Sevgili dost vefalı yazar Selvigül Şahin Hanım' la gerçekleştirdiğimiz konuşma altta. Kendisine yeniden teşekkür ederim.
Not: Konuşmanın içinde ustanın hikayesine gönderme yaparken bir karışıklık olduğunun farkındayım. Hatalarım benim düzeltmek içimde kalsın burada yayınlanmış haliyle alıyorum...
İBRAHİM EYİBİLİR İLE
ÖLÜNÜN YERİ KİTABINI KONUŞTUK
1.
İbrahim Bey, ikinci öykü kitabınız
bir süre önce MGV yayınları tarafından yayımlanarak okurla buluştu. Öncelikle
hayırlı olsun efendim. Kuşakdaş olmamız hasebiyle uzun yıllardır tanışıyoruz.
Sizin öykülerinizi toplu halde okuyunca özenle, demlenerek adeta ilmek ilmek
dokunarak, derinlikli bir dil ve usta kurgularla kozanızı ördüğünüze şahidiz.
İlk olarak şunu sormak istiyorum, sakin, duru ve demlenmiş zamanlardan gelen
bir yazar olarak yazının sizdeki, hayatınızdaki karşılığını bize nasıl
yorumlarsınız, okuyucularımıza neler söylersiniz bu konuda?
Sait
Faik Abasıyanık’ın Hişt hikâyesini bilirisiniz. Sonunda kalemi öpüp başına
koyar, “Yazmasam çıldıracaktım…” diyerek. İlk okuduğumda bu ifade bana fazla
artistik gelmişti. Zamanla anladım ki usta yazmasa çıldırırdı elbet, iyi ki
yazmış. Yazmak; verilmiş bir hediye, ödenmesi miras bir borç, aklıma, kalbime
bir bakışlık ayna, sırlarımı içine düşürdüğüm kuyu…
2.
Kitabınızı açtığımızda ilk sayfada
bize selam veren, şiirsel kısa anlatımla açıklanmış, üç kelime, üç imge
bulunmakta. Söz, Yazar, Musa; bu üç kelimenin sizdeki karşılığını ki;
kitabınızın ilk sayfasına almakla ne kadar sizin için manidar olduğunu
anlıyoruz bize açabilir misiniz?
Hz.
Musa’nın Hızır’la yaptığı yolculuk, insanın hayatla yaptığı yolculuk gibi
geliyor bana. Başı hayret sonu hayranlık olan bir yolculuk, hayretin ve
hayranlığın arasına giren acı, tatlı, sevgi, nefret, ayrılık, kavuşma gibi
insani haller. İnsanın halleri hikâyenin kendisi, bu iki kelime arasına giren
bazılarını ben “Ölünün Yeri”nde yazmaya çalıştım.
Kendimi
tanıma, tanımlama gayreti, giriş, ilk söz, ön söz yerine düşünülebilir. Yazının
yazgıdaki yerine bir şükür bir şahitlendirme kaydı diyebiliriz. Kısa hikâyeyi
hep kıs(s)a hikâye olarak düşünmüşümdür. Şiirin kenarında gezdiğinden ötürü de
o uçuruma düşmesinden hep korkmuşumdur. Bu kitapta o uçurumun kenarında gezen
örnekler var. Kitaba da ilk üçüyle başlansın istedim.
Sosyal
medya diye adlandırdığımız mecra her şeyi etkilediği gibi doğrudan ya da
dolaylı bir şekilde edebiyatı da etkiledi. Kısa metinlerle uzun ve derin
anlatım etkisi ortaya koymak modern zamanların yeni gözdesi. Her kısa anlatı
aynı etki gücüne sahip değil tabii ciddi bir birikim ve ustalık isteyen bir
alan. Okurunu seçen cümleler bunlar, ya vurur ya da vurulur. Benim kısa
(küçürek, minimal vs) hikâyelerim okurla yeni buluştu ne oldukları ya da
olmadıkları zamanla ortaya çıkacaktır diye düşünüyorum.
3.
