20 Ocak 2022 Perşembe

 FOTOĞRAF HİKAYESİ 35 (yedi iklimde ve bir ortak kitap çalışmasında yayınlanan yazı i.e)



1984’TE ZORBA VE DİL

            Bin dokuz yüz doksan yedide güney doğunun ücra bir köyünde asker öğretmenlik yaparken “Ceylanı Vurdular” ve “Ceylana Mektup” adlı iki hikâye yazdım. Fablı andıran bu iki devam hikâyesi; yangın çıkan bir ormanda, ceylanın gözünden ormanı domuzların nasıl ele geçirdiğini anlatır. İki bin dokuzda “Sinek”, geçen yıl içinde ise  “1948” adlı hikâyem yayınlandı. Farkındayım bir yazarın yazıya,kendi hikâyelerinden bahsederek başlaması; en azından çiğ, bayağı bulunabilir. Bu yazının bendeki karşılığının, öncesinin olduğunu ve beni nasıl etkilediğini okurla paylaşmak istedim. Etki konusu bir benim üzerimde değil tabii; tür ve içerik olarak altmış yıldan beri edebiyat ve sinema çevrelerini etkilemeye devam ediyor. George Orwell “Hayvan Çiftliği” ve “1984” ile bir dönemi ya da ideolojiyi değil insanlık tarihindeki tüm zorbaların ruh fotoğrafını çekmiştir adeta. Yıllar geçtikçe bu karabasanın, ütopya sanılan gerçekliğiyle yüzleştikçe eser tam bir klasik halini almıştır.

            Aslında; üzerimde etkisi daha yoğun olan bilim kurgunun dâhi yazarı Jules Verne’i yazmak isterdim. On sekizinci yüzyılın bilimsel coşkusunun tamamını, bitmez bir merak ve macera tutkusuyla böyle güzel harmanlamış yazarın, okuma sevincine katkısı elbette yazılmalıydı. Geleceğe dair umutları yeşerten bu güzel eserlerin yanında dünya hızla değişiyor ve bin dokuz yüzlü yılların karabasanı, zorbalar çağı olarak doğuyordu. Fransız devrimiyle kralları deviren insanlık, yeni zorbalar türetirken, kaldırdığı kölelik yerine daha ağır, makine köleleri icat etmiştir; hepsi de kölelerden daha mekanik. Charlie Chaplin’in Şarlo’su makine dişlileri arasına sıkışıp kalmıştır. Nazım’da “Makinalaşmak istiyorum/ trrrum/ trrrum/ trrrum/  trak tiki tak / Makinalaşmak istiyorum” şeklinde karşılık bulan bu dönem, on sekizinci yüzyılın coşkusunu yitirip, yirminci yüzyılın karabasanına doğru koşmaktadır. Edebiyat başta olmak üzere bütün sanat dallarının da bu değişimden etkilenmemesi mümkün değildi. Zorba, zorunu kurarken, çiçekli böcekli güzel sözlerden oluşan bir bohçaya sarıyordu zehrini. 

George Orwell, yukarıda ana hatlarını çizmeye çalıştığım dönemin içinde yaşamış, Hindistan’da kısa bir dönem polis olarak görev yaparken, zorbanın her zoruna şahit olmuştur. Verem tedavisi gördüğü bin dokuz yüz kırklı yılların başında yazmaya başladığı eserini 1948 de tamamlamıştır. Ütopya yazmak; doğu ve batıda neredeyse bir gelenek ise de bu eser için karşı ütopya tanımlaması daha doğru bulunmuştur. İçerisinde manifesto içeren düşlerden oluşan bu ütopyaların yanında 1984 bir karabasan, bir karşı ütopya olarak kalmıştır. Bilim kurgu ya da distopya olarak adlandırılması bu yönüyle daha doğru diye düşünüyorum. Yazıldığı dönem içinde komünist eleştiri gibi yorumlansa da ( ki bunu haklı çıkaracak sebepler varsa da) günümüzden bakıldığında ideolojilerden ve inançlardan bağımsız olarak insanın içinde gezdirdiği karanlık yanının izini sürmüş ve insanlığı buna karşı uyarmış bir distopya romanıdır.

Steven Spielberg’in Azınlık Raporu ya da günümüzün popüler dizisi Black Mirror (Kara Ayna) gibi sinema filmi ve dizilerde etkisini ve izini gördüğümüz 1984 hakkında, kitap boyutunda inceleme yazılması gereken bir fenomen artık. Bu sebepten yazının alanı başlıktan da anlaşılacağı üzere daraltıldı. Orwell’ın neredeyse eserin tamamında inşa ettiği “Yeni söylem” zorbalık tarihinin ortak zulmü desek yanlış olmaz. Zorbanın, dil üzerindeki zorbalığı bu yazının temelini oluşturacak.

Edebi eserler için neredeyse klişeye dönüşmüş olan -atmosfer oluşturmak- nedir sorusunun cevabı diyebileceğimiz bir romanla karşı karşıyayız. Gri, köhne, kaynamış lahana kokusu, taşmış lağım ve kasvetli bir hava bu bahsettiğimiz atmosferi oluşturur. Bu atmosfer roman karakterlerinin güvensiz, belirsiz ve ifadesiz tiplemeleriyle pekiştirilir.“Savaş Barıştır/ Özgürlük Köleliktir/ Cahillik Güçtür” sloganıyla Okyanusya’nıntüm duvarları doldurulmuştur. Bu slogan İngsocideolojisinin beyin yıkama temel kodudur neredeyse. Okyanusya’nın her yeri Büyük Birader’in gözleriyle donanmıştır. Evin en ücrasını görecek şekilde konumlanmış tele-ekran aracılığıyla gözetlemeye her yerde her an devam etmektedir.  Winston ana karakter, Varlık Bakanlığında arşiv görevlisi olarak çalışmaktadır. Kitapta bakanlık adları binaları ve bunlarla ilgili kısaltmalar detaylıca verilmektedir. Her durum ve yer için arka fonda ( tele ekranlar aracılığıyla) bir slogan yer almakta, artık hareketlerin yüzde yüz kontrol edilmesi yetmemiş zihinlerin de şekillendirilmesi ve yönetilmesi amaçlanmıştır. Bireyler birbirinin en büyük tehdidi, çocuklar ebeveynlerinin her an celladı haline gelmiştir. “Nefret Haftası” gibi etkinlikler yıkanmış beyinlerin kontrol edilme anıdır. Bir anlık bakış, îma düşünce polisine gidebilecek bir ihtimaldir. “Buharlaşma” sistemin yok etme biçimine verilen addır.  Kelimenin tam anlamıyla buharlaştırılan insanlar; fiziken, fiilen ve fikren tüm kayıtları silinen insanlar. Winston bu silişlerin ve yazılışların düzenlendiği bakanlıkta Büyük Biraderin tutmayan öngörülerini tutarlı yapıp, geçmişi ve geleceği düzenlemektedir. Geçmişi kontrol etmenin geleceği de kontrol etmek olarak gören anlayış, neredeyse zaman ve mekân algısını yok etmek üzeredir. Bir kalem bir defter ve tele ekrandan saklı bir köşe,Winston için bir çıkış bir kaçış noktası olmaktadır.

Kirli, kasvetli, boğucu atmosfer içinde Winston için insan kokan iki şey vardır; annesini gördüğü rüyası ve belinde kırmızı kuşağıyla cinsellik karşıtı olduğunu gösteren Julia…  Sistem eleştirisi, kitabın tamamına o kadar sinmiştir ki kurgunun en insani yanı; Winston’ın çocukluğu ve Julia’ya olan ilgisi sisler arkasındadır. Hatta bu ilişki üzerinden bir başka yasak eleştirilmiştir. Kendi olmanın ve belleğini geri almanın, bunu bir şekilde geleceğe bırakmanın sancısı Winston’a günlük tutturur. Böyle bir şey yapmak değil aklından geçirmenin düşünce suçu olduğunu bilir. Buharlaşma ihtimalini göze alarak yazar…

Girişte de değinildiği gibi bu distopya, etkisini yayınlandıktan sonra artırarak sürdürdü. Bu etki gücünü, geçmişten bakarak günümüz devletleri ve politikalarını çok iyi öngörebilmesinde yatmaktadır. Sinema, bu etkinin yoğun olarak görüldüğü alanların başında gelmektedir. Yaklaşık on iki sinema filminin bu etkiden yola çıkarak çekildiği söylenebilir. Bu sayı günümüzde çoğaltılabilir de. Bu başlı başına başka bir yazı konusu olacak, öyleyse bu yazıda; 1984’te ironik bir şekilde İngiltere’de aynı adla (1984) çekilen filmi temel alacağız.  Yönetmen Michael Radford tarafından sinemaya uyarlandı. John Hurt, Richard Burton, Suzanna Hamilton’un oynadığı bu filmin senaryosu da yönetmene aittir.

