1 Nisan 2019 Pazartesi

BEYHUDE DENEMELER 14 : Beyhude mi konuşmalarımız ?
Sevgili dost vefalı yazar Selvigül Şahin Hanım' la gerçekleştirdiğimiz konuşma altta. Kendisine yeniden teşekkür ederim.
Not: Konuşmanın içinde ustanın hikayesine gönderme  yaparken bir karışıklık olduğunun farkındayım. Hatalarım benim düzeltmek içimde kalsın burada yayınlanmış haliyle alıyorum...




                       İBRAHİM EYİBİLİR İLE ÖLÜNÜN YERİ KİTABINI KONUŞTUK

1.      İbrahim Bey, ikinci öykü kitabınız bir süre önce MGV yayınları tarafından yayımlanarak okurla buluştu. Öncelikle hayırlı olsun efendim. Kuşakdaş olmamız hasebiyle uzun yıllardır tanışıyoruz. Sizin öykülerinizi toplu halde okuyunca özenle, demlenerek adeta ilmek ilmek dokunarak, derinlikli bir dil ve usta kurgularla kozanızı ördüğünüze şahidiz. İlk olarak şunu sormak istiyorum, sakin, duru ve demlenmiş zamanlardan gelen bir yazar olarak yazının sizdeki, hayatınızdaki karşılığını bize nasıl yorumlarsınız, okuyucularımıza neler söylersiniz bu konuda?
Sait Faik Abasıyanık’ın Hişt hikâyesini bilirisiniz. Sonunda kalemi öpüp başına koyar, “Yazmasam çıldıracaktım…” diyerek. İlk okuduğumda bu ifade bana fazla artistik gelmişti. Zamanla anladım ki usta yazmasa çıldırırdı elbet, iyi ki yazmış. Yazmak; verilmiş bir hediye, ödenmesi miras bir borç, aklıma, kalbime bir bakışlık ayna, sırlarımı içine düşürdüğüm kuyu…

