1.
İbrahim Bey, tarihe kayıt düşmek
maksadıyla, öncelikle sizden “Ölünün Yeri” kitabınıza kadar olan yazı, edebiyat
hayatınızı dinlemek isteriz.
Ortaokul
üçte, 3/A’nın sesi diye bir sınıf gazetesi
çıkarmıştım. İçeriğin neredeyse tamamını ben hazırlıyordum. Yazıdan daha fazla
çizgiye meraklıydım. Her yazı ve şiirin kenarına desen çizmeyi unutmazdım. Lise
bire
geldiğimde Edebiyat Hocam Hüseyin Söylemez Bey kompozisyonlarımı görünce, beni
yüreklendirdi. Asıl hikâyeye yönelmem ise yine aynı hocamın açtığı Hikâye ve
Şiir yarışmasında derece almam oldu. Hikâyemin daha iyi olduğu yönündeki
yönlendirmesine sonraları ben de inandım. “Zakkum” adlı bu ilk hikâyeden sonra
okumalarımı nitelikli yapmaya karar verdim. Okul kütüphanesinde bulduğum Sezai
Karakoç’un Taha’sını okumayı denedim. Hiçbir şey anlamadım. Bu Sezai Karakoç’la
ilk karşılaşmamdı. Nitelikli okuma arayışım üniversite yıllarına kadar devam
etti. Ne zaman İsmet özel ve Cemil
Meriç okudum, Sezai Karakoç’un şiirini anlamaya yaklaştım. Anlatmak istediğim;
şiir, beni yazıya götüren en temel etkiydi. Yazdığım tür ile ilgi kuramsal
okumalarım daha sonraları oldu. Üniversite yıllarında, kendi okuduğum bölümden
çok edebiyat bölümüne gidip geliyordum. Burada şunu belirtmeliyim; Şaban Sağlık Hocamın ve arkadaşlarının
oluşturduğu ortam, yazıyla ilişkimin daha kavi olmasını sağladı. Arkadaşlarımın
taşrada dergi çıkarma girişimlerine, yazı ve şiirle destek olmayı sürdürürken
yine Şaban Hocamın yönlendirmesiyle Yedi İklim'le tanıştım. Yedi İklim’ de ilk hikâyem
Kasım doksan dörtte (ya da beşte) yayınlandı. Yirmi üç yaşında en önemli edebiyat
dergilerinden birinde hikâyemin yayınlanması, başımı döndürmedi dersem yalan
olur. Yedi iklim'le ve Ali Haydar Haksal Hocamla o gün başladığımız yolculuk
bugüne kadar devam etti şükür. İkibinli yıllara kadar aralıklarla yazmaya devam
ettim. İki bin iki ve iki bin beş arasında kaleme elim gitmedi. Benimle yola
çıkan arkadaşlarımın kitapları çıkarken, ben sessizliğe gömüldüm. Çocukça bir
saflık ya da kendince ilkeli oluş diyebileceğim bir iki sebebi paylaşayım.
Birincisi; üste para vererek kitap bastırmayacağım deyip kenara çekilmek, bu
safça olanıydı galiba. Cami avlusuna kitaplarını bırakan Cahit Zarifoğlu gibi
bir şair örneği varken bana ne oluyordu da kenara çekiliyordum? İkincisi belki
de daha etkili olanı kendimle ilgili hayal kırıklığına uğramış olmam. İki bin
altıdan sonra (Teyzemin Radyosu'na aldığım bir hikaye) Emanet Misafir'i yazdım.
Aslında bu hikâyede, merak eden okur için yazıya ara verişimin diğer sebepleri
de bulunabilir. İkibin on dörde kadar aynı tempoda devam ettim. Bir yıl kadar
Yedi İklim'de yayın kurulunda yer aldım. Bu durum üretkenliğimi çok olumlu
etkiledi. İki bin on dördün nisanında ilk kitabım Teyzemin Radyosu yayınlandı.
İlk kitap için, edebi çevrelerden olumlu tepki aldı diyebilirim. En nitelikli
değerlendirme Pr. Dr. Şaban Sağlık Hocamdan geldi. Beş sayfalık tanıtım ve
değerlendirme yazısı, hikâyemin dayandığı her şeyi en kapsamlı işaretleyen bir
yazı. İkinci kitap Ölünün Yeri, iki bin on yedinin son ayında yayınlandı.
Kısaca yazı hayatım hakkında bunları söyleyebilirim. Halen yedi iklim de hikâyelerimi
yayınlamaya devam ediyorum.
2.
Yazı hayatınızda dergilerin önemli
rolü var. Acaba şimdilerde dergilerin etkisinin azalması veya etkinin dijital
alana geçmesi gibi bir durum söz konusu mu? Geçen seneler içerisinde böyle bir
değişimden söz edilebilir mi? Dergiler sizin yazı hayatınızda size neler kattı?
Bugünkü manzarayı izlemekte zorlanıyor musunuz?
Tipo baskıyı son
görenlerden olabilirim. Üniversite yıllarında bahsettiğim o ilk dergi çıkarma
girişimlerimizde karşılaşmıştım. Şimdi geldiğimiz yer; bir tuşla sanal
fanzinlerin, dergilerin, kişisel blogların, sayfaların yayınlandığını
görüyoruz. Sosyal medya diye bir olgunun varlığı inkâr edilemeyeceğine göre
etkisi de kaçınılmaz olacaktır. Benim için dergi; öncelikle yazmak, daha güzel
yazmak için en önemli sebeptir. Doğrudan
ya da dolaylı olarak eserinizle ilgili geri dönüşler alıyorsunuz. Bu da yol
almanızı hızlandırıyor. Bahsettiğiniz dijital etki, nicelik olarak bir artışı
gösterse de nitelik olarak aynı artışı gösterdiği söylenemez. Başından isimleri
kaldırsan, altındaki şiir, hikâye vs. kime ait olduğu belli olmayan ya da aynı
kişiye ait olduğu sanılan eserlerin ortaya çıkıyor olması bu dijital çağın
olumsuzluğu diye bakıyorum. Olumlu tarafları da vardır ve olacaktır. Benim
gözlemleye bildiğim bu şekilde. Bana dergilerin neler kattığına gelirsek;
iki kitap yayınladım, bu kitaplarda bir tane bile olsa ortaya güzel eser
koyabilmişsem,
bunu Yedi İklim gibi bir dergiyle yola devam etmiş olmama borçluyum
diyebilirim.
3.
“Öykü Poetikanız”dan bahsetseniz.
Öykülerinizde modern hayata karşı bir direnç geliştirdiğiniz söylenmekte. Siz
öyküye nasıl işlevler veya anlamlar yüklemektesiniz?
Yaşadığımız
hayat nasıl olursa (modern, post modern vs) olsun eğer içimizdeki “insan”ı
öldürüyorsa, sanatçı olarak görevim; insana insanı işaret etmektir diye
düşünüyorum. Bu ekran çağı; Yusuf’un kuyusunu cebine koyduğu, duvarına astığı,
insanlarla arasına koyduğu bir çağ. Ruhumuz yaralarla dolu, ben kendime merhem
olur diye cümleler kuruyorum. Okurda da karşılık bulmasını umarak yayınlıyorum.
Belki yaramız aynı olan biri çıkar da yarasına merhem olur umudundayım.
Tam
da buradan hareketle sözü Şaban Sağlık hocanın belirlemesine getirmek
istiyorum: Hoca, sizin öykülerinizde ekran çağına itiraz ettiğinizi, değerleri
ters yüz eden modernizme başkaldırdığınızı söylüyor. Bu kitapta bu
belirlemelerin dışında, daha bireysel ve böylesine bir düşünsel arka plana
sahip olmayan öykülerin de bulunduğunu görüyoruz. Bu öykülerde duygusallık,
hüzün ön planda ve oldukça etkileyici metinler… Yani öykülerinizde ikinci bir damar
daha var… Bunu söylemeye çalışıyorum…
İlk
soruda bahsettiğim Şaban sağlık hocamın uzun yazısında Teyzemin Radyosu içinde yer alan hikâyelerin
kaynağını ve hedefini akademik bir okumayla okura yansıtmış ve buradan -benim
de hoşuma giden- "ekran çağına itiraz eden öyküler..." tespiti
çıkıyor. Bu hikaye anlayışımı yansıtıyor. Bir dostumun ifadesiyle "toprak
kokan hikayeler" yazmak istiyorum. Ekranların yüzüne bebeklerden daha çok
bakıldığı bu zamanda; yeni bir şekilde, yeniden hikâyemizi yazmak, “şimdi yeni
şeyler söylemek lazım can cağızım” tembihini unutmadan. Bahsettiğiniz hüzün ve
duygusallık; olmasa bunlar yazılmazdı. Bir yara olmasa yazdıklarımız neye
yarardı?
4.
Kitabın farklı bölümlerine
serpiştirilmiş olan küçürek öyküler var. Küçürek öykü türü hakkında ne
düşünüyorsunuz? Kolay ve zor tarafları neler? Sizin yolunuz küçürek öykü ile
nasıl kesişti?
Küçürek öykü, kısa hikâye
adına ne dersek diyelim, ben Hemingway’in Patikleri diye adlandırıyorum. Yüz
kırk karakterlik tivitlerle ülkeler yıkılıp, insanlar harcanırken, edebi ve
estetik olarak kelimenin değerini bu yönüyle de ortaya koyma isteği, bu kitapta
o kısa hikâyeleri yazdırdı. Hikâye yaz yağmuru ise kısa hikâye, ondan önce
çakan şimşek, gürleyen göktür diye düşünüyorum. Şahsen kendimi yeterli
görmedim. Her an şiirin uçurumuna düşebilecek tehlikeli bir sınır, yeniden
oralarda gezinebilir miyim? Emin değilim.
5.
Kitapta Kur’an’a, Kur’an’daki
kıssalara göndermeler var. biz de Muhayyel dergisine modern edebiyatımızla
Kur’an metinleri arasındaki ilişkiyi irdeleyen bir dosya yapmıştık. Siz bu
konuda ne düşünüyorsunuz? Modern edebiyatımız yeterince yararlanabilmiş midir
Kur’an’dan? Yararlanırken estetik veya dini anlamda bazı kazalar ortaya
çıkabilir mi?
Ölünün Yeri'nde en
belirgin olarak "ayakkabı" adlı hikâyede Hz, Musa ve Hızır’ın yolculuğunu
anlatan ayetler alıntılandı. Biliyorsunuz, Kuranın nerdeyse yarısı kıssslardan
oluşur. Bu yöntem, bizim medeniyetimizin kodlarını oluşturan tasavvuf
düşüncesine de ilham olmuştur. İbret almak, görünmeyeni görünür kılmak,
bilginin kalıcı olmasını sağlamak vb, amaçlarla kıssalar anlatıla gelmiştir.
Hikayemi bu kadim kaynaktan beslemek oraya dayamak istiyorum.
Sorduğunuz kazalara
gelirsek; nargile kafede kankasına kabızlığını ıkınır gibi güya
"tanrı" ya seslenen şiir, hikâye vs olduğu söylenen herzeler, bir
süre sahiplerini sözde yazar ve şair yapsa da köpükten şeyler bunlar, asıl
gelince, sönmeleri kaçınılmaz.
6.
Kitapta benim dikkatimi bir de
portrelemeler çekti. Baba portresi. Müteahhit portresi. Sizin öykücülüğünüzün
bir özelliği de portreler yaratmak sanki?
Ölünün Yeri,
"babama" ithafıyla başlayan bir kitap. Bu babama bir ithaf olmakla
birlikte kitabın ana temasına da bir işaret. Kadim mesele; babalar ve çocuklar,
benim de etkilendiğim konulardan. Hemen hemen tüm hikayelerde "baba"
figürüyle karşılaşırız. Bununla birlikte duygusal ve fikirsel çatışma da
yazının konusu oluyor. Bu bağlamda portre çalışması, hikâyede derinlik ve
çağrışım zenginliği açısından benim için iyi bir seçenek. Sadece portre değil
eşya hikâyelerini de seviyorum, onlar üzerinden bir anlatı kurmak beni her
zaman heyecanlandırmıştır. Aslında, anlatacağım duyguyu en iyi kurgu ve
anlatıcı kişi hangisi olabilir düşüncesi; portre, eşya, durum vb. hikâyelerine
yönlendiriyor beni. Müteahhit, Fenomen ve Ölünün Yeri, dediğiniz gibi portre
öyküler olarak adlandırılabilir.
Kişisel yazı hayatım ve
Ölünün Yeri hakkında kendimi anlatma fırsatı bulduğum bu konuşma için size,
şahsınızda Mahalle Mektebi Dergisi’nin okur-yazar dostlarına teşekkür ederim.
ibrahim eyibilir
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder