uçurum uç uç böceği gibi elimden. İçine düşüyor her şey tutamıyorum. Uvuna uvuna döndüğüm koridordan al beni sıcak kucağına. Ana sarıl bana, başımı okşa elimi tut! Korkuyorum. Koluma siliyorum diye burnumu kızma, gel gözlerimi sen sil!/ Gölge de fark etti benim uçurumdan onu terk ettiğimi.
Çiçeğe sırtını bana yüzünü döndüğü gün yüzüme baktı. Bilmem görmüş müdür yüzümde yüzüne sırtını dönen gönlümü? “Git oolum köyüne sığır çobanı bari ol… “ diye başlayan veda konuşmasını yaptı. Üç aydır olmadığım yerden gittim. Ben gittim çiçek kaldı. Avucumda bir kırmızı dut…

teyzemin radyosu gecenin içinden program kaydı

Teyzemin Radyosu, trt de...

 FOTOĞRAF HİKAYESİ 35 (yedi iklimde ve bir ortak kitap çalışmasında yayınlanan yazı i.e) 1984’TE ZORBA VE DİL             Bin dokuz yüz do...