Uyarlamalar, her zaman aslı eksiltmiştir. Eksiltmiş derken bir eksiklik vurgusu için değil yapısı gereği iki farklı disiplin - kitap ve film-olduğundan bubir mecburiyettir. Yoksa “1984”en iyi uyarlama filmlerinden biridir. Yeniden çekilmesi gündemde olan romanın, bu uyarlamada da aynı başarıyı yakalaması ya da geçmesi temennimizdir.  Yazarın kitapta oluşturduğu atmosferi sinemanın imkânlarıyla yakalamış yönetmen. Yazarın sayfalarca anlattığı giriş ve Nefret Haftası etkinliklerine kadar olan bölümü geriye dönüşler jest mimiklerle başarılı bir şekilde tek sahnede yansıtmıştır. Bazı yerlerde kitabı aştığı da söylenebilir. Slogan ve beyin yıkama seanslarının sonunda Büyük Biraderin ilk harfleri olan B Byi trans halinde, başka bir deyişle vecd ile BBleyen sürü, ürkütücü bir yığın olarak perdeye yığılır. Kitabın atmosferinde boğulan aşk ve anne, filmde daha fark edilir durumdadır. Kitapta felsefi eleştiri ve yazma tutkusu daha belirgin iken filmde sönük kaldığı söylenebilir. Sistemin kayıtsız iman edeni Winston’un komşusu ve arkadaşı perdede kitapta olduğundan daha başarılı bir şekilde yansıtılmıştır. Türk efsanelerinde yer alan, bize Cengiz Aytmatov tarafından yeniden hatırlatılan “mankurt” varlığının nasıl olabileceğinin, bu tiplerde ete kemiğe bürünmüş gibidir adeta. Aslında zorbanın ya da insanlık tarihindeki tüm zorbaların hedefinde böyle köleler oluşturmak yatmaktadır. Fikren ve fiilen denetlenebilen bedenen ve ruhen tam teslim olmuş “vatandaşlar” yaratmak. Tüm zorba tarih boyunca düşünceyi denetlemenin ilk yolu dili denetlemek olarak ortaya çıkmıştır. Filmde ve kitapta bu dil değiştirme ve denetleme zorbalığı her yönüyle başarılı bir şekilde ortaya konmuştur.

“Çok basitti. Tek gereken, kendi belleğinize karşı sonu gelmeyen zaferler kazanmamızdı. “gerçeklik denetimi” diyorlardı buna: Yeni Söylem ’de “çiftdüşün” (1984/s.45) bu satırlarda çerçevesi çizilen insan beynini ve ruhunu buharlaştırma tasarısı başka bir diyalogda şöyle belirtilir: “ Winston, gürültüyü bastırmak için sesini yükselterek, “Sözlük nasıl gidiyor?” diye sordu.

“Yavaş gidiyor,” dedi Syme. “Sıfatlara geldim. Büyüleyici.”

Yenisöylem’den söz açılınca canlanıvermişti. Yemek kabını yana itti, zarif ellerini uzatıp ekmeğini ve peynirini aldı, bağırmadan konuşabilmek için masanın üzerine eğildi.

“On Birinci Baskı, nihai baskı,” dedi. “Dile son biçimini veriyoruz; başka bir dil konuşan hiç kimse kalmadığında alacağı biçimi. Sözlüğü tamamladığımızda, senin gibilerin dili yeni baştan öğrenmeleri gerekecek. Bana öyle geliyor ki, sizler asıl işimizin yeni sözcükler icat etmek olduğunu sanıyorsunuz. Oysa ilgisi yok! Sözcükleri yok ediyoruz; her gün onlarcasını, yüzlercesini ortadan kaldırıyoruz. Dili en aza indiriyoruz. On Birinci Baskı ’da, 2050 yılından önce eskiyecek tek bir sözcük bile bulunmayacak.” (1984/s.61 çv: Celâl Üster)

Sürekli bir savaş hali içinde, tedirgin ve tehditkâr kitleden oluşan Okyanusya’da, tele-ekranın altında tüm bunlara isyanını yazan adamın dramı, trajedisi adını ne koyarsanız, soğuk ve öfkeli bir ağıtın kayıtları kitabın sayfalarına, filmin perdesine düşmektedir. Kitap da film de okur ve izleyici de farklı karşılıklar bulacağı muhakkaktır. Bir yazarın umudu, Winston’un kaleminde ve kâğıdında görmesi,benim için en etkileyici olanıdır. Karabasanın en karanlık anında bile sözcüklere sarılması en insani olanı sanki.

Günümüzde her anını gönüllü tele ekrana kaydeden insanlar, 1984’ün gönüllü yurttaşları neredeyse. Bu verilerin seçimleri etkilediği fark edilmese, sorgulanmayacak bir “Nefret Haftası” etkinliği gibi sonu BBleyerek bitecek bir körlüktü. Büyük Birader bizi tüm dünyada gözlemeye devam ediyor. Hatta Çin’de tek tek yüzleri tarayarak, not vererek, milyarlarca insanı bir hayal âleminde yaşatabilmektedir. Bunu yapamadığı Okyanusya dışındakilerin de ruhunu satın alarak, Uygur Türklerini kamplara alarak soy kırmaktadır. Tele-ekranlara bakarak kedi videoları izlemektedir, 1984’ün sade vatandaşları.

Başta da belirttiğim gibi kitap ya da film için kitap boyutunda yazmak mümkün. Dil en büyük yara idi benim için bu yönüne kısa bir değini bu yazı. Bu konuya ilgi duymayı sağlar ilham verirse amacını gerçekleştirmiş olacaktır.

1977’de kitaba son söz yazan Erich Fromm “1984” için en iyi değerlendirmelerden birini yapmıştır. Yazıyı bu değerlendirmeyle bitirmek okuru esere yönlendirecektir diye umuyorum.

“George Orwell’ın Bin dokuz Yüz Seksen Dört’ü bir ruh halinin dile getirilmesi ve bir uyarıdır. Dile getirilen ruh hali, insanoğlunun geleceğineilişkin handiyse bir umarsızlık, uyarı ise, tarihin akışı değişmediği sürece dünyanın dört bir yanındaki insanların en insani niteliklerini yitirecekleri, ruhsuz otomatlara (mankurta i.e) dönüşecekleri, üstelik bunun farkına bile varamayacaklarıdır. Orwell, öteki olumsuz ütopyaların yazarları gibi, bir felaket kâhini değildir. Bizi uyarmak ve uyandırmak ister. Hâlâ umudu vardır; ama Batı toplumunun daha önceki evrelerindeki ütopyaların yazarlarının tersine, umarsız bir umuttur bu. Bin Dokuz Yüz Seksen Dört, bize, bu umudun ancak, bugün tüm insanların karşı karşıya oldukları tehlikenin, bireyselliği, aşkı, eleştirel düşünceyi tümden yitireceği gibi bunun ayırdına bile varamayacak bir otomatlar toplumu olup çıkma tehlikesinin farkına vararak kavranabileceğini öğretir. Orwell’ın bu yapıtı gibi kitaplar güçlü birer uyarıdır; okuyucu, Bin Dokuz Yüz Seksen Dört’ü yüzeysel bir biçimde Stalinci barbarlığın bir başka tanımlaması olarak yetinir ve bizi de (batı) kastettiğini görmezse çok yazık olur…” ( 1984 s. 343 çv. Celâl Üster)

