1 Nisan 2019 Pazartesi

BEYHUDE DENEMELER 14 : Beyhude mi konuşmalarımız ?
Sevgili dost vefalı yazar Selvigül Şahin Hanım' la gerçekleştirdiğimiz konuşma altta. Kendisine yeniden teşekkür ederim.
Not: Konuşmanın içinde ustanın hikayesine gönderme  yaparken bir karışıklık olduğunun farkındayım. Hatalarım benim düzeltmek içimde kalsın burada yayınlanmış haliyle alıyorum...




                       İBRAHİM EYİBİLİR İLE ÖLÜNÜN YERİ KİTABINI KONUŞTUK

1.      İbrahim Bey, ikinci öykü kitabınız bir süre önce MGV yayınları tarafından yayımlanarak okurla buluştu. Öncelikle hayırlı olsun efendim. Kuşakdaş olmamız hasebiyle uzun yıllardır tanışıyoruz. Sizin öykülerinizi toplu halde okuyunca özenle, demlenerek adeta ilmek ilmek dokunarak, derinlikli bir dil ve usta kurgularla kozanızı ördüğünüze şahidiz. İlk olarak şunu sormak istiyorum, sakin, duru ve demlenmiş zamanlardan gelen bir yazar olarak yazının sizdeki, hayatınızdaki karşılığını bize nasıl yorumlarsınız, okuyucularımıza neler söylersiniz bu konuda?
Sait Faik Abasıyanık’ın Hişt hikâyesini bilirisiniz. Sonunda kalemi öpüp başına koyar, “Yazmasam çıldıracaktım…” diyerek. İlk okuduğumda bu ifade bana fazla artistik gelmişti. Zamanla anladım ki usta yazmasa çıldırırdı elbet, iyi ki yazmış. Yazmak; verilmiş bir hediye, ödenmesi miras bir borç, aklıma, kalbime bir bakışlık ayna, sırlarımı içine düşürdüğüm kuyu…

2.      Kitabınızı açtığımızda ilk sayfada bize selam veren, şiirsel kısa anlatımla açıklanmış, üç kelime, üç imge bulunmakta. Söz, Yazar, Musa; bu üç kelimenin sizdeki karşılığını ki; kitabınızın ilk sayfasına almakla ne kadar sizin için manidar olduğunu anlıyoruz bize açabilir misiniz?
Hz. Musa’nın Hızır’la yaptığı yolculuk, insanın hayatla yaptığı yolculuk gibi geliyor bana. Başı hayret sonu hayranlık olan bir yolculuk, hayretin ve hayranlığın arasına giren acı, tatlı, sevgi, nefret, ayrılık, kavuşma gibi insani haller. İnsanın halleri hikâyenin kendisi, bu iki kelime arasına giren bazılarını ben “Ölünün Yeri”nde yazmaya çalıştım. 
Kendimi tanıma, tanımlama gayreti, giriş, ilk söz, ön söz yerine düşünülebilir. Yazının yazgıdaki yerine bir şükür bir şahitlendirme kaydı diyebiliriz. Kısa hikâyeyi hep kıs(s)a hikâye olarak düşünmüşümdür. Şiirin kenarında gezdiğinden ötürü de o uçuruma düşmesinden hep korkmuşumdur. Bu kitapta o uçurumun kenarında gezen örnekler var. Kitaba da ilk üçüyle başlansın istedim.
Sosyal medya diye adlandırdığımız mecra her şeyi etkilediği gibi doğrudan ya da dolaylı bir şekilde edebiyatı da etkiledi. Kısa metinlerle uzun ve derin anlatım etkisi ortaya koymak modern zamanların yeni gözdesi. Her kısa anlatı aynı etki gücüne sahip değil tabii ciddi bir birikim ve ustalık isteyen bir alan. Okurunu seçen cümleler bunlar, ya vurur ya da vurulur. Benim kısa (küçürek, minimal vs) hikâyelerim okurla yeni buluştu ne oldukları ya da olmadıkları zamanla ortaya çıkacaktır diye düşünüyorum.
3.      Geleneğin ilhamıyla, şiirlere, türkülere, menkıbelere ve İlahi Olana yaslı bir dille yazıyorsunuz. “Fakirdik fakir olmasına da bu bir ağıt bir acı olmadı hayatımızda, gönül bolluğu idi her yanımız. Eşyaya bağlılığımız bu kadar çok olmadığından belki.”(Mülteci sf: 21) “Toprağa yürüyüşlerimiz sessiz, “Dede!” ünlemesi kıssaların toplamı, gözlerinde o bildik yaş, anlıyorum bıçak İsmail’in boynuna dayanmış.”(Babamın Gazali sf:19) Mezkûr alıntılardan da anlaşılacağı üzere eşyaya, hakikate bakışınız metinlerinizin satır aralarında okunuyor. Böyle bir anlatımı ve duyarlılığı öykücülüğünüzle nasıl içselleştiriyorsunuz, yazarken kaygılarınız nelerdir bu konuda bize neler söylersiniz?
Tarkovsky, Mühürlenmiş Zaman’da dört mısralık bir (Japon şiiri olmalı sanırım) şiiri alıntılayarak oradaki görsel ifade gücüne dikkat çeker.  Kim bilir? Yunus’u tanısa, ne bileyim tarlada çalışan ırgatların toplu söylediği türküleri duysa hayranlığı daha da artardı diye düşünüyorum. ( Belki de tanımıştır, bilmiyorum) Gelenek; içinde yukarıda belirttiğim gibi müthiş bir anlatım dehası barındırmakla birlikte, değiştirip dönüştürme ve benzetme potansiyeli de barındırmakta. Ben, türkülerden hala Türkçe öğrenmeye çalışan kekeme bir çocuk tedirginliğiyle, peşinden koşuyorum. Koşarken şiire, menkıbeye ve geleneğin enginliğine dayanmak, tedirginliğimi gideriyor. Güne bakarken geçmişin demini almak ve geleceğe dair fısıltılar barındıran cümleler kurmak, asıl hikâye burada belki de…
Benzer bir soruya verdiğim bir cevabı burada da yinelemenin yerinde olacağını düşünüyorum. Bu ekran çağı; Yusuf’un kuyusunu cebine koyduğu, duvarına astığı, insanlarla arasına koyduğu bir çağ. Ruhumuz yaralarla dolu, ben kendime merhem olur diye cümleler kuruyorum. Okurda da karşılık bulmasını umarak yayınlıyorum. Belki yaramız aynı olan biri çıkar da yarasına merhem olur umudundayım. 

4.      “ Şair, milletin sözcüsü, yorumcusu ve gerekirse yol gösterenidir. Şair, milletinin kalbidir. Atan nabzı, çarpan yüreğidir” diyor Üstat Sezai Karakoç, ‘Edebiyat Yazıları’ kitabında şairler için. Sizin şiirsel, imgesel zenginliği de yüklenmiş özenli bir diliniz var. Yazmaya şiirle mi başladınız diye sorsam ve Üstadın şaire yüklediği bu sorumlu duruşu bir sanatkâr olarak size yöneltsem bize neler söylersiniz, nasıl yorumlarsınız?
Yazı; verilmiş bir hediye, ödenmesi gereken bir borç derken kastettiğim, Üstadın çerçevesini çizdiği sorumluluktur. Şiirle mi başladınız sorusuna şiirle başlamayan var mı? Demek geliyor içimden. Şiir; dilin zirvesi, hepimiz orayı zorladık sanırım. Sorunuzdaki “duruş” vurgusu önemli, bundan yaşama biçimi ve tercihi anlıyorum. Sanat daha kişisel sanki… Duruş eğreti olunca eserde “sır”rın dökülmesi kaçınılmaz oluyor. Oysa eser, sanatçıdan bağımsız değerlendirilmeli diye düşünüyorum.  Duruşundan haberdar olmadığımız yabancı bir şair yazar vs eserine bakarken gösterilen yalınlık bu coğrafyada ne Necip Fazıl’a ne de Nazım Hikmet’e gösterilir. (isimler sembolik, yerlerine farklı isimler koymak da mümkün.)
Hikâyemde şiirsel lirik bir dil kullandığım, başka konuşmalarda da dile getirildi. Yazdığım kurgusal bir metin ancak imkânları yönüyle şiire yaklaşması mümkün. Temel özelliklerini yitirmemek kaydıyla ifade gücünün metne, zenginlik ve derinlik katmak açısından iyi olacağını düşünüyorum. Bunu yapıp yapamadığım, yayınlanmış metinler ile okur arasında…
5.       “Bütünüyle bozulmamış her insanda bulunan onur ve utanma duygusunun ve onura verilen yüksek değerin kökü ve kökeni şuradadır: İnsan, kendi başına çok az şey yapabilir. Tek başına olduğunda bir Robinson’dur; ancak, başkalarıyla topluluk içinde bir şeydir ve çok şey yapabilir” diyor Arthur Schopenhauer ‘Aforizmalar’ kitabında. Siz yazı yolculuğunuzda beraber olduğunuz, birlikte yol aldığınız muhiti önemsiyor musunuz, bu konuda bize neler söylersiniz?
Zannediyorum benimle yapılan her konuşmada (ki bana sorulmasa da) buna değiniyorum. Sorunuz vesilesiyle yeniden söylemekten mutlu olacağım. İlk soruda belirttiğiniz gibi aynı kuşakta yer alıyoruz. Doksan beşten beri belli aralıklarla Yedi İklim ‘de hikâyelerim yayınlanıyor. Bir önceki soruda geçen “duruş”a en sahih örnek ne derseniz, Yedi İklim derim. Tabii ki Yedi İklim derken dergiyi bir okula bir dergâha dönüştüren, otuz yıla yakındır bu heyecanı taze tutan Ali Haydar Haksal hocamı belirttiğim anlaşılmıştır sanırım. Böyle bir çevrede yer almak bana çok şey katmıştır. Geleceğe kalacak birkaç cümle kurmuşsam ya da kuracaksam bu bulunduğum muhitin etkisiyledir.    
6.      ‘Müteahhid’, ‘Fenomen’ gibi öykülerin modern zamanlara ve tüketim toplumuna dair eleştirel bir bakış açısıyla ironik bir yaklaşımla yazılmış öyküler olduğunu gözlemliyoruz. Sizce yaşanan tüketim çılgınlığı ve her türlü dağılmayı, dumura uğramayı yaşayan modern insan yazıyı, sanatı, edebiyatı da tüketiyor mu? Ve yine devamında sorsam, yaşadığımız günlerde yazının serüveni, yazarın yolculuğu sizce nasıl gidiyor bu konuda okuyucularımıza neler söylersiniz?
Her şeyi tüketen insan çağında okuyan değil tüketen okur olmaz mı?  Gişe rekorları kıran fantastik filmlerin hikâyelerini aynen alıp isimleri değiştirerek yazdıklarını, sosyal medya aracılığıyla (pr çalışması, Fenomen ’de var…) pazarlayan, ergenlerin fuarlarda önünde çift sıra kuyruk olduğu, tezgâhtarların tüketime sunduğu metaları tüketen bir okur tipi de var maalesef.  Belki hep vardı, şimdilerde çok görünür oldular…  Kapital bir mantıkla oluşturulan arz-talep pazarında, ağaç israfına üzülmekten öte yapabilecek pek bir şey kalmıyor. Has okura has eser üretmek gayreti sahih olan, sonrası gayya kuyusu
7.      ‘Ayakkabı ’öykünüzde temsili, sembolik, kapalı bir anlatım ve dil kullanıyorsunuz, öykülerin bütününde genel olarak kapalı, imgesel yoğunluğu yüksek, kolay anlaşılmayan kurguyla yazılmış öyküleriniz mevcut. Bunu bile isteye mi yapıyorsunuz, sizin okurlarınız seçkin, zora talip okurlar mı, daha sarih ve sade, açık bir anlatımla da yazmayı düşünür müsünüz?
Açık yazdığım hikâyeler de var, mesela Ölünün Yeri… Kapalı ya da sembolik anlatım; anlattığım ya da anlatmak istediğim duyguyu, olayı, tipi vs en iyi anlatabileceğimi düşündüğüm yöntemi deniyorum. “Acı Kahve” bir aşk hikâyesi, onu şiirsel lirik bir anlatımla aktarabileceğimi düşündüm.  “Ayakkabı” ise tamamen sembolik bir hikâye; bunu açmak isterim, ilk sorunuzda yer alan kısa hikâye “Musa” ile başlayan kitap, Kuranı Kerim’de Hz Musa’nın kıssasının anlatıldığı ayetle başlayan “Ayakkabı” hikâyesiyle bitmektedir. Hz. Musa’nın bilge kişi (Hz. Hızır) ile yaptığı yolculuk; insanın hayat yolculuğuna, yazarın okur, okurun yazar yolculuğuna benzediğini düşündüm. Kişisel yolculuğumun bu yolculukla olan iz düşümlerinin kaydı o hikâyede. Arada bir kendime “Sabır ya Musa” dediğim çoktur.  Mantıku’t tayr’dan Mesnevi’ye geleneğin kadim anlatısıdır sembolik anlatım. Bu zamanda nasıl oluru deniyorum diyebilirim.
Ölünün Yeri'nde en belirgin olarak "ayakkabı" adlı hikâyede Hz, Musa ve Hızır’ın yolculuğunu anlatan ayetler alıntılandı. Biliyorsunuz, Kuranın nerdeyse yarısı kıssslardan oluşur. Bu yöntem, bizim medeniyetimizin kodlarını oluşturan tasavvuf düşüncesine de ilham olmuştur. İbret almak, görünmeyeni görünür kılmak, bilginin kalıcı olmasını sağlamak vb, amaçlarla kıssalar anlatıla gelmiştir. Hikâyemi bu kadim kaynaktan beslemek oraya dayamak istiyorum.
Kapalı anlaşılmayan şeyler yazdığımı söyleyen, düşünenlere ne cevap verebilirim bilmiyorum. Bizde derdi çok aşikâr etmek edebe aykırı görülür belki ondandır. Bu naif ifade yetersiz farkındayım, roman konusunu hikâyede anlatma, okuru metne katma isteği, yazarda başlayıp metinde devam eden ama okurda bitmeyen bir kurguya ulaşma gibi beklentiler bazı hikâyelerimde anlaşılmayı zorlaştırıyor sanırım.

8.      Son olarak son dönemde edebi kamuda öykü adeta yükselişe geçmiş gibi görünüyor. Sizin bu konuda görüşleriniz nelerdir, yazılanlara nitelik ve nicelik açısından baktığımızda okuyucularımıza neler söylersiniz?
Fuarlara ve belediye etkinliklerine bakarak böyle bir yükselişten söz etmek mümkündür. Bana göre nicelik olarak yükseliş niteliğe yansımıyor sanki. Aslında bu yükseliş hakkında şimdiden bir şey söylemek erken, zaman; neyin kalıp neyin gideceğini gösterecek en iyi hoca. Benim tespitim kişisel bakış, bir hikâyeci olarak bu türün öne çıkmasından son derece memnunum.
Bu bağlamda söylenecek çok şey olmakla birlikte söylememeyi tercih ediyorum. Sebep; Cahit Zarifoğlu üstadın Ali Haydar Haksal hocama yazdığı bir mektup var biliyorsun. Ne zaman böyle bir konu açılsa o mektup aklıma geliyor, susuyorum. Üstat orada özetle, edebiyat dünyasının dedikodusundan uzak durmayı iyi, güzel ve doğru olanı almayı öğütler. Ben bunu iyi, güzel ve doğru metinler ortaya koymak olarak anlıyorum. İyi, güzel ve doğru bir eser ortaya koymak dışındaki her çaba gözümde çok beyhude…
9.      Bize vakit ayırdığınız için teşekkürlerimizi sunuyoruz, böylesine değerli iki öykü kitabından sonra haklı olarak yeni çalışmalar bekliyoruz acaba tezgâhta neler var?
Bana kendimi ifade etme fırsatı verdiğiniz için teşekkür ederim. Kısa hikâyelerden oluşan üçüncü bir kitap dosyası yine bir uzun hikâyeden oluşan (belki karakter yönüyle romanı andıran) başka bir kitap dosyası var. Kitapların da kaderi vardır mı diyordu kadim söz? Bana düşen, kalemi öpüp yazmaya çalışmak. Eyvallah…
Selvigül Kandoğmuş Şahin


FOTOĞRAF HİKAYESİ 33: Ahlat Ağacı
Mart Yedi İkliminde yayınlanan "Ahlat Ağacı ya da Anadolu Ağacı" adlı değininin tamamı aşağıda. Bundan sonra 1984 distopyası  hakkında biryazı düşünüyorum, kısmet...


"Ahlat Ağacı" ya da Anadolu Ağacı
Bu bir sinema eleştiri yazısı değildir diye başlamak yazının sorumluluğundan kaçmak gibi algılanabilir diye düşünüyorum. Ortanın üstünde iyi bir sinema izleyicisiyim ancak bir film kritiği yapacak yetkinliğe de sahip değilim. Daha önce (2015-Mayıs) Yedi İklim’ de “Taşrada Bir Yerli: Ahmet Uluçay” adlı bir yazı kaleme aldım. O yazı; bir kitaptan yola çıkarak herkese ilham verecek hayatı, okura işaret etmekti. Bu yazı da benzer duygulardan yola çıkılarak kaleme alınıyor.
Geçtiğimiz haziran ayında gösterime giren, yönetmenliğini Nuri Bilge Ceylan’ın yaptığı Ahlat Ağacı, bir çok yönüyle kayda değer bir sanat olayıdır. Filmin hem adı hem de kahramanları, bir kitap ve yazarı etrafında şekillenmektedir, bu yönüyle de bir edebiyat dergisine konu olması gerektiğini düşünüyorum. Salonlarda gösterilmesinin üzerinden altı ay geçmiş bir film hakkında sinema dergileri, ilgili televizyon programları her yönüyle eleştiri, değerlendirme programları yaptıkları düşünülebilir. Siz de sosyal medya aracılığıyla bunların birçoğuna ulaşabilirsiniz. Bir edebiyatsever, bir hikâyeci olarak bana dokunan, değinilmediğini düşündüğüm yönlerini vurgulamak istiyorum.
Daha çok seyirciye ulaşıp para kazanmayı amaçlayan (endüstriyel sinema) bir film gibi kendisini doksan dakika ile yüz yirmi dakika arasına sıkıştırmamış bir film; tam olarak üç saat sekiz dakika… Bir film için oldukça uzun olduğunu düşünüyorsunuz, bu düşünce filmi izledikten sonra tamamen değişiyor. Bu değişim, filmi sanat yapan önemli özelliklerden biri; zira filmden sonra sizde birçok değişiklik yapıyor. İlk yaptığı değişiklik, bu sürenin daha da uzatılabileceğidir.
Roman tadı veren bu görsel şölenin her karesinin böyle özel olmasında, aynı zamanda iyi bir fotoğrafçı olan yönetmen Nuri Bilge Ceylan ve onunla dördüncü filmini yapan görüntü yönetmeni Gökhan Tiryaki’nin birbirini çok iyi anlayan uyumunun etkisi var. Bu görsel şölende her izleyici kendine ait bir görüntü bulabilir. Beni bulan görüntü; Sinan Karasu karakterinin ilçedeki kum tüccarından destek istemeye gittiği sahnede içime düştü. Üniversite yılları; bir edebiyat dergisi çıkarmanın sancısıyla kıvranırken o yıllarda çıkan “kitap-lık” dergisi bana müthiş bir fikir verdi. Bir bankanın desteğini alarak çıkıyordu. Bir başka banka kaliteli yayıncılık yapıyordu. Pekâlâ, ben de bu düşünceden yola çıkarak destek isteyebilirdim. Arkadaşımdan ödünç aldığım takım elbiseyle iki dirhem bir çekirdek kendimi bu İslami(!) görünümlü bankanın yatırım danışmanın odasına attım. Sonradan beni bir firma temsilcisi falan sandığını anladım. Benden önceki müşterisiyle görüşmesini keserek beni gayet saygılı bir şekilde biraz bekleteceğini ifade eden yüzü, neredeyse yalvarıyordu. Benim yüzümde yirmi iki yaşın saflığı, ergenlik karışmış, dünyayı kurtaran adam olmasa da yazılarıyla edebiyat dünyasını kurtaracak yazarın, lütfedilmiş ısmarlama tebessümü, bacak bacak üstüne atıp elim çenemde görüşmenin bitmesini lütfen bekliyorum. Bana sıra geldiğinde bazı bankaların kültür sanat dünyasına verdiği katkıdan bahisle yukarıda bahsettiğim dergi ve yayınları örnek verdim. Sözü çıkarmak istediğim dergiye getirmeye çalışırken, adamın konuşmanın başından sonuna doğru yüzündeki ifade değişikliği tam dokuz Oscarlıktı. Tıpkı Sinan Karasu karşısında kum tüccarının tüm aşağılık kompleksini dökmesi gibi... "bizim" hikâyemizin üstünden geçiyordu. Benzer bir bozgunu ilçenin belediye başkanı karşısında da yaşıyor yazarımız. "Ahlat Ağacı" nı bir şekilde bastırıyor Sinan, nasıl kısmının cevabını filme bırakarak yakalandığım ( yakalandığımız) kareye geri döneyim. Bizim taşramızda benzeri mahcubiyetlerin onlarcası yaşanırken adamın biri bunu en yalın haliyle dünyaya, hayranlık uyandıracak bir şekilde anlatması; alkışlanmayı, anlaşılmayı hakketmesi bir yana sanatın hangi türünde olursa olsun yerli kalarak nasıl evrensel olunur konulu bir ders niteliğinde.
Benim ders niteliği demem tabii ki kişisel bir bakış: Film geçmişinde sekiz seçkin film bırakan Nuri Bilge Ceylan'ın ödülsüz filmi "Ahlat Ağacı" (umarım Oscar alır...) hakkında çok farklı eleştiriler okumak mümkün. Bir kitabı isim ve konu olarak seçmesi, akışın bir roman tadında ilerlemesi, kurgu ve katekterler hakkında okur-izleyiciye bazı ip uçları vermeyi zorunlu kılıyor. Doğulu ve batılı izleyici farklı yönleriyle etkileyen "kuyu" imgesiyle başlayan filmde; üniversiteyi bitirip kasabasına dönen Sinan Karasu, işsizdir ve bastırmayı hayal ettiği (deneme olduğunu düşündüğümüz) bir kitabı vardır. Agresif, ukala ve hırçın bir karakterdir. Sinan’ın babası İdris Karasu; emekliliğine az kalmış sınıf öğretmeni, at yarışına olan ilgisi sebebiyle hem parasını hem de itibarını kaybetmiş görünmektedir. Bu bakış dışarıdan insanların ona bakarak düşündükleridir. İdris, bu düşüncelerin hiç birine aldırmaz, bir an önce emekli olup köydeki bahçede kuyudan su çıkarmayı ve hayvancılık yapmayı hayal etmektedir. Nuri Bilge Ceylan’ın diğer filmlerinde de eleştiri konusu olan kadın karakterlerin edilgen ve entelektüel olarak yetersiz olmaları bu filminde de ortaya çıktığı söylenebilir. Evin hanımı ve kızı bu anlamda daha geride duruyorlar. Filmin asıl kahramanı baba rolündeki İdris’tir dense yeridir. Babalar ve oğullarına dair yerli bir anlatım cümlesi, bu filmi özetlemese de hakkında bir fikir verebilir.
Türkiye’nin Tarkovsky’si, Cannes Film Festivali’nin bol ödüllü yönetmeni, fotoğrafçı vb birçok tanımlamayı üzerinde toplayan Nuri Bilge Ceylan, Ahlat Ağacı’nda, önceki filmlerinde olduğu gibi Rus Edebiyatı’ndan direkt alıntılar yapmakta, tablo tadında görüntüler sunmakta ancak bu filmde diğer filmlerinden farklı olarak hikaye hepsinin önünde yer almaktadır. Kuyuda başlayan film, kuyuda seyircinin suratına bir tokat gibi inen “gerçek” bir sonla bitiyor. Bu çoklu son, filmden sonra okur-izleyicinin içinde başlayan yeni filmlerin habercisi oluyor.
Hafız dedenin torunu Sinan’ın, imamlarla geçen diyaloğunun olduğu sahne, taşranın meşhur yazarı ile aralarında geçen tartışma ve filmin tamamına yayılan baba-oğul çatışması, üzerine çokça konuşulup yazılacak bölümler. İlgilisi için yeni ufuklar açacak, ilham verecek güzel bir hikâye, yeniden kurulup yeniden bozulan yeniden yazılan bir hikâye…     


18 Ocak 2019 Cuma

BEYHUDE DENEMELER 13 : Hıyar


Arabada -kızlar  itiraz etse de- hep Trt Türkü açık oluyor. Dün öğleden sonra araba lazım oldu, radyo çalışmaya başlayınca aşinası olduğum bir türküyü beklerken bir konuşmanın ortasına düştüm. Dedim herhalde kızlar gene ibreyle oynadı. Kontrol ettiğimde gördüm ki oynamamışlar. Programın ortası olduğu için ne sunucunun ne de programın adını öğrenebildim. Doğru bilinen ama aslında farklı olan yanlış türkü sözlerine değiniyordu:

Aşağıdan gelir hozalı gelin / topla fistanın toz olur gelin

türküsünün nasıl yanlış söylendiğini belgeledi. Şöyle ki hoza: kabarmak, kubarmak, havalı, cakalı gelmek hoz almak anlamlarına (yine süslü kadın başlığı anlamı da var) geliyordu ayrıca dörtlüğünün kafiye mantığına "hozalır gelin/ toz olur gelin" daha uygundu. Buraya kadar hayranlık ve şaşkınlıkla dinlendiğim program sonrasında benim için ilginç bir hal aldı. "ölünün yeri" adlı kitabımda "yaş" adlı bir hikaye var. O hikayede mekan sirkeci olarak geçse de aslında fonda Diyarbakır geçmektedir. Çok sevdiğim bir Diyarbakır türküsü çalınır içinde.

"Bahçada yeşil çınar
Boyun boyuma uyar
Ben seni gizli sevdim
Bilmedim alem duyar"

Bu türkünün radyoda çalma süresi de hikaye zamanını oluşturuyordu. Sunucunun kendimizi de eleştirmeliyiz diye başladığı tespit; yazı dünyamızı da bir dönem şekillendiren tuhaf bir zihniyetin Türkçeyi nasıl budadığını gösteriyordu. Trt'de kurulan bir komisyon türkünün içinde geçen "bahçada yeşil hıyar" mısrasındaki "hıyar" sözüne takılmış. Kendilerince kibarlık(!) yaparak "hıyar" sözcüğünün yerine "çınar" sözünü koymuşlar.  "hıyar/uyar" sözcüklerinde geçen zengin kafiyeyi katletmesi bir yana türkünün de canına okumuşlar. Olay, bir türkünün sözlerinin değiştirilmesinden öte kifayetsiz muhteris bir kibarlık budalalığının nelere yol açtığının acı ve tuhaf bir hikayesi. Otuz kırk yıl sonra ortaya çıkan gerçek. Diyarbakırlı sanatçı Celal Güzelses'in yorumundan "bahçada yeşil hıyar" diye başlayan türküyü yeniden haddinden fazla hüzünle dinledim.

Benim için ilginç olan ise kitaba girmiş bir hikayede mısraları yanlış olan bir türkünün olduğunu bilmek, ikinci baskı kısmet olur mu bilmem? Olursa bunu küçük bir notla düzeltmek üstüme kalan vebal oldu.

İki kör koronun tanzimattan beri  kılla, tüyle ve kendilerine ait sözcüklerle sürdürdükleri güya ideolojik (!) kavganın gün yüzüne çıkan yaralarından biri bu sadece. Bir dilin resmi tapusu sözlükler ise fiili tapusu da o dilin ortaya koyduğu eserlerdir. Her dilde olduğu gibi Türkçe de de sokağın bir dili var. Sokak dili var diye sözcüklerini o dile teslim eden bizden başka var mı bilmem? Ne mi demek istiyorum; karı, hıyar, bacı gibi kelimeler sokağın yüklediği anlamlardan ötürü terk edilmiş durumda. Dilin fiili sahibi yazar ve şairler bu ve benzeri sözcüklerin elinden tutup eserlerine hakkıyla koymazsa sokakta kalmaları kaçınılmaz olur. Fikrin fukara olduğu yerlerde sloganların baş tacı olması kaçınılmaz oluyor. Ötekine(!) sloganını nesilden nesile söylesin için çocukların alınlarına ad diye yazılan sloganlar görmedi mi bu ülke! Fikrini ifade edebileceği sözcükleri bile tarafına göre seçip kullanırken düşülen sığlık görülmedi.Belki de bu yüzden Oğuz Atay'ı Ahmet Hamdi Tanpınar'ı yıllar sonra yeniden keşfettik. Üzerine giydiği elbise gibi düşüncesine giydirdiği sözcüklerin de  eskidiğini sanıldı. Ay gibi güneş gibi altında gezdiği gökyüzü gibi hepimize ait bir miras bir emanet gibi görülse belki birbirimizi daha iyi anlayacaktık. Belki o zaman seçtiğimiz sözcüklerden tarafımızı değil kalbizden geçenleri anlayabilirdik.

Argonun, sokak dilinin kendince bir ifade derinliği var. Yeraltı edebiyatında da bir karşılığı var. Ben kurgusal bir metinde karaktere uygunsa kullanılmasından yanayım. ( gerçi "ipsiz sami" adlı hikayede kullanmış olmam kitaba girmesini engelledi ya neyse) "Kibarlık Budalası" bir durumun ve dönemin en iyi ifadesi  desek yeridir.

Sonra Celal Güzeses'ten doğru haliyle yeniden dinledim "bahçada yeşil hıyar " türküsünü. Dinlerken Celal Güzelses Üstadın  komisyon üyelerine o güzel Diyarbakır ağzıyla " Ha gardaş hıyar sebzesinden ne istiirsen? Kibarlık budalalığından kırılacahsan la hırbo hıyarlık etmeyesen avazımıza, türkümüze ilişmeyesen..."  dediğini düşünmeden kendimi alamadım.
https://youtu.be/RyLKb4v5y6s

 FOTOĞRAF HİKAYESİ 35 (yedi iklimde ve bir ortak kitap çalışmasında yayınlanan yazı i.e) 1984’TE ZORBA VE DİL             Bin dokuz yüz do...