2.      Kitabınızı açtığımızda ilk sayfada bize selam veren, şiirsel kısa anlatımla açıklanmış, üç kelime, üç imge bulunmakta. Söz, Yazar, Musa; bu üç kelimenin sizdeki karşılığını ki; kitabınızın ilk sayfasına almakla ne kadar sizin için manidar olduğunu anlıyoruz bize açabilir misiniz?
Hz. Musa’nın Hızır’la yaptığı yolculuk, insanın hayatla yaptığı yolculuk gibi geliyor bana. Başı hayret sonu hayranlık olan bir yolculuk, hayretin ve hayranlığın arasına giren acı, tatlı, sevgi, nefret, ayrılık, kavuşma gibi insani haller. İnsanın halleri hikâyenin kendisi, bu iki kelime arasına giren bazılarını ben “Ölünün Yeri”nde yazmaya çalıştım. 
Kendimi tanıma, tanımlama gayreti, giriş, ilk söz, ön söz yerine düşünülebilir. Yazının yazgıdaki yerine bir şükür bir şahitlendirme kaydı diyebiliriz. Kısa hikâyeyi hep kıs(s)a hikâye olarak düşünmüşümdür. Şiirin kenarında gezdiğinden ötürü de o uçuruma düşmesinden hep korkmuşumdur. Bu kitapta o uçurumun kenarında gezen örnekler var. Kitaba da ilk üçüyle başlansın istedim.
Sosyal medya diye adlandırdığımız mecra her şeyi etkilediği gibi doğrudan ya da dolaylı bir şekilde edebiyatı da etkiledi. Kısa metinlerle uzun ve derin anlatım etkisi ortaya koymak modern zamanların yeni gözdesi. Her kısa anlatı aynı etki gücüne sahip değil tabii ciddi bir birikim ve ustalık isteyen bir alan. Okurunu seçen cümleler bunlar, ya vurur ya da vurulur. Benim kısa (küçürek, minimal vs) hikâyelerim okurla yeni buluştu ne oldukları ya da olmadıkları zamanla ortaya çıkacaktır diye düşünüyorum.
3.      Geleneğin ilhamıyla, şiirlere, türkülere, menkıbelere ve İlahi Olana yaslı bir dille yazıyorsunuz. “Fakirdik fakir olmasına da bu bir ağıt bir acı olmadı hayatımızda, gönül bolluğu idi her yanımız. Eşyaya bağlılığımız bu kadar çok olmadığından belki.”(Mülteci sf: 21) “Toprağa yürüyüşlerimiz sessiz, “Dede!” ünlemesi kıssaların toplamı, gözlerinde o bildik yaş, anlıyorum bıçak İsmail’in boynuna dayanmış.”(Babamın Gazali sf:19) Mezkûr alıntılardan da anlaşılacağı üzere eşyaya, hakikate bakışınız metinlerinizin satır aralarında okunuyor. Böyle bir anlatımı ve duyarlılığı öykücülüğünüzle nasıl içselleştiriyorsunuz, yazarken kaygılarınız nelerdir bu konuda bize neler söylersiniz?
Tarkovsky, Mühürlenmiş Zaman’da dört mısralık bir (Japon şiiri olmalı sanırım) şiiri alıntılayarak oradaki görsel ifade gücüne dikkat çeker.  Kim bilir? Yunus’u tanısa, ne bileyim tarlada çalışan ırgatların toplu söylediği türküleri duysa hayranlığı daha da artardı diye düşünüyorum. ( Belki de tanımıştır, bilmiyorum) Gelenek; içinde yukarıda belirttiğim gibi müthiş bir anlatım dehası barındırmakla birlikte, değiştirip dönüştürme ve benzetme potansiyeli de barındırmakta. Ben, türkülerden hala Türkçe öğrenmeye çalışan kekeme bir çocuk tedirginliğiyle, peşinden koşuyorum. Koşarken şiire, menkıbeye ve geleneğin enginliğine dayanmak, tedirginliğimi gideriyor. Güne bakarken geçmişin demini almak ve geleceğe dair fısıltılar barındıran cümleler kurmak, asıl hikâye burada belki de…
Benzer bir soruya verdiğim bir cevabı burada da yinelemenin yerinde olacağını düşünüyorum. Bu ekran çağı; Yusuf’un kuyusunu cebine koyduğu, duvarına astığı, insanlarla arasına koyduğu bir çağ. Ruhumuz yaralarla dolu, ben kendime merhem olur diye cümleler kuruyorum. Okurda da karşılık bulmasını umarak yayınlıyorum. Belki yaramız aynı olan biri çıkar da yarasına merhem olur umudundayım. 

4.      “ Şair, milletin sözcüsü, yorumcusu ve gerekirse yol gösterenidir. Şair, milletinin kalbidir. Atan nabzı, çarpan yüreğidir” diyor Üstat Sezai Karakoç, ‘Edebiyat Yazıları’ kitabında şairler için. Sizin şiirsel, imgesel zenginliği de yüklenmiş özenli bir diliniz var. Yazmaya şiirle mi başladınız diye sorsam ve Üstadın şaire yüklediği bu sorumlu duruşu bir sanatkâr olarak size yöneltsem bize neler söylersiniz, nasıl yorumlarsınız?
Yazı; verilmiş bir hediye, ödenmesi gereken bir borç derken kastettiğim, Üstadın çerçevesini çizdiği sorumluluktur. Şiirle mi başladınız sorusuna şiirle başlamayan var mı? Demek geliyor içimden. Şiir; dilin zirvesi, hepimiz orayı zorladık sanırım. Sorunuzdaki “duruş” vurgusu önemli, bundan yaşama biçimi ve tercihi anlıyorum. Sanat daha kişisel sanki… Duruş eğreti olunca eserde “sır”rın dökülmesi kaçınılmaz oluyor. Oysa eser, sanatçıdan bağımsız değerlendirilmeli diye düşünüyorum.  Duruşundan haberdar olmadığımız yabancı bir şair yazar vs eserine bakarken gösterilen yalınlık bu coğrafyada ne Necip Fazıl’a ne de Nazım Hikmet’e gösterilir. (isimler sembolik, yerlerine farklı isimler koymak da mümkün.)
Hikâyemde şiirsel lirik bir dil kullandığım, başka konuşmalarda da dile getirildi. Yazdığım kurgusal bir metin ancak imkânları yönüyle şiire yaklaşması mümkün. Temel özelliklerini yitirmemek kaydıyla ifade gücünün metne, zenginlik ve derinlik katmak açısından iyi olacağını düşünüyorum. Bunu yapıp yapamadığım, yayınlanmış metinler ile okur arasında…
5.       “Bütünüyle bozulmamış her insanda bulunan onur ve utanma duygusunun ve onura verilen yüksek değerin kökü ve kökeni şuradadır: İnsan, kendi başına çok az şey yapabilir. Tek başına olduğunda bir Robinson’dur; ancak, başkalarıyla topluluk içinde bir şeydir ve çok şey yapabilir” diyor Arthur Schopenhauer ‘Aforizmalar’ kitabında. Siz yazı yolculuğunuzda beraber olduğunuz, birlikte yol aldığınız muhiti önemsiyor musunuz, bu konuda bize neler söylersiniz?
Zannediyorum benimle yapılan her konuşmada (ki bana sorulmasa da) buna değiniyorum. Sorunuz vesilesiyle yeniden söylemekten mutlu olacağım. İlk soruda belirttiğiniz gibi aynı kuşakta yer alıyoruz. Doksan beşten beri belli aralıklarla Yedi İklim ‘de hikâyelerim yayınlanıyor. Bir önceki soruda geçen “duruş”a en sahih örnek ne derseniz, Yedi İklim derim. Tabii ki Yedi İklim derken dergiyi bir okula bir dergâha dönüştüren, otuz yıla yakındır bu heyecanı taze tutan Ali Haydar Haksal hocamı belirttiğim anlaşılmıştır sanırım. Böyle bir çevrede yer almak bana çok şey katmıştır. Geleceğe kalacak birkaç cümle kurmuşsam ya da kuracaksam bu bulunduğum muhitin etkisiyledir.    
6.      ‘Müteahhid’, ‘Fenomen’ gibi öykülerin modern zamanlara ve tüketim toplumuna dair eleştirel bir bakış açısıyla ironik bir yaklaşımla yazılmış öyküler olduğunu gözlemliyoruz. Sizce yaşanan tüketim çılgınlığı ve her türlü dağılmayı, dumura uğramayı yaşayan modern insan yazıyı, sanatı, edebiyatı da tüketiyor mu? Ve yine devamında sorsam, yaşadığımız günlerde yazının serüveni, yazarın yolculuğu sizce nasıl gidiyor bu konuda okuyucularımıza neler söylersiniz?
Her şeyi tüketen insan çağında okuyan değil tüketen okur olmaz mı?  Gişe rekorları kıran fantastik filmlerin hikâyelerini aynen alıp isimleri değiştirerek yazdıklarını, sosyal medya aracılığıyla (pr çalışması, Fenomen ’de var…) pazarlayan, ergenlerin fuarlarda önünde çift sıra kuyruk olduğu, tezgâhtarların tüketime sunduğu metaları tüketen bir okur tipi de var maalesef.  Belki hep vardı, şimdilerde çok görünür oldular…  Kapital bir mantıkla oluşturulan arz-talep pazarında, ağaç israfına üzülmekten öte yapabilecek pek bir şey kalmıyor. Has okura has eser üretmek gayreti sahih olan, sonrası gayya kuyusu
7.      ‘Ayakkabı ’öykünüzde temsili, sembolik, kapalı bir anlatım ve dil kullanıyorsunuz, öykülerin bütününde genel olarak kapalı, imgesel yoğunluğu yüksek, kolay anlaşılmayan kurguyla yazılmış öyküleriniz mevcut. Bunu bile isteye mi yapıyorsunuz, sizin okurlarınız seçkin, zora talip okurlar mı, daha sarih ve sade, açık bir anlatımla da yazmayı düşünür müsünüz?
Açık yazdığım hikâyeler de var, mesela Ölünün Yeri… Kapalı ya da sembolik anlatım; anlattığım ya da anlatmak istediğim duyguyu, olayı, tipi vs en iyi anlatabileceğimi düşündüğüm yöntemi deniyorum. “Acı Kahve” bir aşk hikâyesi, onu şiirsel lirik bir anlatımla aktarabileceğimi düşündüm.  “Ayakkabı” ise tamamen sembolik bir hikâye; bunu açmak isterim, ilk sorunuzda yer alan kısa hikâye “Musa” ile başlayan kitap, Kuranı Kerim’de Hz Musa’nın kıssasının anlatıldığı ayetle başlayan “Ayakkabı” hikâyesiyle bitmektedir. Hz. Musa’nın bilge kişi (Hz. Hızır) ile yaptığı yolculuk; insanın hayat yolculuğuna, yazarın okur, okurun yazar yolculuğuna benzediğini düşündüm. Kişisel yolculuğumun bu yolculukla olan iz düşümlerinin kaydı o hikâyede. Arada bir kendime “Sabır ya Musa” dediğim çoktur.  Mantıku’t tayr’dan Mesnevi’ye geleneğin kadim anlatısıdır sembolik anlatım. Bu zamanda nasıl oluru deniyorum diyebilirim.
Ölünün Yeri'nde en belirgin olarak "ayakkabı" adlı hikâyede Hz, Musa ve Hızır’ın yolculuğunu anlatan ayetler alıntılandı. Biliyorsunuz, Kuranın nerdeyse yarısı kıssslardan oluşur. Bu yöntem, bizim medeniyetimizin kodlarını oluşturan tasavvuf düşüncesine de ilham olmuştur. İbret almak, görünmeyeni görünür kılmak, bilginin kalıcı olmasını sağlamak vb, amaçlarla kıssalar anlatıla gelmiştir. Hikâyemi bu kadim kaynaktan beslemek oraya dayamak istiyorum.
Kapalı anlaşılmayan şeyler yazdığımı söyleyen, düşünenlere ne cevap verebilirim bilmiyorum. Bizde derdi çok aşikâr etmek edebe aykırı görülür belki ondandır. Bu naif ifade yetersiz farkındayım, roman konusunu hikâyede anlatma, okuru metne katma isteği, yazarda başlayıp metinde devam eden ama okurda bitmeyen bir kurguya ulaşma gibi beklentiler bazı hikâyelerimde anlaşılmayı zorlaştırıyor sanırım.