İbrahim Eyibilir

23 Mart 2020 Pazartesi

BEYHUDE DENEMELER 15: F451
Daha önce Yedi İklimde yayınlanmış bir değini


Fahrenheit 451'de Zorba ve Kitap
Aslında 1984 hakkında yazmaya karar verdiğimde, ardından Fahrenheit 451’i de yazmalıyım diye düşündüm.  1984 için düşündüğüm “zorba ve dil" alt başlığını biraz değiştirerek bu yazıya da uygulayabilirim diyordum.  Kitabı okurken, filmi izlerken bu başlık hakkında kararım önce kararsızlığa sonra kesin kararlılığa dönüştü.  Yazının ilerleyen bölümlerinde sanırım bu karar ve kararsızlığa hak vereceksiniz.
Distopya denince akla ilk gelen iki kitaptan birisi de Fahrenheit451’dir.  1984 hakkında yıllar öncesine dayanan bir aşinalığım vardı.  İki kez sinemaya uyarlanmış bu kitap hakkında neler yazacağım konusunda zihnimde az çok bir şablon oluşmuştu.  Okurken olduğu gibi yazarken de ön yargılardan kurtulmak gerekiyor. Ben de farkında olmadan kendimde bir yargı oluşturmuşum. Distopya denildiğinde her iki eserin de yan yana anılması beni de yanılttı.  Benzer yanlarını bulmak isterseniz bulabilirsiniz oysa matematik mantığıyla baktığınızda elmalarla armutları toplamak kadar farklı olan iki kitapla karşı karşıyaydım.  Bendeki bu algı ve kafa karışıklığı kitabın sinemaya uyarlanmasında da ortaya çıkmış olmalı.  Mümkün olduğunca yargılarımı kenara bırakmaya çalıştım. Başlığa sataştığım da oldu. Okuma bittiğinde, başlık aynı kaldı, ben ikna olmuştum, bu zorbanın bilinen zorbaların en zorbası olduğuna.
Neil Gaiman'ın sunuş yazısıyla başlayan kitap; okura bakışını değiştirmesi gerektiğini belirten bir manifesto adeta. Benim de zihnimde dağınık duran cümlelerin derli toplu ifadesi diyebilirim. “ Birileri size bir hikâyenin neyle ilgili olduğunu söylerse, muhtemelen haklıdırlar. Hikâyenin yalnızca bununla ilgili olduğunu söylerlerse, kesinlikle yanılıyorlardır. Dolayısıyla size Ray Bradbury'nin uyarı niteliğindeki, takdire şayan kitabı Fahrenheit 451 hakkında söylediğim her şey eksik olacak. Bu kitap bunlarla ilgili, evet ama bundan fazlasıdır aynı zamanda. Bu kitap sayfalarının arasında bulacağınız şeylerle ilgili.” (A.g.e syf 17 çvr: Dost Körpe)
Yukarıdaki alıntıyı söyle yorumlamak da mümkün; duymak, görmek, bilmek ya da doğrularımıza okuduğumuz metinlerden bir “olur" almak isteği.  Arayan bu oluru her metinde bulabilir. Oysa o metin o olur olduğu kadar o değildir aynı zamanda. Ben bu metinde ve metinden yola çıkarak çekilen filmden ilhamla, içimden geçenlerin hangisine olur alma derdindeyim? Girişte bahsettiğim ön yargı buydu. Kurgunun ardında gerçekte hangi cümle yazılı, hangi fikir saklı? Ön yargımdan uzaklaşmaya çalışarak yazarın “ olur” u nedir onu bulmaya çalışmak olmalı.  Yapabilir miyim? Bilmiyorum.  En azından bu yöndeki bir çabanın kayda geçmesi diyebiliriz. 
Dijital cağın kâbusunu yetmiş yıl önce sezebilen bu metin; bilim-kurgu metinlerde alışık olamadığımız şekilde edebi bir kurguya ve dile sahip. ( Birçoğu 84’de göre böyle görmese de bana göre bu metin daha edebi. Çeviri etkisini de göz ardı etmemek gerek tabii) Guy Montag’ın Clarisse‘le karşılaşması, iç dünyasında sorularıyla yeni kapılar açılması, Guy Montag’ın karısıyla olan diyalog ya da diyalogsuzluğu ve bunların ne kadar yapay olduğunu fark etmesi.  Tüm bunlar içte yaşanan kişisel fırtınalar. Bay yazar, beş yüz yıl sonrası için söyledikleriniz bugünden gerçek olmaya başladı demek fena halde artistik olurdu değil mi? Bu cümleyi kurabileceğiniz belirtiler olmakla birlikte hala insandan umut var diyebiliriz.  Ya da öyle olması gerekir.
Beş yüz yıl sonrasında yanmayan evlerde sadece kitapları yakmakla görevli itfaiyeciler, asıl işleri olan yangın söndürmekle ilgili her şeyin bir efsane, söylenti olması, fantastik gelebilir. İnsanların radyodan sonra kendilerini bir başka –görüntülü- kutunun önüne gönüllü hapsetmeleri, yazarı ürkütmüş olmalı.  Akıldan ve sorudan yoksun, cehalete teslimiyet ve hayvani mutluluk, bu duygu bütün insanlara hâkim olursa ne olur ihtimali bu kitabın yazılma sebeplerinden sanırım. 
Her insanın bir kitabın “zulası” diğer bir deyişle sığınağı olması kitabın, kitaba dair en romantik bakışıdır.   Oysa insanlık tarihi, yakılan kitaplar ve yakılan kütüphaneler tarihi değil mi? İskenderiye’den Bağdat’a oradan Endülüs’e ve daha niceleri.  Verilen örneklerde bu etkiyi ortaya koyan bir insan ya da bir grup insandır. Fahrenheit 451okuru kendi zorbasıyla yüzleşmeye çağırmaktadır. Kendi zorbasını biraz açmak gerekiyor galiba.  Zorbanın dıştan gelmesi içte büyüyen bir direnişin, uyanışın habercisidir. Bahsettiğim zorbaları insanlığın utanç tarihi hep yazmıştır. Bu kitabı özel kılan ise tarihe zorba olarak geçmemiş yazılmamış bir tür zorbayı okurun dikkatine sunuyor. Kötülüğü gönüllü olarak uygulayan bunu da mutlak iyilik olarak gören körlükten doğan zorbalıktır bahsettiği.  Bu kör uykudan uyandırmaya kalkan her uyarıcıyı kötü bilerek yok etmeye kalkan zalim bir zorbalıktır. İnsanı bilakis insandan sakındıran bu uyarı, kitabın en özel yanıdır bence.
Bizim inancımızda insan; eşrefi mahlûkat ile esfeli safilin ( en iyiden en kötüye) arasında her mesafeye gidebilecek bir potansiyelde yaratılmıştır. İçinde böyle derin potansiyele sahip bir varlığın, kendi eliyle kendi iyisini yakabilecek kadar kör ve zorba olabilme ihtimali hep vardır. Yazının başında zorba ile ilgili tereddütlerimin altında yatan bu belirsizlikti. Şimdi anlıyorum ki herkes kendi zorbasıyla uğraşmalı ya da onu hiç unutmamalı. Bunu nefs mücadelesi olarak da okuyabilirsiniz.
Son olarak, yazıda kısaca değindiğim uyarlama filme hiç değinmeme sebebim; gördüğüm en kötü uyarlama olduğu için. 1984’ün kötü bir kopyası olmaktan öteye gidememesindendir.  Filmde Montag’ın karısı, Clarisse ve bunun onun içinde uyandırdığı fırtına ve uyanış verilememiş. Üçüncü sınıf bir aksiyon filmi yapılmaya çalışılmış.
Çevirdiğim her sayfada, o sayfanın yanma derecesi olan Fahrenheit 451 hatırlatan bir ürpertiyi içime işleyen bu kitabı okumanızı tavsiye ederim. Dilimizde çok ağır çağrışımları olan “kitapsız” sözünün distopik âlemde nasıl bir karşılığını olduğunu görmek için okunmalı.


1 Nisan 2019 Pazartesi

BEYHUDE DENEMELER 14 : Beyhude mi konuşmalarımız ?
Sevgili dost vefalı yazar Selvigül Şahin Hanım' la gerçekleştirdiğimiz konuşma altta. Kendisine yeniden teşekkür ederim.
Not: Konuşmanın içinde ustanın hikayesine gönderme  yaparken bir karışıklık olduğunun farkındayım. Hatalarım benim düzeltmek içimde kalsın burada yayınlanmış haliyle alıyorum...




                       İBRAHİM EYİBİLİR İLE ÖLÜNÜN YERİ KİTABINI KONUŞTUK

1.      İbrahim Bey, ikinci öykü kitabınız bir süre önce MGV yayınları tarafından yayımlanarak okurla buluştu. Öncelikle hayırlı olsun efendim. Kuşakdaş olmamız hasebiyle uzun yıllardır tanışıyoruz. Sizin öykülerinizi toplu halde okuyunca özenle, demlenerek adeta ilmek ilmek dokunarak, derinlikli bir dil ve usta kurgularla kozanızı ördüğünüze şahidiz. İlk olarak şunu sormak istiyorum, sakin, duru ve demlenmiş zamanlardan gelen bir yazar olarak yazının sizdeki, hayatınızdaki karşılığını bize nasıl yorumlarsınız, okuyucularımıza neler söylersiniz bu konuda?
Sait Faik Abasıyanık’ın Hişt hikâyesini bilirisiniz. Sonunda kalemi öpüp başına koyar, “Yazmasam çıldıracaktım…” diyerek. İlk okuduğumda bu ifade bana fazla artistik gelmişti. Zamanla anladım ki usta yazmasa çıldırırdı elbet, iyi ki yazmış. Yazmak; verilmiş bir hediye, ödenmesi miras bir borç, aklıma, kalbime bir bakışlık ayna, sırlarımı içine düşürdüğüm kuyu…