Geleneğin ilhamıyla, şiirlere,
türkülere, menkıbelere ve İlahi Olana yaslı bir dille yazıyorsunuz. “Fakirdik
fakir olmasına da bu bir ağıt bir acı olmadı hayatımızda, gönül bolluğu idi her
yanımız. Eşyaya bağlılığımız bu kadar çok olmadığından belki.”(Mülteci sf: 21)
“Toprağa yürüyüşlerimiz sessiz, “Dede!” ünlemesi kıssaların toplamı, gözlerinde
o bildik yaş, anlıyorum bıçak İsmail’in boynuna dayanmış.”(Babamın Gazali
sf:19) Mezkûr alıntılardan da anlaşılacağı üzere eşyaya, hakikate bakışınız
metinlerinizin satır aralarında okunuyor. Böyle bir anlatımı ve duyarlılığı
öykücülüğünüzle nasıl içselleştiriyorsunuz, yazarken kaygılarınız nelerdir bu
konuda bize neler söylersiniz?
Tarkovsky,
Mühürlenmiş Zaman’da dört mısralık bir (Japon şiiri olmalı sanırım) şiiri
alıntılayarak oradaki görsel ifade gücüne dikkat çeker. Kim bilir? Yunus’u tanısa, ne bileyim tarlada
çalışan ırgatların toplu söylediği türküleri duysa hayranlığı daha da artardı
diye düşünüyorum. ( Belki de tanımıştır, bilmiyorum) Gelenek; içinde yukarıda
belirttiğim gibi müthiş bir anlatım dehası barındırmakla birlikte, değiştirip
dönüştürme ve benzetme potansiyeli de barındırmakta. Ben, türkülerden hala
Türkçe öğrenmeye çalışan kekeme bir çocuk tedirginliğiyle, peşinden koşuyorum.
Koşarken şiire, menkıbeye ve geleneğin enginliğine dayanmak, tedirginliğimi
gideriyor. Güne bakarken geçmişin demini almak ve geleceğe dair fısıltılar
barındıran cümleler kurmak, asıl hikâye burada belki de…
Benzer bir soruya verdiğim
bir cevabı burada da yinelemenin yerinde olacağını düşünüyorum. Bu ekran çağı;
Yusuf’un kuyusunu cebine koyduğu, duvarına astığı, insanlarla arasına koyduğu
bir çağ. Ruhumuz yaralarla dolu, ben kendime merhem olur diye cümleler
kuruyorum. Okurda da karşılık bulmasını umarak yayınlıyorum. Belki yaramız aynı
olan biri çıkar da yarasına merhem olur umudundayım.
4.
“ Şair, milletin sözcüsü, yorumcusu
ve gerekirse yol gösterenidir. Şair, milletinin kalbidir. Atan nabzı, çarpan
yüreğidir” diyor Üstat Sezai Karakoç, ‘Edebiyat Yazıları’ kitabında şairler
için. Sizin şiirsel, imgesel zenginliği de yüklenmiş özenli bir diliniz var.
Yazmaya şiirle mi başladınız diye sorsam ve Üstadın şaire yüklediği bu sorumlu
duruşu bir sanatkâr olarak size yöneltsem bize neler söylersiniz, nasıl
yorumlarsınız?
Yazı;
verilmiş bir hediye, ödenmesi gereken bir borç derken kastettiğim, Üstadın
çerçevesini çizdiği sorumluluktur. Şiirle mi başladınız sorusuna şiirle
başlamayan var mı? Demek geliyor içimden. Şiir; dilin zirvesi, hepimiz orayı
zorladık sanırım. Sorunuzdaki “duruş” vurgusu önemli, bundan yaşama biçimi ve
tercihi anlıyorum. Sanat daha kişisel sanki… Duruş eğreti olunca eserde
“sır”rın dökülmesi kaçınılmaz oluyor. Oysa eser, sanatçıdan bağımsız
değerlendirilmeli diye düşünüyorum.
Duruşundan haberdar olmadığımız yabancı bir şair yazar vs eserine
bakarken gösterilen yalınlık bu coğrafyada ne Necip Fazıl’a ne de Nazım
Hikmet’e gösterilir. (isimler sembolik, yerlerine farklı isimler koymak da
mümkün.)
Hikâyemde
şiirsel lirik bir dil kullandığım, başka konuşmalarda da dile getirildi.
Yazdığım kurgusal bir metin ancak imkânları yönüyle şiire yaklaşması mümkün.
Temel özelliklerini yitirmemek kaydıyla ifade gücünün metne, zenginlik ve
derinlik katmak açısından iyi olacağını düşünüyorum. Bunu yapıp yapamadığım,
yayınlanmış metinler ile okur arasında…
5.
“Bütünüyle bozulmamış her insanda bulunan onur
ve utanma duygusunun ve onura verilen yüksek değerin kökü ve kökeni şuradadır:
İnsan, kendi başına çok az şey yapabilir. Tek başına olduğunda bir
Robinson’dur; ancak, başkalarıyla topluluk içinde bir şeydir ve çok şey
yapabilir” diyor Arthur Schopenhauer ‘Aforizmalar’ kitabında. Siz yazı
yolculuğunuzda beraber olduğunuz, birlikte yol aldığınız muhiti önemsiyor
musunuz, bu konuda bize neler söylersiniz?
Zannediyorum
benimle yapılan her konuşmada (ki bana sorulmasa da) buna değiniyorum. Sorunuz
vesilesiyle yeniden söylemekten mutlu olacağım. İlk soruda belirttiğiniz gibi
aynı kuşakta yer alıyoruz. Doksan beşten beri belli aralıklarla Yedi İklim ‘de hikâyelerim
yayınlanıyor. Bir önceki soruda geçen “duruş”a en sahih örnek ne derseniz, Yedi
İklim derim. Tabii ki Yedi İklim derken dergiyi bir okula bir dergâha
dönüştüren, otuz yıla yakındır bu heyecanı taze tutan Ali Haydar Haksal hocamı
belirttiğim anlaşılmıştır sanırım. Böyle bir çevrede yer almak bana çok şey
katmıştır. Geleceğe kalacak birkaç cümle kurmuşsam ya da kuracaksam bu
bulunduğum muhitin etkisiyledir.
6.
‘Müteahhid’, ‘Fenomen’ gibi
öykülerin modern zamanlara ve tüketim toplumuna dair eleştirel bir bakış
açısıyla ironik bir yaklaşımla yazılmış öyküler olduğunu gözlemliyoruz. Sizce
yaşanan tüketim çılgınlığı ve her türlü dağılmayı, dumura uğramayı yaşayan
modern insan yazıyı, sanatı, edebiyatı da tüketiyor mu? Ve yine devamında
sorsam, yaşadığımız günlerde yazının serüveni, yazarın yolculuğu sizce nasıl
gidiyor bu konuda okuyucularımıza neler söylersiniz?
Her
şeyi tüketen insan çağında okuyan değil tüketen okur olmaz mı? Gişe rekorları kıran fantastik filmlerin hikâyelerini
aynen alıp isimleri değiştirerek yazdıklarını, sosyal medya aracılığıyla (pr
çalışması, Fenomen ’de var…) pazarlayan, ergenlerin fuarlarda önünde çift sıra
kuyruk olduğu, tezgâhtarların tüketime sunduğu metaları tüketen bir okur tipi
de var maalesef. Belki hep vardı,
şimdilerde çok görünür oldular… Kapital
bir mantıkla oluşturulan arz-talep pazarında, ağaç israfına üzülmekten öte
yapabilecek pek bir şey kalmıyor. Has okura has eser üretmek gayreti sahih olan,
sonrası gayya kuyusu
7.
‘Ayakkabı ’öykünüzde temsili,
sembolik, kapalı bir anlatım ve dil kullanıyorsunuz, öykülerin bütününde genel
olarak kapalı, imgesel yoğunluğu yüksek, kolay anlaşılmayan kurguyla yazılmış
öyküleriniz mevcut. Bunu bile isteye mi yapıyorsunuz, sizin okurlarınız seçkin,
zora talip okurlar mı, daha sarih ve sade, açık bir anlatımla da yazmayı
düşünür müsünüz?
Açık
yazdığım hikâyeler de var, mesela Ölünün Yeri… Kapalı ya da sembolik anlatım;
anlattığım ya da anlatmak istediğim duyguyu, olayı, tipi vs en iyi
anlatabileceğimi düşündüğüm yöntemi deniyorum. “Acı Kahve” bir aşk hikâyesi,
onu şiirsel lirik bir anlatımla aktarabileceğimi düşündüm. “Ayakkabı” ise tamamen sembolik bir hikâye;
bunu açmak isterim, ilk sorunuzda yer alan kısa hikâye “Musa” ile başlayan
kitap, Kuranı Kerim’de Hz Musa’nın kıssasının anlatıldığı ayetle başlayan
“Ayakkabı” hikâyesiyle bitmektedir. Hz. Musa’nın bilge kişi (Hz. Hızır) ile
yaptığı yolculuk; insanın hayat yolculuğuna, yazarın okur, okurun yazar
yolculuğuna benzediğini düşündüm. Kişisel yolculuğumun bu yolculukla olan iz
düşümlerinin kaydı o hikâyede. Arada bir kendime “Sabır ya Musa” dediğim
çoktur. Mantıku’t tayr’dan Mesnevi’ye
geleneğin kadim anlatısıdır sembolik anlatım. Bu zamanda nasıl oluru deniyorum
diyebilirim.
Ölünün Yeri'nde en
belirgin olarak "ayakkabı" adlı hikâyede Hz, Musa ve Hızır’ın
yolculuğunu anlatan ayetler alıntılandı. Biliyorsunuz, Kuranın nerdeyse yarısı
kıssslardan oluşur. Bu yöntem, bizim medeniyetimizin kodlarını oluşturan
tasavvuf düşüncesine de ilham olmuştur. İbret almak, görünmeyeni görünür
kılmak, bilginin kalıcı olmasını sağlamak vb, amaçlarla kıssalar anlatıla
gelmiştir. Hikâyemi bu kadim kaynaktan beslemek oraya dayamak istiyorum.
Kapalı anlaşılmayan
şeyler yazdığımı söyleyen, düşünenlere ne cevap verebilirim bilmiyorum. Bizde
derdi çok aşikâr etmek edebe aykırı görülür belki ondandır. Bu naif ifade
yetersiz farkındayım, roman konusunu hikâyede anlatma, okuru metne katma
isteği, yazarda başlayıp metinde devam eden ama okurda bitmeyen bir kurguya
ulaşma gibi beklentiler bazı hikâyelerimde anlaşılmayı zorlaştırıyor sanırım.
8.
Son olarak son dönemde edebi kamuda
öykü adeta yükselişe geçmiş gibi görünüyor. Sizin bu konuda görüşleriniz
nelerdir, yazılanlara nitelik ve nicelik açısından baktığımızda okuyucularımıza
neler söylersiniz?
Fuarlara
ve belediye etkinliklerine bakarak böyle bir yükselişten söz etmek mümkündür.
Bana göre nicelik olarak yükseliş niteliğe yansımıyor sanki. Aslında bu
yükseliş hakkında şimdiden bir şey söylemek erken, zaman; neyin kalıp neyin
gideceğini gösterecek en iyi hoca. Benim tespitim kişisel bakış, bir hikâyeci
olarak bu türün öne çıkmasından son derece memnunum.
Bu
bağlamda söylenecek çok şey olmakla birlikte söylememeyi tercih ediyorum.
Sebep; Cahit Zarifoğlu üstadın Ali Haydar Haksal hocama yazdığı bir mektup var
biliyorsun. Ne zaman böyle bir konu açılsa o mektup aklıma geliyor, susuyorum.
Üstat orada özetle, edebiyat dünyasının dedikodusundan uzak durmayı iyi, güzel
ve doğru olanı almayı öğütler. Ben bunu iyi, güzel ve doğru metinler ortaya
koymak olarak anlıyorum. İyi, güzel ve doğru bir eser ortaya koymak dışındaki
her çaba gözümde çok beyhude…
9.
Bize vakit ayırdığınız için
teşekkürlerimizi sunuyoruz, böylesine değerli iki öykü kitabından sonra haklı
olarak yeni çalışmalar bekliyoruz acaba tezgâhta neler var?
Bana
kendimi ifade etme fırsatı verdiğiniz için teşekkür ederim. Kısa hikâyelerden
oluşan üçüncü bir kitap dosyası yine bir uzun hikâyeden oluşan (belki karakter
yönüyle romanı andıran) başka bir kitap dosyası var. Kitapların da kaderi
vardır mı diyordu kadim söz? Bana düşen, kalemi öpüp yazmaya çalışmak.
Eyvallah…
Selvigül
Kandoğmuş Şahin
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder