“Hikâye” kelimesi varken “öykü” niçin çıkarılır, anlamış değilim. “Hikâye”nin anlatamadığı bir şey oldu da onu mu anlatmakta “öykü”? Tersine, “hikâye”dir kapsamı geniş olan.Türkçe Sözlük, üçü terim olmak üzere “hikâye”nin beş anlamını verir basitinden. Beş de bileşiğini gösterir: hikâye etmek, hikâye bileşik zamanı, uzun hikâye, hayat hikâyesi, yılan hikâyesi. Ki bileşiklerin de ikisi terim, kalanı adeta kalıplaşmış söz. “Öykü”de bunlar yok. “Öykü” tekanlamlıdır ve “edebiyat türü” anlamında terimdir. Ömer Seyfettin’in, Haldun Taner’in, Tomris Uyar’ın yazdıklarıdır. “Öykü” sadece bu anlamıyla “hikâye”nin yerine kullanılabilir. Onda bile her zaman değil. Örneğin “hikâye bileşik zamanı” terimdir, fakat “öykü bileşik zamanı” denilemiyor; “hikâye” ile diğer iki kelime birlikte terimdir çünkü; araya “öykü” girdiğinde birlik bozuluyor. Bozulmayabilir de. “Uzun hikâye”yi “uzun öykü” yaptığımızda anlam değişmesi olmuyor örneğin. Her ikisi de Yalnız Efe için kullanılabilir. Ama “anlatılması vakit alacak olay” anlamında “uzun öykü” kullanılabilir mi? Keza anlatılmak istenmeyen bir konuyu geçiştirmek için kullandığımız kalıp da “uzun öykü” değil “uzun hikâye”dir.
Fakat “öykü” kelimesini sevenler bugüne kadar onda oluşmamış anlamları ona yüklemeyi de pek seviyorlar. “Bu kadar da olmaz, anlattıkları hep öykü!” yahut “Ne olupbitti geldim hepsini babama öykü ettim” gibi cümlelerle karşılaşabilirsiniz, şaşırmayın! Nasıl ki “nur” kelimesini demode bulanlar da, sevdiklerinin ölümleri ardından, “Işık içinde yatsın!” diyorlar. Olmaz böyle şey! Dil ne bir şahsın, ne bir kurumun, ne de şu bu sınıfın! Devletin bile değil. Milletin. Kelimeyi o yapar, deyimi, atasözünü o bulur. Dilbilimciye, dil bilginine bile düşen, milletin diline müdahale etmek değil, milletin konuşma dilinden dilin iç dış yapısını tanı(t)mak, kurallarını çıkarmaktır. Yazar da kaynak olarak konuşma dilini bilir, tarzını oradan alır.
Sahi, “hikâye” varken neden “öykü”? Yoksa dile yerleşmiş, deyimini, tamlamasını yapmış, şarkılara girmiş, hatıra biriktirmiş kelime “hikâye” değil de “öykü” mü? İmkânsız! 1932-35 yılları dilden Arapça, Farsça kelimelerin tasfiye edildiği, gönderilenlerin yerine halk ağzından söz derlendiği, eski metinlerden kelime tarandığı yıllardır, TDK bunları karşılıklı veren kılavuz kitaplar basar, biri de Tarama Dergisi’dir, basım yılı 1934, “hikâye”yi ikame etsin için yirmi iki alternatif vardır içinde: “erteği”, “höçek”, “ötkünç”, “sürkeç” gibi unutulmuş, ölmüş kelimeler; fakat “öykü” yoktur. Türkçe Sözlük’ün 1955’te yapılan ikinci basımında da, 1934’ten sonraki taramalarda rastlanmış olacak, “TD” notuyla “öykünmek” vardır da “öykü” yoktur. Sözlük’e 1974 baskısında girer sanırım, onun tıpkıbasımla çoğaltılmışlarında da haliyle. “Öykü”, “öykücü”, “öyküleme” girer baskıya, “öykünmek” yerindedir; “öykü” için, “ad” ve “ed(ebiyat terimi)” olduğu belirtilmiş, anlamı da sadece “Hikâye” olarak verilmiş. 1988 basımına kadar “öykü” tekanlamlı kelimelerdendir, bu baskıda “ayrıntılarıyla anlatılan olay” anlamı eklenir öykü’ye, “temel anlam” olup birinci sırada yer alır.
Türkçe Sözlük’e öykü’nün girişi 1974’tedir ama Nurullah Ataç ilk olarak 1949 yılında kullanır. Ulus’taki 15 Ocak tarihli yazıda geçer biri: “O günlerde oyunculara bakmakla, oyunun konusunu, öyküsünü şöyle bir anlatmakla yetinirdim.” Kelime burada terim olarak değil de “sahnede olupbiten” anlamında kullanılmış galiba. Zorlanılmış bence. Keşkehikâye kullanılsaydı. Diğer cümlede “edebi tür” anlamında kullanılmış öykü, o daha doğru: “Korkunç öyküler okumayı sever misiniz?” Yaşar Nabi’nin hazırladığı Osmanlıca – Türkçe / Türkçe – Osmanlıca Kılavuz Sözlük’ün 1968’de yapılan ikinci basımı var elimde,öykü orada da yer almış.
İkilinin Cumhuriyet’teki hikâyesi böyle. Öncesinde farklı mı sanki! “Hikâye” 1400 yılında giriyor dile, sülasisi HKY, kök anlamı “anlatma, anlatı”. Peki “öykü”? Onun yazılı kaynaklarda ilk yer alışı 1935’te. “Dil Devrimi” yıllarında Denizli ağzından derlenip “hikâye, kıssa” anlamıyla genel dile aktarılıyor. Eski Türkçede “ötgünç” diye bir kelime var “taklit” anlamında, “öykü” bu kökle ilgili olabilir mi? Mümkün. “Öykünmek” fiili de günümüzde “özenmek, taklit etmek” anlamlarıyla kullanılmakta çünkü –bu paragrafın içeriği bütünüyle Nişanyan’dan.
Görülmekte ki “hikâye” kıdemli. İtibarlı. Okura, yazara hiç problem çıkarmamış. Kullanılışlı. Üç heceli kelimeler hele bir de heceleri açık kapalı dengesinde sıralıysalar sesçe de güzel oluyorlar –“hikâye” onlardan. İyi de mutlu evliliğimiz sürmekte iken “hikâye”nin üstüne “öykü”yü kuma getirir gibi getirmek niye? Meselenin püf noktası işte burası.
Dil Devrimi dedikleri, aslında dil planlamasıdır; sözlük, dilbilgisi, yazım gibi doğrudan kendisi için planlanacağı gibi toplum için de planlanır dil ki dil politikası ile anlatılan da budur: bir çeşit dil mühendisliği. Dilin ne adına politika edildiğine gelince: Cumhuriyetçağdaş ve laik bir toplum/millet –kısaca ulusdevlet-yaratma projesidir. Osmanlı değerlerini hedef alır bu yüzden. Osmanlıyla iç içe geçmiş olan İslam vardır gelenekte;laisizm ve Türklük fikriyle işlenmiş milliyetçilik de Cumhuriyet’in silahıdır. Laisizmin başarısı için Osmanlı hatta İslam öncesi Türk ve Anadolu tarihlerinin öne çıkarılması ve Osmanlıcanın tasfiye edilmesi gerekir. Bu da yeni bir “tarih” ve yeni bir “dil” anlayışı demektir. Yani Kemalist milliyetçilik. Fikri karşılıkları Türk Tarih Tezi ile Güneş-Dil Teorisi, kurumsal adlarıyla da Türk Tarih Kurumu ile Türk Dil Kurumu.
Gözden çıkarılan Arapça, Farsça kelime sayısı ile onları karşılasın diye derlenen, taranan kelime sayısı o 1934 yılında nerelere varmıştır bilir misiniz? İnanılır gibi değil: 7 bine 30 bin. Gidecekler “hikâye” gibi kıymetler, önerilenler “erteği”, “höçek”, “ötkünç”, “sürkeç” benzeri eciş bücüşler.
Dilin kendi kelimeleri arasında anlamdaşlık olmaz; iki ayrı dilin kelimeleri arasında olur, fakat dil böylesini bile taşımakta zorlanır. Hicap duymak-utanmak, hane-ev, terbiye-eğitim Arapça ile Türkçenin kelimeleri arasındaki anlamdaşlığa örnek. Fakat dil bunları bile anlam farklılığı getirerek anlamdaşlıktan çıkarıyor, bunu da kıdemli olana genellikle soyut, mistik anlam yükleyerek yapıyor. “Hane” ile “ev” bir başlarına iken –evet- anlamdaşlar; ama cümlede olmayabilirler: “Bir ev aldım” der gibi “Bir hane aldım” diyemiyorsak bundan.
“Hikâye” ile “öykü”nün anlamdaşlıkları da böyle. Yenişememişler. İkisi de ayakta. İkisi de kullanılıyor. Peki, aralarında anlam ayrışması var mı? Hiç yok. Böyle diyorum ya, dili kelime zannedenlerin de efsane yaratır gibi “öykü”ye cazibe üstüne cazibe yüklediklerini bilmiyor değilim.
“Hikâye” Doğulu imiş. Sözlü geleneğe dayanırmış. Anlatırmış “hikâyeci”. Olay anlatırmış. Hamaset, din, kahramanlık ve aşk öyküleri meddahın ağzından dile nasıl kelime kelime geliyor, ak kâğıda aktarılırken de yine öyle kelime kelime geçiyorsa, küresel çağın hikâyelerini de bu eski dille anlatırmış “hikâyeci”. Sıralı sıralı. “Hikâye” buymuş, bu tarzı benimseyip kullanan da “hikâyeci” imiş.
Ya öykü? Bikere Batılıymış. Yazılı gelenekten gelirmiş. Anlatmazmış “öykücü”; yazar, yazar, yazarmış. Da ne anlattığı sorulduğunda, öyküsünü sesle okumak olurmuş cevabı. Olay değilmiş, özete gelir bir şey değilmiş yazdıkları çünkü. “Öykü” buymuş, “öykücü” tasvir, tahlil, belge, anlam, ders, ibretlik gibi yükler için değil sadece öykü için yazar ve öyküyü asla araçsallaştırmazmış.
Bunlar güzel hikâyeler. Ne ki inandırıcılığı yok. O kadar ki dediklerine kendileri bile inanmamalılar. Ömer Seyfettin “hikâye” anlatıyor, Sait Faik öykü yazıyormuş. Ama Sait’in kendisi bilmiyor öykü yazdığını. Öykü değil “Hikâye Peşinde” koşmaktadır o. Tamam, Ömer Seyfettin klasiktir. Evet, anlatır. Edebiyat, anlatır çünkü. Sait Faik’inki çok farklı elbette. Sait Faik, hissettirir. İmada bulunur. Dolaylı söyler. O da böyle anlatır. Bu benzemezlikten dolayı mı “öykü” imiş onun yazdıkları? İyi de Esendal’ınki de farklı, Tanpınar’inki de… Onların her birine öyleyse hikâyeden, öyküden başka bir ad vermek lazım. Fakat hangi sanat, fakat hangi tür durduğu ilk yerde hâlâ? Fotoğrafın icadıyla resim değişti, sinemayla da roman; ama değişimden sonrakilerin adı yine resim, yine roman. Süreklilik niçin esirgenir “hikâye”den?
Anlamdaşlığın bozulması için diyeceğim ama ısmarlama olmaz ki o. Milletçe paylaşılmadıkça “jargon” olarak kalır. Yeni bir sanat, yeni bir tür doğuyor da ben de Sait Faik gibi farkında mı değilim acaba? Bildiğim, büyük toplumsal, yapısal değişimler ve dönüşümler şart bunun için de. Rönesans’tan önce günlük yok örneğin. Dram yok,deneme yok, roman yok. Ama Rönesans’ın sacayağında düşünce var, gerçeklik var, bireyvar. Yani yeni bir tür için gerekli olan her şey. “Öykü” böyle ortamda mı doğdu? Hayır!
“Öykü”de ısrar o zaman niye? Zannım o ki Cumhuriyet projesinin altı ilkeli Kemalist milliyetçilik olduğunun farkında değil kimileri, belki biliyorlar da satışlarını ilericilik, solculuk, sosyalistlik üzerinden yapıyorlar.
Kelime milliyetçiliğinin Dil Güvenlik Kurulu üyesi müfettişleri vardır, yazıyı okuduklarında, “Dilsel gericiliğiniz biliniyor” diyecek ve soracaklar: “Kapsam, ad, sözlük, kaynak, çağdaş, kurum, anlam, ısmarlamak… projesel sözcüklerse siz niye kullanıyorsunuz?”
Cevabı gayet zor!
Kelimelerle benim alıp veremediğim yok; onların dünyaya getirilişleriyle dertliyim ben, ama helalzade değiller diye düşmanı da olamam kelimenin. O kadar ki kızım olsaydı adını “Öykü” de koyabilirdim.