2.      Kitabınızı açtığımızda ilk sayfada bize selam veren, şiirsel kısa anlatımla açıklanmış, üç kelime, üç imge bulunmakta. Söz, Yazar, Musa; bu üç kelimenin sizdeki karşılığını ki; kitabınızın ilk sayfasına almakla ne kadar sizin için manidar olduğunu anlıyoruz bize açabilir misiniz?
Hz. Musa’nın Hızır’la yaptığı yolculuk, insanın hayatla yaptığı yolculuk gibi geliyor bana. Başı hayret sonu hayranlık olan bir yolculuk, hayretin ve hayranlığın arasına giren acı, tatlı, sevgi, nefret, ayrılık, kavuşma gibi insani haller. İnsanın halleri hikâyenin kendisi, bu iki kelime arasına giren bazılarını ben “Ölünün Yeri”nde yazmaya çalıştım. 
Kendimi tanıma, tanımlama gayreti, giriş, ilk söz, ön söz yerine düşünülebilir. Yazının yazgıdaki yerine bir şükür bir şahitlendirme kaydı diyebiliriz. Kısa hikâyeyi hep kıs(s)a hikâye olarak düşünmüşümdür. Şiirin kenarında gezdiğinden ötürü de o uçuruma düşmesinden hep korkmuşumdur. Bu kitapta o uçurumun kenarında gezen örnekler var. Kitaba da ilk üçüyle başlansın istedim.
Sosyal medya diye adlandırdığımız mecra her şeyi etkilediği gibi doğrudan ya da dolaylı bir şekilde edebiyatı da etkiledi. Kısa metinlerle uzun ve derin anlatım etkisi ortaya koymak modern zamanların yeni gözdesi. Her kısa anlatı aynı etki gücüne sahip değil tabii ciddi bir birikim ve ustalık isteyen bir alan. Okurunu seçen cümleler bunlar, ya vurur ya da vurulur. Benim kısa (küçürek, minimal vs) hikâyelerim okurla yeni buluştu ne oldukları ya da olmadıkları zamanla ortaya çıkacaktır diye düşünüyorum.
3.      Geleneğin ilhamıyla, şiirlere, türkülere, menkıbelere ve İlahi Olana yaslı bir dille yazıyorsunuz. “Fakirdik fakir olmasına da bu bir ağıt bir acı olmadı hayatımızda, gönül bolluğu idi her yanımız. Eşyaya bağlılığımız bu kadar çok olmadığından belki.”(Mülteci sf: 21) “Toprağa yürüyüşlerimiz sessiz, “Dede!” ünlemesi kıssaların toplamı, gözlerinde o bildik yaş, anlıyorum bıçak İsmail’in boynuna dayanmış.”(Babamın Gazali sf:19) Mezkûr alıntılardan da anlaşılacağı üzere eşyaya, hakikate bakışınız metinlerinizin satır aralarında okunuyor. Böyle bir anlatımı ve duyarlılığı öykücülüğünüzle nasıl içselleştiriyorsunuz, yazarken kaygılarınız nelerdir bu konuda bize neler söylersiniz?
Tarkovsky, Mühürlenmiş Zaman’da dört mısralık bir (Japon şiiri olmalı sanırım) şiiri alıntılayarak oradaki görsel ifade gücüne dikkat çeker.  Kim bilir? Yunus’u tanısa, ne bileyim tarlada çalışan ırgatların toplu söylediği türküleri duysa hayranlığı daha da artardı diye düşünüyorum. ( Belki de tanımıştır, bilmiyorum) Gelenek; içinde yukarıda belirttiğim gibi müthiş bir anlatım dehası barındırmakla birlikte, değiştirip dönüştürme ve benzetme potansiyeli de barındırmakta. Ben, türkülerden hala Türkçe öğrenmeye çalışan kekeme bir çocuk tedirginliğiyle, peşinden koşuyorum. Koşarken şiire, menkıbeye ve geleneğin enginliğine dayanmak, tedirginliğimi gideriyor. Güne bakarken geçmişin demini almak ve geleceğe dair fısıltılar barındıran cümleler kurmak, asıl hikâye burada belki de…
Benzer bir soruya verdiğim bir cevabı burada da yinelemenin yerinde olacağını düşünüyorum. Bu ekran çağı; Yusuf’un kuyusunu cebine koyduğu, duvarına astığı, insanlarla arasına koyduğu bir çağ. Ruhumuz yaralarla dolu, ben kendime merhem olur diye cümleler kuruyorum. Okurda da karşılık bulmasını umarak yayınlıyorum. Belki yaramız aynı olan biri çıkar da yarasına merhem olur umudundayım. 

4.      “ Şair, milletin sözcüsü, yorumcusu ve gerekirse yol gösterenidir. Şair, milletinin kalbidir. Atan nabzı, çarpan yüreğidir” diyor Üstat Sezai Karakoç, ‘Edebiyat Yazıları’ kitabında şairler için. Sizin şiirsel, imgesel zenginliği de yüklenmiş özenli bir diliniz var. Yazmaya şiirle mi başladınız diye sorsam ve Üstadın şaire yüklediği bu sorumlu duruşu bir sanatkâr olarak size yöneltsem bize neler söylersiniz, nasıl yorumlarsınız?
Yazı; verilmiş bir hediye, ödenmesi gereken bir borç derken kastettiğim, Üstadın çerçevesini çizdiği sorumluluktur. Şiirle mi başladınız sorusuna şiirle başlamayan var mı? Demek geliyor içimden. Şiir; dilin zirvesi, hepimiz orayı zorladık sanırım. Sorunuzdaki “duruş” vurgusu önemli, bundan yaşama biçimi ve tercihi anlıyorum. Sanat daha kişisel sanki… Duruş eğreti olunca eserde “sır”rın dökülmesi kaçınılmaz oluyor. Oysa eser, sanatçıdan bağımsız değerlendirilmeli diye düşünüyorum.  Duruşundan haberdar olmadığımız yabancı bir şair yazar vs eserine bakarken gösterilen yalınlık bu coğrafyada ne Necip Fazıl’a ne de Nazım Hikmet’e gösterilir. (isimler sembolik, yerlerine farklı isimler koymak da mümkün.)
Hikâyemde şiirsel lirik bir dil kullandığım, başka konuşmalarda da dile getirildi. Yazdığım kurgusal bir metin ancak imkânları yönüyle şiire yaklaşması mümkün. Temel özelliklerini yitirmemek kaydıyla ifade gücünün metne, zenginlik ve derinlik katmak açısından iyi olacağını düşünüyorum. Bunu yapıp yapamadığım, yayınlanmış metinler ile okur arasında…
5.       “Bütünüyle bozulmamış her insanda bulunan onur ve utanma duygusunun ve onura verilen yüksek değerin kökü ve kökeni şuradadır: İnsan, kendi başına çok az şey yapabilir. Tek başına olduğunda bir Robinson’dur; ancak, başkalarıyla topluluk içinde bir şeydir ve çok şey yapabilir” diyor Arthur Schopenhauer ‘Aforizmalar’ kitabında. Siz yazı yolculuğunuzda beraber olduğunuz, birlikte yol aldığınız muhiti önemsiyor musunuz, bu konuda bize neler söylersiniz?
Zannediyorum benimle yapılan her konuşmada (ki bana sorulmasa da) buna değiniyorum. Sorunuz vesilesiyle yeniden söylemekten mutlu olacağım. İlk soruda belirttiğiniz gibi aynı kuşakta yer alıyoruz. Doksan beşten beri belli aralıklarla Yedi İklim ‘de hikâyelerim yayınlanıyor. Bir önceki soruda geçen “duruş”a en sahih örnek ne derseniz, Yedi İklim derim. Tabii ki Yedi İklim derken dergiyi bir okula bir dergâha dönüştüren, otuz yıla yakındır bu heyecanı taze tutan Ali Haydar Haksal hocamı belirttiğim anlaşılmıştır sanırım. Böyle bir çevrede yer almak bana çok şey katmıştır. Geleceğe kalacak birkaç cümle kurmuşsam ya da kuracaksam bu bulunduğum muhitin etkisiyledir.    
6.      ‘Müteahhid’, ‘Fenomen’ gibi öykülerin modern zamanlara ve tüketim toplumuna dair eleştirel bir bakış açısıyla ironik bir yaklaşımla yazılmış öyküler olduğunu gözlemliyoruz. Sizce yaşanan tüketim çılgınlığı ve her türlü dağılmayı, dumura uğramayı yaşayan modern insan yazıyı, sanatı, edebiyatı da tüketiyor mu? Ve yine devamında sorsam, yaşadığımız günlerde yazının serüveni, yazarın yolculuğu sizce nasıl gidiyor bu konuda okuyucularımıza neler söylersiniz?
Her şeyi tüketen insan çağında okuyan değil tüketen okur olmaz mı?  Gişe rekorları kıran fantastik filmlerin hikâyelerini aynen alıp isimleri değiştirerek yazdıklarını, sosyal medya aracılığıyla (pr çalışması, Fenomen ’de var…) pazarlayan, ergenlerin fuarlarda önünde çift sıra kuyruk olduğu, tezgâhtarların tüketime sunduğu metaları tüketen bir okur tipi de var maalesef.  Belki hep vardı, şimdilerde çok görünür oldular…  Kapital bir mantıkla oluşturulan arz-talep pazarında, ağaç israfına üzülmekten öte yapabilecek pek bir şey kalmıyor. Has okura has eser üretmek gayreti sahih olan, sonrası gayya kuyusu
7.      ‘Ayakkabı ’öykünüzde temsili, sembolik, kapalı bir anlatım ve dil kullanıyorsunuz, öykülerin bütününde genel olarak kapalı, imgesel yoğunluğu yüksek, kolay anlaşılmayan kurguyla yazılmış öyküleriniz mevcut. Bunu bile isteye mi yapıyorsunuz, sizin okurlarınız seçkin, zora talip okurlar mı, daha sarih ve sade, açık bir anlatımla da yazmayı düşünür müsünüz?
Açık yazdığım hikâyeler de var, mesela Ölünün Yeri… Kapalı ya da sembolik anlatım; anlattığım ya da anlatmak istediğim duyguyu, olayı, tipi vs en iyi anlatabileceğimi düşündüğüm yöntemi deniyorum. “Acı Kahve” bir aşk hikâyesi, onu şiirsel lirik bir anlatımla aktarabileceğimi düşündüm.  “Ayakkabı” ise tamamen sembolik bir hikâye; bunu açmak isterim, ilk sorunuzda yer alan kısa hikâye “Musa” ile başlayan kitap, Kuranı Kerim’de Hz Musa’nın kıssasının anlatıldığı ayetle başlayan “Ayakkabı” hikâyesiyle bitmektedir. Hz. Musa’nın bilge kişi (Hz. Hızır) ile yaptığı yolculuk; insanın hayat yolculuğuna, yazarın okur, okurun yazar yolculuğuna benzediğini düşündüm. Kişisel yolculuğumun bu yolculukla olan iz düşümlerinin kaydı o hikâyede. Arada bir kendime “Sabır ya Musa” dediğim çoktur.  Mantıku’t tayr’dan Mesnevi’ye geleneğin kadim anlatısıdır sembolik anlatım. Bu zamanda nasıl oluru deniyorum diyebilirim.
Ölünün Yeri'nde en belirgin olarak "ayakkabı" adlı hikâyede Hz, Musa ve Hızır’ın yolculuğunu anlatan ayetler alıntılandı. Biliyorsunuz, Kuranın nerdeyse yarısı kıssslardan oluşur. Bu yöntem, bizim medeniyetimizin kodlarını oluşturan tasavvuf düşüncesine de ilham olmuştur. İbret almak, görünmeyeni görünür kılmak, bilginin kalıcı olmasını sağlamak vb, amaçlarla kıssalar anlatıla gelmiştir. Hikâyemi bu kadim kaynaktan beslemek oraya dayamak istiyorum.
Kapalı anlaşılmayan şeyler yazdığımı söyleyen, düşünenlere ne cevap verebilirim bilmiyorum. Bizde derdi çok aşikâr etmek edebe aykırı görülür belki ondandır. Bu naif ifade yetersiz farkındayım, roman konusunu hikâyede anlatma, okuru metne katma isteği, yazarda başlayıp metinde devam eden ama okurda bitmeyen bir kurguya ulaşma gibi beklentiler bazı hikâyelerimde anlaşılmayı zorlaştırıyor sanırım.