8.      Son olarak son dönemde edebi kamuda öykü adeta yükselişe geçmiş gibi görünüyor. Sizin bu konuda görüşleriniz nelerdir, yazılanlara nitelik ve nicelik açısından baktığımızda okuyucularımıza neler söylersiniz?
Fuarlara ve belediye etkinliklerine bakarak böyle bir yükselişten söz etmek mümkündür. Bana göre nicelik olarak yükseliş niteliğe yansımıyor sanki. Aslında bu yükseliş hakkında şimdiden bir şey söylemek erken, zaman; neyin kalıp neyin gideceğini gösterecek en iyi hoca. Benim tespitim kişisel bakış, bir hikâyeci olarak bu türün öne çıkmasından son derece memnunum.
Bu bağlamda söylenecek çok şey olmakla birlikte söylememeyi tercih ediyorum. Sebep; Cahit Zarifoğlu üstadın Ali Haydar Haksal hocama yazdığı bir mektup var biliyorsun. Ne zaman böyle bir konu açılsa o mektup aklıma geliyor, susuyorum. Üstat orada özetle, edebiyat dünyasının dedikodusundan uzak durmayı iyi, güzel ve doğru olanı almayı öğütler. Ben bunu iyi, güzel ve doğru metinler ortaya koymak olarak anlıyorum. İyi, güzel ve doğru bir eser ortaya koymak dışındaki her çaba gözümde çok beyhude…
9.      Bize vakit ayırdığınız için teşekkürlerimizi sunuyoruz, böylesine değerli iki öykü kitabından sonra haklı olarak yeni çalışmalar bekliyoruz acaba tezgâhta neler var?
Bana kendimi ifade etme fırsatı verdiğiniz için teşekkür ederim. Kısa hikâyelerden oluşan üçüncü bir kitap dosyası yine bir uzun hikâyeden oluşan (belki karakter yönüyle romanı andıran) başka bir kitap dosyası var. Kitapların da kaderi vardır mı diyordu kadim söz? Bana düşen, kalemi öpüp yazmaya çalışmak. Eyvallah…
Selvigül Kandoğmuş Şahin


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

 FOTOĞRAF HİKAYESİ 35 (yedi iklimde ve bir ortak kitap çalışmasında yayınlanan yazı i.e) 1984’TE ZORBA VE DİL             Bin dokuz yüz do...