28 Aralık 2017 Perşembe

Fotoğraf Hikayesi Eksi Bir
(Bir yıldan fazla oldu. İnanmak bu kadar uzun sürdü demek ki... Henüz yazılmadı hikayesi... Alta eklenecek daha güzel bir fotoğrafla ikisinin arasında yaşananları yazmak... kısmet... Şimdilik yazısız bir hikaye gibi dursun burada, kanamaya devam ederek... )
Beyhude Denemeler 7: Hacabi Ne İş?!
Kelimelere takıntılı biriyim sanırım. Öykü, hikaye ve bacı bu takıntının sonucu olarak bu bloggda yazı konusu olmuştu daha önce. Şimdi "iş" kelimesi kapıyı tıklattı. Etimolojik bir yaklaşım değil benimki, daha çok yüklenilen anlam ve kullanıldığı yer beni rahatsız eden. İlk rahatsız olduğum kullanım, kaşarlanmış dizi oyuncusunun erken final yapmış dizi sonrası uykulu gözlerle katıldığı magazin programında ağzını yaya "... iyi bir "iş" ti başka güzel "iş"lerde devam edeceğiz..." demesi ile bi tuhaf oldum. Burada kelime ağır bir para kokusu yayıyordu. Sözüm ona bu kişilere oyuncu(!) bazen de -yanlışlıkla olsa gerek- sanatçı(!) deniyordu. Sanatçı ve eser ilişkisini anlatmak; bu bakışa bu düşünüşe mümkün mü? Sanmam. Bu kaşarlanmış dizi oyuncusunu geçelim ya da "önümüzdeki maçlara bakacağız artık" yeni moda şark kurnazlığını da geçelim amma ve lakin aynı "iş" kelimesini edebi eser (hikaye, şiir, deneme vs) için kullanan, "önümüzdeki maçlara bakacağız artık" tuhaflığıyla başka güzel işlerde buluşmak üzere diye temennide bulunan edebi/yat/çı(!) ya ne demeli?!... Herhalde, Hacabi ne iş? Tezgah dönüyor mu? Denebilir mesala... :)

23 Aralık 2017 Cumartesi

FOTOĞRAF HİKAYESİ 30: Umut
Bolgga yazmayalı uzun zaman oldu. Fotoğraf Hikayesi yazmayalı daha uzun zaman oldu. Aslında yazmayı düşündüğüm bir beyhude denemem  de var. Bizim orada kullanılan bir deyim var, elim ermedi diye. Yazmaya fırsatım olmadı anlamında kullandım. Yukarıdaki fotoğrafı, devamlı gittiğim bir park var orada çektim. Parkın müdavimlerinden oldum diyebilirim. Kulağını kesen ressamın (http://www.bicaps.net/vincentten-sevgilerle-loving-vincent-2017-turkce-altyazili-1080p-full-hd-izle/) filmini izlerken bi replik dikkatimi çekmişti; bir insan nasıl çaresiz ve yalnız kalmış ki vahşi bir kargayla yakınlık kurmaya çalışıyor...  Bu mealde bir şeydi. Ben de ağaçlarla konuşmaya başladım iyi mi ? Gerçi Van Gogh kadar cesur ve çaresiz değilim ama parktaki mavi ladinle konuşmasam kendimi eksik hissediyorum. Hatta mavi ladin "1948" adlı hikayeme girecek kadar benden bir parça oldu. Bu fotoğrafta Mavi ladin yok ama yazı dünyamın vaz geçilmez sembollerinden biri olan gül var. Fotoğrafın tamamı bu değil tabii, gülün sesi daha iyi duyulsun diye kırpma düzeltme yapmam gerekiyordu. Kara kışa karşı kırmızı gülün bahar ve umut şarkısı da koyabilirdim bu fotoğrafın adını. Bazen umut bütün şarkıların özeti sanki. Gülün dili hal dili genede mavi ladin çözebilir belki bülbülün dilini...

17 Ağustos 2017 Perşembe

BEYHUDE DENEMELER 6: siyaset ve edebiyat
Edebiyat, siyaset üstü bir söylem ve eylem ortaya koyamadıkça, siyasetin propaganda bezi olmaktan kurtulamayacaktır. Böyle bir cümle yazıp tivite koymak da vardı. Başka söylemek istediklerim de var. Ne kadar beyhude de olsa kendi kuyusuna seslenen Midas gibi içimdekileri söyleyip rahatlamak istiyorum. Midas'ı boş verip Yunus gibi, söylesem öldürürler söylemesem öldüm diyerek belki beyhudeliğin tozunu alabiliriz.
Yirmi yıl kadar önce; toy bir yazar adayı olarak çok değer verdiğim bir yazar büyüğümün yanındaydım. Milletvekili olmaktan bahsedince (ne haddime ise) hemen atladım, nasıl olur bir edebiyatçının milletvekilliğini düşünmesi gibi bir tepki verdim. Düşüncemi ifade biçimi toy ve ukala idi ancak bu gün de aynı şekilde düşünüyorum. Gözümde siyaset edebiyata göre kerih bir alan. Edebiyat; siyasete ve siyasilere yol gösteren bir bilge ifadenin adı olmalı ki böyle olduğu kadim zamanlara da tarih şahit. Feraset, günümüz söyleyişiyle öngörü ve sezgi, şair ve yazarda daha gelişmiştir ya da gerçek sanatçıda durum böyledir. Fuzuli gibi Yunus gibi yüzlerce yıl sonrasına seslenebilen sezgi, kendisini günün heyulasına kurban eder mi? Günümüzde bu sezgi ve öngörünün yokluğu siyaseti edebiyatın üstüne çıkarmıştır. Bunun da ağır sonuçları ve bedelleri oldu tabii...
Oğuz Atay'ın Demir yolu Hikayecileri'nde olduğu  gibi yazdıklarını satmak için trenin yolunu gözleyen gündelikçi yazıcılar türedi. Bindikleri her tren (köy derneği, belediye, festival, ısmarlama ödül törenleri, kadrolu jürilerle yapılan yarışmalar, ambalajı açılmadan ne i düğü belirsiz  ambarlarda bekleyen tiraj şişirmeye yarayan ağaç parçaları vs vs) onları bir başka postalın dibine indirdi, sandılar ki başka bir istasyon. Hal böyle olunca malum masaların tuzlukları olmasalar da kenar süsü bir bibloya döndüler. O kenardan kendilerinin oturması gereken yere oturan Ajda Pekkan, Hülya Avşar, İbrahim Tatlıses gibi büyük sanatçıları seyretmek zorunda kaldılar. 
Bilenler bilir, benim için Sezai Karakoç Kutup Yıldızı gibidir. Aynı zamanda bir parti başkanıdır. Sezai Karakoç'un partisini siyasetin içinde bir parti gibi gören bana göre Sezai Karakoç'u hiç anlamamıştır. Tek başına duruşuyla, sezişiyle, öngörüsüyle bu zamana Yunus'un Fuzuli'nin kokusunu taşıyan adam bana göre. Bazı düşüncelerine katılmamakla beraber bu ismin yanına İsmet Özel'i de eklemek kadirşinaslığın gereği diye düşünüyorum.
İş bu beyhude sözleri niye ettim: Başta söylediğim gibi tivit alemine bir kaç cümle salıp geçebilirdim. Hiç kimseye değil kendime bir not bırakmak için yazdım. Siyaset üstü bir söylem geliştiremezsek; yazar ve şairlerimiz propagandaya kurban gitmiş zavallı holiganlar olmaktan öteye gidemeyecekler maalesef. Sosyal medyada bu tespitleri doğrulayacak o kadar çok örnek var ki...
ibrahim eyibilir

27 Mayıs 2017 Cumartesi

                 Beyhude Denemeler 5: Ramazana dair... (geçen yıl ramazan ayında Yedi İklim Dergisi'nde yayınlanan bir deneme. hayırlı ramazanlar niyetine... i.e)                                         



Eskimeyen Eski Ramazanlar
“Gökyüzü gibi bir şey bu çocukluk, nereye gitsen gitmiyor.”  Edip Cansever
Gökyüzüne baktığında yerinde olmadığını görsen, kendini sekizinci katın balkonundan sarkan, tekini kaybetmiş bebek patiğine bakarken bulsan? İşte o zaman patiğin hikâyesinde göğünü ararsın. Gitmelerin şarkısına tutunursun ki bilirsin faturalara tutturulmuş raptiyeler gibi iğretidir şarkıların. Önceden sıkıcı, banal bulduğun sorulardan bir yanık kokusu yükselir, şaşırırsın... Mesela " Ahh nerede o eski Ramazanlar!" tanıdık bir gökyüzünü çağırır gözlerine, burnun sızlar, bir ahh da sen eklersin. Kimseye anlatmak istemezsin onlar da anlamak istemeyecektir zaten... Kabul edersin orta yaşı geçtiğini, Ramazan’ın her mevsimde ayrı gelişini hatırlarsın; tek kanallı televizyonlarda Karagöz Hacivat, cami avlusunda lokum şerbet vardır. Henüz iftarın vaktini, teravihin sayısını şaşırtmayı dine hizmet sanan hocalar icat olmamıştır. Kalbimizle gelmişizdir, aklımız başımıza geldiğinde, şaşırmamıştır inandıklarımıza.
İkindi vakti kokudan bir kervan kalkar sokaklardan; fırından yükselen pide kokusuna, Ayşe Teyze'nin pişirdiği yayla çorbasından kekik, nane, yarpuz kokusu katılır. Akşama misafir bekleyen Elif Hala, erkenden eritmeye başlamıştır tereyağını, koku kervanı bir olup üstüne gelir. Yutkunursun. En fakir evden en zenginine kadar tüm sofralar bir ziyafettir. Ramazan’ın bir yılın her mevsimini gezdiğini görmüşsen, üstünde dolaşan gök gibi çocukluk mevsimindekine takılır kalırsın. Oysa şimdi sofra daha zengindir, ziyafetler oteller boyu, gene de bir şey eksiktir. Şaşırırsın. İftar vakti suya koşuşların, tulumbadan içtiğin soğuk suyun tadı yoktur ısmarlama şilelerde. Her şeyde bir naylon, plastik tadı damağına vurur. Şimdi her şey parmakların ucundadır; komşu Raziye Abla'nın kapısını çalmaktan daha kolaydır Afrika da bir fukaraya ulaşmak. Paramız çok ya! Sahurunu Selimiye'de yaptığımız orucun iftarını Süleymaniye'de açarız. Akıllı telefonumuzun entır tuşu yeter vicdanımızın mutmain olmasına. Bağışımızı yapmışız büyükleri de "alolamışız" iyi ama ağzımızdan gitmeyen bu plastik tat ne?
Bizim zamanımız diye baktığın fotoğraftır belki ilk yanıldığın yer. Sonrasında kirlenmeye başlayan gökyüzü, ufku kaplayan karabulutlar büyüyüp yaşlandığını ya da kirlendiğini kendine söyleyemeyişindir. Seninle kirlenen ne varsa tesellin olur. Olgunlaşırsın ve anlarsın çocuk saflığının samimiyeti gelmeyecektir. Eski diye andığın ne varsa eskimeyen o gelmeyendir.

Şimdinin eskimeyen Ramazanlarını yaşayanlarına bakınca fark edersin; bunlar da eskidiklerini unutup eski Ramazanlar sayıklarlar mı diye iç geçirirsin. Ekranlara bıraktıkları izlerin peşine düşerler belki çocukluklarının kokusu sinmiştir diye. Önce kendine anlatırsın samimiyet adlı kumaşı eskitmemen gerektiğini. Sonra küçük meleklerin ellerine koyarsın serçe ürkekliği sinmiş eskimeyen vaktin güzelliğini. Avucunu açtığında, sabah babaannesine sattığı orucun karşılığını ya da nane kokulu bir şeker bulur. Yıllar sonra hala tebessümle anılır düşler konar ikindi vakti iftarı bekleyen çocukların gözlerinin saçaklarına. Gözlerine bakınca senin göğüne kanat çırpan turnalar görürsün, sözün biter, susarsın.



5 Mart 2017 Pazar

beyhude denemeler 4: deve
- sen şimdi onu bunu bıraktın devenin derdine mi düştün?
- seni görünce develerden de vazgeçtim...
- nereye bakıyorsun öyle
- göğe
- kuşlar bana yetiyor...

7 Şubat 2017 Salı

Beyhude Denemeler 3
Sitem:
unuttun, keşke vursaydın...
İnsanlar da dökülürmüş insandan tıpkı yapraklar gibi bildim... Adını koyamadığım mevsimler omzuma tünedi, harabe cümleler geçiyor uzaktan göç vakti zahir...

6 Ocak 2017 Cuma

FOTOĞRAF HİKAYESİ 29 : AKİF İNAN
(geçen yıl ocak ayında Yedi İklim dergisi olarak Akif İnan özel sayısı hazırlamıştık. Üstadı yeniden rahmetle anarken o sayıda yer alan yazıyı ilginize sunuyorum. i.e)


Babamın Gazali
Yeni aya karşı dua ederdi
Ağlardı kesilen zeytin dalına
Ağlardı evliya kıssalarına
Saksıda taşırdı kışın baharı

Korkuyu sevinci yayan gözleri
Kitaba gözlüktü derin gözleri
Anamın en kutsal barınağıydı
Esli alfabeyi candan severdi

Toprağa dosttu ölüme hazır
Taşırdı soyunu gövdesi gibi
Bir destan büyüttü namustan aşktan
Midenin harama düşmanlığından
Mehmet Akif İnan
Her kurban bayramında yeniden inerdi kurban İsmail’e. Yüzüme bakar, saçımı okşar, camii kürsüsünde imamın gözyaşlarıyla anlattığı kıssayı yinelerdi. İmam gibi olmasa da kendi samimiyetiyle söyler, bıçak İsmail’in boğazına dayanınca görüp görebileceğim en samimi gözyaşlarıyla ağlardı. “Ağlardı kesilen zeytin dalına/ Ağlardı evliya kıssalarına” çevrede yatır, tekke ne varsa bakımına kendini vazifeli bilir, hepsine koşardı. Asıl rengi hâki olduğu sezilen o solgun gocuğun yakaları kalkar, tipinin kar izleri saçlarını dolaşır hoyrat... Gocuğun altında bir kabartı "Saksıda taşırdı kışın baharı" kıştan bahara yeşil bir selam saklardı. Taze fidan, yetişkin ağaç olana dek haberi olmazdı kimsenin. Bir bahar; selamı gelirdi,  Issız bir dağ yolunun kenarına, kimsesiz mezar başına diktiği yeşilin.
 Sağ'a Sol'a savrulmuş dayılarıma çekeceğimi hisseder, korkardı. " Korkuyu sevinci yayan gözleri" elimde - kırmızı- kitapları görünce farklı bir ürperti yaydı. Bildiği bir savrulma değildi bu, sonunda hapisten işkenceden başka bir yol vardı. Cu’lu ci’li yaftalar giydirirlerdi üstüme, biliyordu. Gözlerime bakar, gözlüklerimi bahane eder, uykularıma gönderirdi beni. Oysa uykulardan önce beni o kitaplara gönderen onun gözleriydi “Kitaba gözlüktü o derin gözleri” köy odasında hangi bayram öncesi hangi kandil hatırlamasam da her aşır okuyuşumdan sonra hatrımdan çıkmayan yaşlı gözleri değil mi beni bu sayfalara süren… “Korkuyu sevinci yayan gözleri”ne bu ürpertiyi konduramamıştım. Ben ne yaparsam sevmeye, benimle gurur duymaya hazır anam; öyle değildi. “Anamın en kutsal barınağıydı” benim okuyup yazmam. “Esli alfabeyi candan severdi ”okuldaki en iyi okuyanın kendisi olduğunu anlatır, yazdıklarımı ilk o okurdu. Anam anlatmayı sever, ben onu dinlemeyi. Onun gibi bir anlatıcı olamayacağımı fark ettiğimden sanırım bu yazma çabam. Hikâyemin anlatıcısı anam kahramanı babam olunca hikâyenin aile hikâyesi olması beklenirdi. Babam kıssaları getirirdi önüme anam ayrılıkları, cümlelerim o yüzden hüzne kardı zahir…
Babam bahçelere kuyular açardı. Artıcancı derdi o kendine, okulda öğrendim artezyen kuyusu açtığını. Beni de götürürdü bazen; suya ulaşana kadar kazılır, suyu suyla çağırırdı yere. Su bahçeye gelince tüm  yorgunluk biterdi. Saçından paçasına kadar milli çamura belenmiş olsa da su gelince gülerdi. Ter ve toprak kokardı " Toprağa dosttu ölüme hazır" Babama ben anlattım kuyuyu ve güzelini. O Yakup oldu,  beni koklayıp ağladı. Su kanallarının kenarında dinlenirken, komşunun ağacından düşen elmayı alma demeden önce sadece tadını hissettiği için yedi yıl kapıya hizmeker ( hizmetkâr) olan dervişin menkıbesini anlatırdı. Elma akar gider önümden su kalırdı elimde. Sonra ateşten bahsederdi mideleri dolduran ateşten, korkardım.
" Bir destan büyüttün namustan aşktan " bir ben bilirdim içinde uyuttuğu efeyi. Elinde mavzeri ateş almamış, tetiğin ucunda gözleri ölüm kokan bir adam. Ateş almayan tetikten ötürü bir ömür sahibine şükreden… Tetiğin ucundaki adamın helallik isteyişi, bitmeyen tesellisiydi. Namustan ve aşktan bir destanı var, aramızda sır...
Dede ve babayız şimdi. Buluşmalarımızda, önümüzde yürüyen baba ve oğlun izine basıyoruz. Toprağa yürüyüşlerimiz sessiz, “Dede !” ünlemesi kıssaların toplamı, gözlerinde o bildik yaş, anlıyorum bıçak İsmail’in boynuna dayanmış. “Midenin harama düşmanlığından”  yazdığı destanı sıvazlıyor torunun saçlarına. Ben ona bakıp güzel adamları, güzel atları düşünüyorum. Ben çocuk o gençken açtığı kuyulardan gelen güzele, gömlekler biçiyorum. “Bir destan büyüttü namustan aşktan /Midenin harama düşmanlığından” mısralarını giyinmiş bayramlık gömlek gibi. Elimden tutup, İsmail’e götürür mü beni Yakup diye iç geçiriyor içimdeki çocuk…
İbrahim EYİBİLİR






 FOTOĞRAF HİKAYESİ 35 (yedi iklimde ve bir ortak kitap çalışmasında yayınlanan yazı i.e) 1984’TE ZORBA VE DİL             Bin dokuz yüz do...