8.      Son olarak son dönemde edebi kamuda öykü adeta yükselişe geçmiş gibi görünüyor. Sizin bu konuda görüşleriniz nelerdir, yazılanlara nitelik ve nicelik açısından baktığımızda okuyucularımıza neler söylersiniz?
Fuarlara ve belediye etkinliklerine bakarak böyle bir yükselişten söz etmek mümkündür. Bana göre nicelik olarak yükseliş niteliğe yansımıyor sanki. Aslında bu yükseliş hakkında şimdiden bir şey söylemek erken, zaman; neyin kalıp neyin gideceğini gösterecek en iyi hoca. Benim tespitim kişisel bakış, bir hikâyeci olarak bu türün öne çıkmasından son derece memnunum.
Bu bağlamda söylenecek çok şey olmakla birlikte söylememeyi tercih ediyorum. Sebep; Cahit Zarifoğlu üstadın Ali Haydar Haksal hocama yazdığı bir mektup var biliyorsun. Ne zaman böyle bir konu açılsa o mektup aklıma geliyor, susuyorum. Üstat orada özetle, edebiyat dünyasının dedikodusundan uzak durmayı iyi, güzel ve doğru olanı almayı öğütler. Ben bunu iyi, güzel ve doğru metinler ortaya koymak olarak anlıyorum. İyi, güzel ve doğru bir eser ortaya koymak dışındaki her çaba gözümde çok beyhude…
9.      Bize vakit ayırdığınız için teşekkürlerimizi sunuyoruz, böylesine değerli iki öykü kitabından sonra haklı olarak yeni çalışmalar bekliyoruz acaba tezgâhta neler var?
Bana kendimi ifade etme fırsatı verdiğiniz için teşekkür ederim. Kısa hikâyelerden oluşan üçüncü bir kitap dosyası yine bir uzun hikâyeden oluşan (belki karakter yönüyle romanı andıran) başka bir kitap dosyası var. Kitapların da kaderi vardır mı diyordu kadim söz? Bana düşen, kalemi öpüp yazmaya çalışmak. Eyvallah…
Selvigül Kandoğmuş Şahin


FOTOĞRAF HİKAYESİ 33: Ahlat Ağacı
Mart Yedi İkliminde yayınlanan "Ahlat Ağacı ya da Anadolu Ağacı" adlı değininin tamamı aşağıda. Bundan sonra 1984 distopyası  hakkında biryazı düşünüyorum, kısmet...


"Ahlat Ağacı" ya da Anadolu Ağacı
Bu bir sinema eleştiri yazısı değildir diye başlamak yazının sorumluluğundan kaçmak gibi algılanabilir diye düşünüyorum. Ortanın üstünde iyi bir sinema izleyicisiyim ancak bir film kritiği yapacak yetkinliğe de sahip değilim. Daha önce (2015-Mayıs) Yedi İklim’ de “Taşrada Bir Yerli: Ahmet Uluçay” adlı bir yazı kaleme aldım. O yazı; bir kitaptan yola çıkarak herkese ilham verecek hayatı, okura işaret etmekti. Bu yazı da benzer duygulardan yola çıkılarak kaleme alınıyor.
Geçtiğimiz haziran ayında gösterime giren, yönetmenliğini Nuri Bilge Ceylan’ın yaptığı Ahlat Ağacı, bir çok yönüyle kayda değer bir sanat olayıdır. Filmin hem adı hem de kahramanları, bir kitap ve yazarı etrafında şekillenmektedir, bu yönüyle de bir edebiyat dergisine konu olması gerektiğini düşünüyorum. Salonlarda gösterilmesinin üzerinden altı ay geçmiş bir film hakkında sinema dergileri, ilgili televizyon programları her yönüyle eleştiri, değerlendirme programları yaptıkları düşünülebilir. Siz de sosyal medya aracılığıyla bunların birçoğuna ulaşabilirsiniz. Bir edebiyatsever, bir hikâyeci olarak bana dokunan, değinilmediğini düşündüğüm yönlerini vurgulamak istiyorum.
Daha çok seyirciye ulaşıp para kazanmayı amaçlayan (endüstriyel sinema) bir film gibi kendisini doksan dakika ile yüz yirmi dakika arasına sıkıştırmamış bir film; tam olarak üç saat sekiz dakika… Bir film için oldukça uzun olduğunu düşünüyorsunuz, bu düşünce filmi izledikten sonra tamamen değişiyor. Bu değişim, filmi sanat yapan önemli özelliklerden biri; zira filmden sonra sizde birçok değişiklik yapıyor. İlk yaptığı değişiklik, bu sürenin daha da uzatılabileceğidir.
Roman tadı veren bu görsel şölenin her karesinin böyle özel olmasında, aynı zamanda iyi bir fotoğrafçı olan yönetmen Nuri Bilge Ceylan ve onunla dördüncü filmini yapan görüntü yönetmeni Gökhan Tiryaki’nin birbirini çok iyi anlayan uyumunun etkisi var. Bu görsel şölende her izleyici kendine ait bir görüntü bulabilir. Beni bulan görüntü; Sinan Karasu karakterinin ilçedeki kum tüccarından destek istemeye gittiği sahnede içime düştü. Üniversite yılları; bir edebiyat dergisi çıkarmanın sancısıyla kıvranırken o yıllarda çıkan “kitap-lık” dergisi bana müthiş bir fikir verdi. Bir bankanın desteğini alarak çıkıyordu. Bir başka banka kaliteli yayıncılık yapıyordu. Pekâlâ, ben de bu düşünceden yola çıkarak destek isteyebilirdim. Arkadaşımdan ödünç aldığım takım elbiseyle iki dirhem bir çekirdek kendimi bu İslami(!) görünümlü bankanın yatırım danışmanın odasına attım. Sonradan beni bir firma temsilcisi falan sandığını anladım. Benden önceki müşterisiyle görüşmesini keserek beni gayet saygılı bir şekilde biraz bekleteceğini ifade eden yüzü, neredeyse yalvarıyordu. Benim yüzümde yirmi iki yaşın saflığı, ergenlik karışmış, dünyayı kurtaran adam olmasa da yazılarıyla edebiyat dünyasını kurtaracak yazarın, lütfedilmiş ısmarlama tebessümü, bacak bacak üstüne atıp elim çenemde görüşmenin bitmesini lütfen bekliyorum. Bana sıra geldiğinde bazı bankaların kültür sanat dünyasına verdiği katkıdan bahisle yukarıda bahsettiğim dergi ve yayınları örnek verdim. Sözü çıkarmak istediğim dergiye getirmeye çalışırken, adamın konuşmanın başından sonuna doğru yüzündeki ifade değişikliği tam dokuz Oscarlıktı. Tıpkı Sinan Karasu karşısında kum tüccarının tüm aşağılık kompleksini dökmesi gibi... "bizim" hikâyemizin üstünden geçiyordu. Benzer bir bozgunu ilçenin belediye başkanı karşısında da yaşıyor yazarımız. "Ahlat Ağacı" nı bir şekilde bastırıyor Sinan, nasıl kısmının cevabını filme bırakarak yakalandığım ( yakalandığımız) kareye geri döneyim. Bizim taşramızda benzeri mahcubiyetlerin onlarcası yaşanırken adamın biri bunu en yalın haliyle dünyaya, hayranlık uyandıracak bir şekilde anlatması; alkışlanmayı, anlaşılmayı hakketmesi bir yana sanatın hangi türünde olursa olsun yerli kalarak nasıl evrensel olunur konulu bir ders niteliğinde.
Benim ders niteliği demem tabii ki kişisel bir bakış: Film geçmişinde sekiz seçkin film bırakan Nuri Bilge Ceylan'ın ödülsüz filmi "Ahlat Ağacı" (umarım Oscar alır...) hakkında çok farklı eleştiriler okumak mümkün. Bir kitabı isim ve konu olarak seçmesi, akışın bir roman tadında ilerlemesi, kurgu ve katekterler hakkında okur-izleyiciye bazı ip uçları vermeyi zorunlu kılıyor. Doğulu ve batılı izleyici farklı yönleriyle etkileyen "kuyu" imgesiyle başlayan filmde; üniversiteyi bitirip kasabasına dönen Sinan Karasu, işsizdir ve bastırmayı hayal ettiği (deneme olduğunu düşündüğümüz) bir kitabı vardır. Agresif, ukala ve hırçın bir karakterdir. Sinan’ın babası İdris Karasu; emekliliğine az kalmış sınıf öğretmeni, at yarışına olan ilgisi sebebiyle hem parasını hem de itibarını kaybetmiş görünmektedir. Bu bakış dışarıdan insanların ona bakarak düşündükleridir. İdris, bu düşüncelerin hiç birine aldırmaz, bir an önce emekli olup köydeki bahçede kuyudan su çıkarmayı ve hayvancılık yapmayı hayal etmektedir. Nuri Bilge Ceylan’ın diğer filmlerinde de eleştiri konusu olan kadın karakterlerin edilgen ve entelektüel olarak yetersiz olmaları bu filminde de ortaya çıktığı söylenebilir. Evin hanımı ve kızı bu anlamda daha geride duruyorlar. Filmin asıl kahramanı baba rolündeki İdris’tir dense yeridir. Babalar ve oğullarına dair yerli bir anlatım cümlesi, bu filmi özetlemese de hakkında bir fikir verebilir.
Türkiye’nin Tarkovsky’si, Cannes Film Festivali’nin bol ödüllü yönetmeni, fotoğrafçı vb birçok tanımlamayı üzerinde toplayan Nuri Bilge Ceylan, Ahlat Ağacı’nda, önceki filmlerinde olduğu gibi Rus Edebiyatı’ndan direkt alıntılar yapmakta, tablo tadında görüntüler sunmakta ancak bu filmde diğer filmlerinden farklı olarak hikaye hepsinin önünde yer almaktadır. Kuyuda başlayan film, kuyuda seyircinin suratına bir tokat gibi inen “gerçek” bir sonla bitiyor. Bu çoklu son, filmden sonra okur-izleyicinin içinde başlayan yeni filmlerin habercisi oluyor.
Hafız dedenin torunu Sinan’ın, imamlarla geçen diyaloğunun olduğu sahne, taşranın meşhur yazarı ile aralarında geçen tartışma ve filmin tamamına yayılan baba-oğul çatışması, üzerine çokça konuşulup yazılacak bölümler. İlgilisi için yeni ufuklar açacak, ilham verecek güzel bir hikâye, yeniden kurulup yeniden bozulan yeniden yazılan bir hikâye…     


18 Ocak 2019 Cuma

BEYHUDE DENEMELER 13 : Hıyar


Arabada -kızlar  itiraz etse de- hep Trt Türkü açık oluyor. Dün öğleden sonra araba lazım oldu, radyo çalışmaya başlayınca aşinası olduğum bir türküyü beklerken bir konuşmanın ortasına düştüm. Dedim herhalde kızlar gene ibreyle oynadı. Kontrol ettiğimde gördüm ki oynamamışlar. Programın ortası olduğu için ne sunucunun ne de programın adını öğrenebildim. Doğru bilinen ama aslında farklı olan yanlış türkü sözlerine değiniyordu:

Aşağıdan gelir hozalı gelin / topla fistanın toz olur gelin

türküsünün nasıl yanlış söylendiğini belgeledi. Şöyle ki hoza: kabarmak, kubarmak, havalı, cakalı gelmek hoz almak anlamlarına (yine süslü kadın başlığı anlamı da var) geliyordu ayrıca dörtlüğünün kafiye mantığına "hozalır gelin/ toz olur gelin" daha uygundu. Buraya kadar hayranlık ve şaşkınlıkla dinlendiğim program sonrasında benim için ilginç bir hal aldı. "ölünün yeri" adlı kitabımda "yaş" adlı bir hikaye var. O hikayede mekan sirkeci olarak geçse de aslında fonda Diyarbakır geçmektedir. Çok sevdiğim bir Diyarbakır türküsü çalınır içinde.

"Bahçada yeşil çınar
Boyun boyuma uyar
Ben seni gizli sevdim
Bilmedim alem duyar"

Bu türkünün radyoda çalma süresi de hikaye zamanını oluşturuyordu. Sunucunun kendimizi de eleştirmeliyiz diye başladığı tespit; yazı dünyamızı da bir dönem şekillendiren tuhaf bir zihniyetin Türkçeyi nasıl budadığını gösteriyordu. Trt'de kurulan bir komisyon türkünün içinde geçen "bahçada yeşil hıyar" mısrasındaki "hıyar" sözüne takılmış. Kendilerince kibarlık(!) yaparak "hıyar" sözcüğünün yerine "çınar" sözünü koymuşlar.  "hıyar/uyar" sözcüklerinde geçen zengin kafiyeyi katletmesi bir yana türkünün de canına okumuşlar. Olay, bir türkünün sözlerinin değiştirilmesinden öte kifayetsiz muhteris bir kibarlık budalalığının nelere yol açtığının acı ve tuhaf bir hikayesi. Otuz kırk yıl sonra ortaya çıkan gerçek. Diyarbakırlı sanatçı Celal Güzelses'in yorumundan "bahçada yeşil hıyar" diye başlayan türküyü yeniden haddinden fazla hüzünle dinledim.

Benim için ilginç olan ise kitaba girmiş bir hikayede mısraları yanlış olan bir türkünün olduğunu bilmek, ikinci baskı kısmet olur mu bilmem? Olursa bunu küçük bir notla düzeltmek üstüme kalan vebal oldu.

İki kör koronun tanzimattan beri  kılla, tüyle ve kendilerine ait sözcüklerle sürdürdükleri güya ideolojik (!) kavganın gün yüzüne çıkan yaralarından biri bu sadece. Bir dilin resmi tapusu sözlükler ise fiili tapusu da o dilin ortaya koyduğu eserlerdir. Her dilde olduğu gibi Türkçe de de sokağın bir dili var. Sokak dili var diye sözcüklerini o dile teslim eden bizden başka var mı bilmem? Ne mi demek istiyorum; karı, hıyar, bacı gibi kelimeler sokağın yüklediği anlamlardan ötürü terk edilmiş durumda. Dilin fiili sahibi yazar ve şairler bu ve benzeri sözcüklerin elinden tutup eserlerine hakkıyla koymazsa sokakta kalmaları kaçınılmaz olur. Fikrin fukara olduğu yerlerde sloganların baş tacı olması kaçınılmaz oluyor. Ötekine(!) sloganını nesilden nesile söylesin için çocukların alınlarına ad diye yazılan sloganlar görmedi mi bu ülke! Fikrini ifade edebileceği sözcükleri bile tarafına göre seçip kullanırken düşülen sığlık görülmedi.Belki de bu yüzden Oğuz Atay'ı Ahmet Hamdi Tanpınar'ı yıllar sonra yeniden keşfettik. Üzerine giydiği elbise gibi düşüncesine giydirdiği sözcüklerin de  eskidiğini sanıldı. Ay gibi güneş gibi altında gezdiği gökyüzü gibi hepimize ait bir miras bir emanet gibi görülse belki birbirimizi daha iyi anlayacaktık. Belki o zaman seçtiğimiz sözcüklerden tarafımızı değil kalbizden geçenleri anlayabilirdik.

Argonun, sokak dilinin kendince bir ifade derinliği var. Yeraltı edebiyatında da bir karşılığı var. Ben kurgusal bir metinde karaktere uygunsa kullanılmasından yanayım. ( gerçi "ipsiz sami" adlı hikayede kullanmış olmam kitaba girmesini engelledi ya neyse) "Kibarlık Budalası" bir durumun ve dönemin en iyi ifadesi  desek yeridir.

Sonra Celal Güzeses'ten doğru haliyle yeniden dinledim "bahçada yeşil hıyar " türküsünü. Dinlerken Celal Güzelses Üstadın  komisyon üyelerine o güzel Diyarbakır ağzıyla " Ha gardaş hıyar sebzesinden ne istiirsen? Kibarlık budalalığından kırılacahsan la hırbo hıyarlık etmeyesen avazımıza, türkümüze ilişmeyesen..."  dediğini düşünmeden kendimi alamadım.
https://youtu.be/RyLKb4v5y6s

26 Aralık 2018 Çarşamba

FOTOĞRAF HİKAYESİ 32: Mahalle Mektebinde bir kaç ay önce "ölünün yeri" hakkında bir konuşmam yayınlandı. Bu konuşma "ölünün yeri" hakkında yapılan ilk konuşma, bu sebeple benim için çok değerli. Bu vesileyle konuşmayı gerçekleştiren Abdullah Harmancı Beye çok teşekkür ederim. Mahalle Mektebi'nin okur ve yazar dostlarıyla çıktığı bu edebi yolcuğun uzun ve verimli olmasını dilerim. şimdiye kadar internet ortamında bir linki yok ama anladığım kadarıyla derginin sitesi peyder pey bu konuşmaları yayınlıyor. Bu tür mecralarda yer aldığında linkini de eklerim. Aşağıda bu konuşma yer almakta, iyi okumalar dilerim.








1.      İbrahim Bey, tarihe kayıt düşmek maksadıyla, öncelikle sizden “Ölünün Yeri” kitabınıza kadar olan yazı, edebiyat hayatınızı dinlemek isteriz.
Ortaokul üçte,  3/A’nın sesi diye bir sınıf gazetesi çıkarmıştım. İçeriğin neredeyse tamamını ben hazırlıyordum. Yazıdan daha fazla çizgiye meraklıydım. Her yazı ve şiirin kenarına desen çizmeyi unutmazdım. Lise bire geldiğimde Edebiyat Hocam Hüseyin Söylemez Bey kompozisyonlarımı görünce, beni yüreklendirdi. Asıl hikâyeye yönelmem ise yine aynı hocamın açtığı Hikâye ve Şiir yarışmasında derece almam oldu. Hikâyemin daha iyi olduğu yönündeki yönlendirmesine sonraları ben de inandım. “Zakkum” adlı bu ilk hikâyeden sonra okumalarımı nitelikli yapmaya karar verdim. Okul kütüphanesinde bulduğum Sezai Karakoç’un Taha’sını okumayı denedim. Hiçbir şey anlamadım. Bu Sezai Karakoç’la ilk karşılaşmamdı. Nitelikli okuma arayışım üniversite yıllarına kadar devam etti.   Ne zaman İsmet özel ve Cemil Meriç okudum, Sezai Karakoç’un şiirini anlamaya yaklaştım. Anlatmak istediğim; şiir, beni yazıya götüren en temel etkiydi. Yazdığım tür ile ilgi kuramsal okumalarım daha sonraları oldu. Üniversite yıllarında, kendi okuduğum bölümden çok edebiyat bölümüne gidip geliyordum. Burada şunu belirtmeliyim;  Şaban Sağlık Hocamın ve arkadaşlarının oluşturduğu ortam, yazıyla ilişkimin daha kavi olmasını sağladı. Arkadaşlarımın taşrada dergi çıkarma girişimlerine, yazı ve şiirle destek olmayı sürdürürken yine Şaban Hocamın yönlendirmesiyle Yedi İklim'le tanıştım. Yedi İklim’ de ilk hikâyem Kasım doksan dörtte (ya da beşte) yayınlandı. Yirmi üç yaşında en önemli edebiyat dergilerinden birinde hikâyemin yayınlanması, başımı döndürmedi dersem yalan olur. Yedi iklim'le ve Ali Haydar Haksal Hocamla o gün başladığımız yolculuk bugüne kadar devam etti şükür. İkibinli yıllara kadar aralıklarla yazmaya devam ettim. İki bin iki ve iki bin beş arasında kaleme elim gitmedi. Benimle yola çıkan arkadaşlarımın kitapları çıkarken, ben sessizliğe gömüldüm. Çocukça bir saflık ya da kendince ilkeli oluş diyebileceğim bir iki sebebi paylaşayım. Birincisi; üste para vererek kitap bastırmayacağım deyip kenara çekilmek, bu safça olanıydı galiba. Cami avlusuna kitaplarını bırakan Cahit Zarifoğlu gibi bir şair örneği varken bana ne oluyordu da kenara çekiliyordum? İkincisi belki de daha etkili olanı kendimle ilgili hayal kırıklığına uğramış olmam. İki bin altıdan sonra (Teyzemin Radyosu'na aldığım bir hikaye) Emanet Misafir'i yazdım. Aslında bu hikâyede, merak eden okur için yazıya ara verişimin diğer sebepleri de bulunabilir. İkibin on dörde kadar aynı tempoda devam ettim. Bir yıl kadar Yedi İklim'de yayın kurulunda yer aldım. Bu durum üretkenliğimi çok olumlu etkiledi. İki bin on dördün nisanında ilk kitabım Teyzemin Radyosu yayınlandı. İlk kitap için, edebi çevrelerden olumlu tepki aldı diyebilirim. En nitelikli değerlendirme Pr. Dr. Şaban Sağlık Hocamdan geldi. Beş sayfalık tanıtım ve değerlendirme yazısı, hikâyemin dayandığı her şeyi en kapsamlı işaretleyen bir yazı. İkinci kitap Ölünün Yeri, iki bin on yedinin son ayında yayınlandı. Kısaca yazı hayatım hakkında bunları söyleyebilirim. Halen yedi iklim de hikâyelerimi yayınlamaya devam ediyorum.

2.      Yazı hayatınızda dergilerin önemli rolü var. Acaba şimdilerde dergilerin etkisinin azalması veya etkinin dijital alana geçmesi gibi bir durum söz konusu mu? Geçen seneler içerisinde böyle bir değişimden söz edilebilir mi? Dergiler sizin yazı hayatınızda size neler kattı? Bugünkü manzarayı izlemekte zorlanıyor musunuz?
Tipo baskıyı son görenlerden olabilirim. Üniversite yıllarında bahsettiğim o ilk dergi çıkarma girişimlerimizde karşılaşmıştım. Şimdi geldiğimiz yer; bir tuşla sanal fanzinlerin, dergilerin, kişisel blogların, sayfaların yayınlandığını görüyoruz. Sosyal medya diye bir olgunun varlığı inkâr edilemeyeceğine göre etkisi de kaçınılmaz olacaktır. Benim için dergi; öncelikle yazmak, daha güzel yazmak için en önemli sebeptir.  Doğrudan ya da dolaylı olarak eserinizle ilgili geri dönüşler alıyorsunuz. Bu da yol almanızı hızlandırıyor. Bahsettiğiniz dijital etki, nicelik olarak bir artışı gösterse de nitelik olarak aynı artışı gösterdiği söylenemez. Başından isimleri kaldırsan, altındaki şiir, hikâye vs. kime ait olduğu belli olmayan ya da ay kişiye ait olduğu sanılan eserlerin ortaya çıkıyor olması bu dijital çağın olumsuzluğu diye bakıyorum. Olumlu tarafları da vardır ve olacaktır. Benim gözlemleye bildiğim bu şekilde. Bana dergilerin neler kattığına gelirsek; iki kitap yayınladım, bu kitaplarda bir tane bile olsa ortaya güzel eser koyabilmişsem, bunu Yedi İklim gibi bir dergiyle yola devam etmiş olmama borçluyum diyebilirim. 

3.      “Öykü Poetikanız”dan bahsetseniz. Öykülerinizde modern hayata karşı bir direnç geliştirdiğiniz söylenmekte. Siz öyküye nasıl işlevler veya anlamlar yüklemektesiniz?

Yaşadığımız hayat nasıl olursa (modern, post modern vs) olsun eğer içimizdeki “insan”ı öldürüyorsa, sanatçı olarak görevim; insana insanı işaret etmektir diye düşünüyorum. Bu ekran çağı; Yusuf’un kuyusunu cebine koyduğu, duvarına astığı, insanlarla arasına koyduğu bir çağ. Ruhumuz yaralarla dolu, ben kendime merhem olur diye cümleler kuruyorum. Okurda da karşılık bulmasını umarak yayınlıyorum. Belki yaramız aynı olan biri çıkar da yarasına merhem olur umudundayım. 

Tam da buradan hareketle sözü Şaban Sağlık hocanın belirlemesine getirmek istiyorum: Hoca, sizin öykülerinizde ekran çağına itiraz ettiğinizi, değerleri ters yüz eden modernizme başkaldırdığınızı söylüyor. Bu kitapta bu belirlemelerin dışında, daha bireysel ve böylesine bir düşünsel arka plana sahip olmayan öykülerin de bulunduğunu görüyoruz. Bu öykülerde duygusallık, hüzün ön planda ve oldukça etkileyici metinler… Yani öykülerinizde ikinci bir damar daha var… Bunu söylemeye çalışıyorum…

İlk soruda bahsettiğim Şaban sağlık hocamın uzun yazısında Teyzemin Radyosu içinde yer alan hikâyelerin kaynağını ve hedefini akademik bir okumayla okura yansıtmış ve buradan -benim de hoşuma giden- "ekran çağına itiraz eden öyküler..." tespiti çıkıyor. Bu hikaye anlayışımı yansıtıyor. Bir dostumun ifadesiyle "toprak kokan hikayeler" yazmak istiyorum. Ekranların yüzüne bebeklerden daha çok bakıldığı bu zamanda; yeni bir şekilde, yeniden hikâyemizi yazmak, “şimdi yeni şeyler söylemek lazım can cağızım” tembihini unutmadan. Bahsettiğiniz hüzün ve duygusallık; olmasa bunlar yazılmazdı. Bir yara olmasa yazdıklarımız neye yarardı?

4.      Kitabın farklı bölümlerine serpiştirilmiş olan küçürek öyküler var. Küçürek öykü türü hakkında ne düşünüyorsunuz? Kolay ve zor tarafları neler? Sizin yolunuz küçürek öykü ile nasıl kesişti?

Küçürek öykü, kısa hikâye adına ne dersek diyelim, ben Hemingway’in Patikleri diye adlandırıyorum. Yüz kırk karakterlik tivitlerle ülkeler yıkılıp, insanlar harcanırken, edebi ve estetik olarak kelimenin değerini bu yönüyle de ortaya koyma isteği, bu kitapta o kısa hikâyeleri yazdırdı. Hikâye yaz yağmuru ise kısa hikâye, ondan önce çakan şimşek, gürleyen göktür diye düşünüyorum. Şahsen kendimi yeterli görmedim. Her an şiirin uçurumuna düşebilecek tehlikeli bir sınır, yeniden oralarda gezinebilir miyim? Emin değilim.
5.      Kitapta Kur’an’a, Kur’an’daki kıssalara göndermeler var. biz de Muhayyel dergisine modern edebiyatımızla Kur’an metinleri arasındaki ilişkiyi irdeleyen bir dosya yapmıştık. Siz bu konuda ne düşünüyorsunuz? Modern edebiyatımız yeterince yararlanabilmiş midir Kur’an’dan? Yararlanırken estetik veya dini anlamda bazı kazalar ortaya çıkabilir mi?

Ölünün Yeri'nde en belirgin olarak "ayakkabı" adlı hikâyede Hz, Musa ve Hızır’ın yolculuğunu anlatan ayetler alıntılandı. Biliyorsunuz, Kuranın nerdeyse yarısı kıssslardan oluşur. Bu yöntem, bizim medeniyetimizin kodlarını oluşturan tasavvuf düşüncesine de ilham olmuştur. İbret almak, görünmeyeni görünür kılmak, bilginin kalıcı olmasını sağlamak vb, amaçlarla kıssalar anlatıla gelmiştir. Hikayemi bu kadim kaynaktan beslemek oraya dayamak istiyorum.
Sorduğunuz kazalara gelirsek; nargile kafede kankasına kabızlığını ıkınır gibi güya "tanrı" ya seslenen şiir, hikâye vs olduğu söylenen herzeler, bir süre sahiplerini sözde yazar ve şair yapsa da köpükten şeyler bunlar, asıl gelince, sönmeleri kaçınılmaz.

6.      Kitapta benim dikkatimi bir de portrelemeler çekti. Baba portresi. Müteahhit portresi. Sizin öykücülüğünüzün bir özelliği de portreler yaratmak sanki?          
Ölünün Yeri, "babama" ithafıyla başlayan bir kitap. Bu babama bir ithaf olmakla birlikte kitabın ana temasına da bir işaret. Kadim mesele; babalar ve çocuklar, benim de etkilendiğim konulardan. Hemen hemen tüm hikayelerde "baba" figürüyle karşılaşırız. Bununla birlikte duygusal ve fikirsel çatışma da yazının konusu oluyor. Bu bağlamda portre çalışması, hikâyede derinlik ve çağrışım zenginliği açısından benim için iyi bir seçenek. Sadece portre değil eşya hikâyelerini de seviyorum, onlar üzerinden bir anlatı kurmak beni her zaman heyecanlandırmıştır. Aslında, anlatacağım duyguyu en iyi kurgu ve anlatıcı kişi hangisi olabilir düşüncesi; portre, eşya, durum vb. hikâyelerine yönlendiriyor beni. Müteahhit, Fenomen ve Ölünün Yeri, dediğiniz gibi portre öyküler olarak adlandırılabilir.
Kişisel yazı hayatım ve Ölünün Yeri hakkında kendimi anlatma fırsatı bulduğum bu konuşma için size, şahsınızda Mahalle Mektebi Dergisi’nin okur-yazar dostlarına teşekkür ederim.
ibrahim eyibilir


29 Ağustos 2018 Çarşamba

Fotoğraf Hikayesi:31 kök
Tam bu söğüt köküyle konuşurken telefonu çaldı. Facebook bildirimlerinden benim beğendiğim bir profilin fotoğrafını alıp Whatsap aracılığyla birbirine gönderen insanların bilgisini aldım. Dehşetle şok arası bir ruh haliyle facebook hesabından biraz ironik bir açıklama yazdım. Gerçi sonra bu açıklamayı sildim. Uzun zamandır fotoğraf hikayesi yazmıyordum. Bu ağaç kökü ve taş kökü olayın şahitleri. Karşılıklı söyleştik. Özetini buraya alıyorum. Bu nasıl bir tavır, nasıl bir haset, nasıl bir hastalıktır ki tek tek facebook beğenilerini takip edip kendine göre yanlış eksik gördüğünü mal bulmuş mağribi gibi buna sarılıp bunu birbirine gönderen bir ruh hali? Facebook açıklamasında da belirttiğim gibi sosyal medya nezaketi olarak bayram gönderimi beğenen bir profilin profil fotoğrafını beğenmiş olmam olay oluyor. Asıl olay; benim neyi beğenip neyi beğenmeyeceğime  karar verme yetkisini kendinde gören haddini bilmez hadsizin zavallı kibriyle buna karar vermesi. Şu sıralar "belâ" adlı bir hikaye yazıyorum, bana olmadığını biliyorum, onun ismi geçiyor diye başıma böyle molla kasım tıhniyeti musallat oldu. Ya sapkın ya da sapık olmalı ki şortlu bir bayan resmini beğenmiş olmamı yoldan çıkmış olmak olarak mı yorumladı acaba? Molla kasım zihniyetiyle ne garip düşüncelerle bunun resmini çekip biribirine gönderirir ki? Bunu bir yazar duruşuna yakıştıramayan kafasına uymadığı için bunu orada burada konuşup bana ulaşmasını sağlayacak kadar ısrar eden böyle tiplerle sınanma? Önce bir ego yükselmesi, her şeyimi takip ediyorlar diyen iç ses sonra  "sen derviş olamazsın" diyen derviş Yunus "sen çok hamsın biraz yan sonra da pişersin" türü bir mezaj veriyor olmalı sanki diye iç geçirme.  Her beğeninin peşine düşen bu haset ve kin yüklü tuhaf türü anlamaktan anlatmaktan acizim. Üstad Necip fazıl imdada yetişti
 "Sakın yobazı, bir davaya, onun en mahrem çilelerini çektikten sonra kıl ve nokta feda etmeksizin emirlere sımsıkı bağlanan ulvi adam sanmayınız! Yobaz, her sahada, asla anlayamadığı ve iç yüzünü göremediği tecelliler karışsında papağan gibi hep aynı aksülamelleri gösterip Nuh diyen, fakat Peygamber demeyen; ve insanda en büyük İlahi nimet, ruh ve fikri, bekçi sopası, tulumbacı narası ve yurya çığlığıyla boğmaya kalkışan, böylece inanışları kör ve havasız nefsaniyetine indiren insan kılıklı insan tersidir.
Yobaz, sadece Allahı bulmak için düşünmeye, ürpermeye ve kıvranmaya memur insanoğlunun en büyük düşmanıdır; ve en sefil hayvanlar arasında bile bir eşi bulunmaz esatiri hayvandır.
İslamlığın en ince kanunlarından biri, bir müslümana küfür isnad edildiği zaman eğer o kimse gerçekten küfürde değilse, küfrün, bir kurşun gibi geriye teperek isnad edicisini bir daha dirilmemecesine öldüreceğidir. Böyleyken, bir zamanların müslümanlık taslayan yobazı, mukaddes Şeriatin gözünde asla suç olmamak şöyle dursun, hatta teşvik ve rağbet mevzuu olan işlere küfür damgasını vurmakla teferrüd etmişti.
Dünün bir türlü ölçü ve insafa gelmez yobazları, kazan kaldırdıkları mevzularda bir izah ve müdafaa tavrı gördükleri zaman şöyle haykırırlardı: <<Söyletmen, vurun!>>... Ve bir kelime söyletmeden vururlar, kelleleri uçururlardı. Doğruysa doğru, yanlışsa yanlış olarak yine bizzat fikirle tesbit edilmesi gereken fikirden bu derecede korkmak için, insan geçinenlerin, maymunlar ve leş kargaları arasında bile kendilerine bir müttefik bulamamış olmaları lazım değil midir?
Fotoğraflarımda uzun zamandır "kök" tema olarak var. Eskisi kadar sık yayınlamıyorum. Yukarıda özetini yazdığım koyu sohbetlerimiz oluyor. Bir de dostum mavi ladin var, belki yazarım. (fotoğraf evden 2018 )

 FOTOĞRAF HİKAYESİ 35 (yedi iklimde ve bir ortak kitap çalışmasında yayınlanan yazı i.e) 1984’TE ZORBA VE DİL             Bin dokuz yüz do...