27 Ağustos 2015 Perşembe


FOTOĞRAF HİKAYELERİ 7
kitabın hikayesi
Ayna imgesini hikayelerinde kullanıp hayatında beceremeyen biriyim. Yıllarca hikayelerim dergi sayfalarında dolaştı. İki kapak arasına alınıp kitap olunca sanki yer yerinden oynayacaktı. Tamam yer yerinden oynamasa da şimdiye kadar birinci baskıyı yapar diye düşünüyordum. İçimde gezdirdiğim aykırı bir kahramanım var, doktor (otopside kullandım) onun benimle dalga geçmesine aldırmadan umudu diri tutmaya çalıştım. Aynaya bakmak sonradan aklıma geldi. Geçenlerde Yedi İklim'in iftarında Suavi Kemal Yazgıç, on beş sene önce yayınladığı ilk kitabın ikinci baskısını daha yeni hazırladığını söyleyince ayaklarım yere değmeye başladı. 


Gazete yazıları, konuşmalar kabul etmeliyim ki beklediğimden çoktu. Ve lakin okurda bir karşılık yokmuş. Sesime ses veren güzel gönül yankıları da buldum. Eeee eksik olan ne ? Neredeyse hepsini tanıyorum diyeceğim bir grup dost tarafından alındı kitabım. Buna bir çok teknik bahane (dağıtım, reklam v.s) bulunabilir. Aynaya bakmayı yeğliyorum; gördüğüm, görülmek bilinmek için daha çok yol var anlaşılan. Asıl yüzleşme şu; yazdıklarım, bilinmeye, bulunmaya, görülmeye değer mi? Bu son soru kendimden şüpheye dair değil tabii... Ama yazmasam da olur dediğim çok zaman oldu.

 Bir de şu kırıldıklarım ve kırdıklarım var. Kırıldıklarım kısmını geçip kırdıklarım konusunda bir iki kelam etsem yeridir. Köydeki komşum bile kendisine niye imzalı kitap getirmediğim konusunda dargın. Akrabalarıma yayıncı değil yazar olduğumu anlatmaya utanır oldum. Yayıncının on kitap dışında bedava kitap vermediğini söylesem inanmazlar bu bi tarafa kitaptan kazandığımla araba falan değiştireceğimi zannedenler var ki onlar ayrı yazı konusu...
"teyzemin radyosu" edebiyat dünyasında bir ilk kitap için gerekli ilgi ve hoş görüyü gördü. Her gelen tepki için sosyal medyada olsun burada olsun, sesime ses veren dostlara teşekkür ettim. Yeniden teşekkür ederim. Ve ey okur senin ses vermen önemli. Ben yazmaya devam ediyorum, edeceğim. Sonrası zamanda yolculuk, kim bilir?...
İbrahim Eyibilir
( linkleri sosyal medyada yayınladım, gene yayınlayayım belki bir iki kişi daha izler-dinler
  https://youtu.be/umjq5DYGEtA

https://youtu.be/QPvxCDL4gj8
https://youtu.be/iuvixxke4Y0  )

26 Ağustos 2015 Çarşamba

seyr fm yedirenk programı

Seyr fm de Recep Kara Bey'in yönetiminde katıldığım "yedirenk" programının kaydı. Bu programa vesile olan sevgili dostum Savaş Kesici'ye, teyzemin radyosu hakkında en uzun radyo programını gerçekleştiren Recep Kara'ya çok teşekkür ederim. Program içeriği; uzun ve sıcak bir röportaj, kitap hakkında bilgi, hikayenin kaynakları nelerdir, örnek olarak "emanet misafir" adlı hikayenin sunumu. İlginize







teyzemin radyosu ie yapılan program linkleri şunlar;
https://youtu.be/QPvxCDL4gj8



https://youtu.be/iuvixxke4Y0

25 Ağustos 2015 Salı

FOTOĞRAF HİKAYELERİ 6
Cemile: Baba, hep gün batımı fotoğrafları çekmişsin...

 On yedi on sekiz yaşlarındaydım ilk fotoğraf makinemi aldığımda. Aslında onun da hikayesi yazılası... Yarıyıl tatilinde gittiğim umreden almıştım. Şu otuz altı poz alanlarından. Kodak, iyi fotoğraflar çektim onunla. İlk yakaladığım ışık; sabah tandır başında katmer yapan ebemin yüzüne vuran ışıktı. Büyük dayım güya saklayacağım diye aldı, şimdi kayıp bir sızı...
 Amatör bir merak benimki, daha ciddi olsa ya yol fotoğrafçısı ya da manzara fotoğrafçısı olurdum. Aslında benden beklenen portre fotoğrafları olur sanırım. İçimden gelmiyor, yüzünde gözümle okuduklarım çoğu kez makineye yansımıyor, belki de ondan.
Aradan yıllar geçti, çocukluğumda bilim kurgu filmlerinde gördüğüm çoğu şey gerçek oldu. Cep telefonu mesela; Mr. Spok bir senin telepatin kaldı diğerleri cebimize girdi. Benim otuz altı pozluk Kodak tarih olsa da yerine dijital canavarlar aldı. Ama insan aynı, ben o zaman da gün doğumuna batımına vurgundum. Otuz altı pozla yakalayamadığımı gb boyutunda yakalamaya çalışıyorum sanırım. Cemile biraz alındı  buna, o yüzden onu çektim gün yerine koyarak...
( Üç fotoğrafta evden; düzenleyicilerle bu hale geldiler. )
İbrahim Eyibilir

FOTOĞRAF HİKAYELERİ 5
hikayenin fotoğrafı: günâşık


Mecaz; tüm sanatların anahtarıdır dersek bilmem abartmış olur muyuz? Hikaye konusunda kuram ya da manifesto içerikli yazıları büyük bir merakla okuduğumu söyleyemem. Olanı tanımlama kategorize etme çabası gibi gelse de aklım diyor ki; bilmeden olmak ne mümkün?  Okuyorum. Bir manifesto yazmak gibi niyetim yok. Eh o kadar laf edecek eser de yok ortada. Tamam yazmayacağım da göstermeyeceğim demedim. Hikayeden ne anlıyorsun? Sorusuna cevap olarak gösterebileceğim fotoğraflardan biri aşağıda. İlk bakışta buğday tarlasında ortaya çıkan üç beş kök ay çiçeği. Mecaz ve imge burada yolumuza çıkıyor. Eğer buğdayın bereket imgesinin çağrısına uyarsak mecaz uçar gider. Oysa buğday tarlasında buğday, aynı şarkıyı söyleyen koronun üyelerinden başka bir şey değil günâşıklar ise o koronun ortasında kendi şarkısını söyleyen "gün"e âşık dervişler gibidir...


Bence sanat da burada başlar. Körebelerin gören gözleriyle âmâ baktığı bu dünyada aynı şarkıların ne kadar sıkıcı olduğunu söyleyebilmektir sanat... Sanatçı en çok da kendi düşüncesine muhalif olabilen değil midir? Kuram, kavram ve manifestoyu her metinde yeniden parçalayıp sorgulamayacak metin neden yazılır ki ?

Fotoğraf; evden, bir önceki yıl günâşık ekilen tarlanın, bu yıl buğday ekilmesine aldırmayan Gün'e âşık bir grup ayçiçeğinin kendi şarkısını söylmesine şahitliğinin hikayesi...
İbrahim Eyibilir



21 Ağustos 2015 Cuma

FOTOĞRAF HİKAYELERİ-4
hikayenin fotoğrafları



Seksenli yıllara kadar "öykü" ve "hikaye" bir edebi türün adı olmaktan çok ideolojik bir tercihin göstergesi olmuştu. Sonrasında Mavera'nın o meşhur sayısıyla beraber "islamcı" diye adlandırılan ( şahsen bu adlandırmalardan hoşlanmıyorum, onaylamıyorum) edebiyatçılar da yazdıklarını "öykü" diye adlandırmaya başladılar. Hatta buna kuramsal temeller de oluşturduğunu düşündüler. Hikaye daha geleneksel,sözlü edebiyatın  kaynaklarını ifade ediyordu, şöyle ki; cenknameler, köroğlu destanları, kerem ile aslı vs. Sanatın temeli hikaye ama öykü başka bir tür ile güya bu yazılı edebiyat kuramsal bir temele oturmuş oldu. Cahit Zarifoğlu Üstadın mektuplarında hikaye derken Üstad Necip Fazıl Kısakürek yazdıklarını hikaye diye adlandırırken sonrasında bu ayrışmanın nedeni hangi edebi gerekçedir düşündürücü?!

Yeni ve modern zamanların bireysel yalnızlıklarını anlatan, anlatıdan farklı olarak yazılı anlatım tekniklerini ( anlatıcı kişi, bilinç akışı vs) kullanan yazılı tür ile köy odalarında anlatılan-aktarılanların birbirinden ayrılması için böyle bir adlandırma-ayrım pek yeterli ve gerçekçi gelmiyor bana.   

Evet kelimelere de eskir hatta kelimeler de ölür. Kelimeler vardır "su" gibi iki bin üç bin yıl yaşar, kelimeler vardır gelir geçer "süspansiyon" gibi. Bir kelimeden geçmek bu kadar kolay mı? mesela hikayeden... Sevdiğim bir hanım yazar "bacı" kelimesine takmıştı. Argoda o kelimeye yüklenilen olumsuz anlamdan cidden rahatsız olmuş. Kendince haklı da biz okurları ondan şunu bekliyorduk "bacı" kelimesini Anadolu'da kullanıldığı şekliyle anne kadar aziz kullanmasını ve yaşatmasını...




Etimolojik (köken bilim) olarak da makul bir temeli olmayan  kelimeyle yazdıklarımı adlandırmak istemem. Kıssa, menkıbe, efsane, cenkname... gibi köke dayanan hikaye, başkalarını bilmem, benim yazdıklarımı ifade etmek için yeterli. 
Aslında bu konu daha derin ve detaylı olarak işlenmesi gerekir. Bundan sonraki fotoğraf hikayesi; hikayenin fotoğrafı: Günâşık'ta bu konuya biraz daha devam edeceğim.
Hikayenin fotoğrafı ya da fotoğraftaki hikaye; akıp giden hayattan bir an koparma diyebiliriz. Kışa hazırlanan kurutulmuş biber, nane, çoban döşeği denen bir ot. çatıdan sarkan yazın sonunu hatırlatan asma yaprakları. Sonrasında okuyucu ve yazarın çağrışım dezinde devam eden kurgu...
Not: öykü,eylem, devrim,cihat, toprak, tunç gibi isimleri hayatlarının en değerli varlıklarına evlatlarına vererek bu yöndeki tercihlerini gösteren insanlara gerçekten saygı duyuyorum. 
İbrahim Eyibilir

(Buraya Necati Mert ustanın konuyla ilgili bir yazısını ekliyorum. Düşüncelerimi desteklediği için değil bana düşünmeyi ilham eden değerli kalemlerden olduğu için. Bir de konuyu daha yetkin bir kalemden okuyun istedim. i.e)

HİKÂYE DE , ÖYKÜ DE Heceöykü, Sayı: 70, Ağustos-Eylül 2015

 


“Hikâye” kelimesi varken “öykü” niçin çıkarılır, anlamış değilim. “Hikâye”nin anlatamadığı bir şey oldu da onu mu anlatmakta “öykü”? Tersine, “hikâye”dir kapsamı geniş olan.Türkçe Sözlük, üçü terim olmak üzere “hikâye”nin beş anlamını verir basitinden. Beş de bileşiğini gösterir: hikâye etmek, hikâye bileşik zamanı, uzun hikâye, hayat hikâyesi, yılan hikâyesi. Ki bileşiklerin de ikisi terim, kalanı adeta kalıplaşmış söz. “Öykü”de bunlar yok. “Öykü” tekanlamlıdır ve “edebiyat türü” anlamında terimdir. Ömer Seyfettin’in, Haldun Taner’in, Tomris Uyar’ın yazdıklarıdır. “Öykü” sadece bu anlamıyla “hikâye”nin yerine kullanılabilir. Onda bile her zaman değil. Örneğin “hikâye bileşik zamanı” terimdir, fakat “öykü bileşik zamanı” denilemiyor; “hikâye” ile diğer iki kelime birlikte terimdir çünkü; araya “öykü” girdiğinde birlik bozuluyor. Bozulmayabilir de. “Uzun hikâye”yi “uzun öykü” yaptığımızda anlam değişmesi olmuyor örneğin. Her ikisi de Yalnız Efe için kullanılabilir. Ama “anlatılması vakit alacak olay” anlamında “uzun öykü” kullanılabilir mi? Keza anlatılmak istenmeyen bir konuyu geçiştirmek için kullandığımız kalıp da “uzun öykü” değil “uzun hikâye”dir.
Fakat “öykü” kelimesini sevenler bugüne kadar onda oluşmamış anlamları ona yüklemeyi de pek seviyorlar. “Bu kadar da olmaz, anlattıkları hep öykü!” yahut “Ne olupbitti geldim hepsini babama öykü ettim” gibi cümlelerle karşılaşabilirsiniz, şaşırmayın! Nasıl ki “nur” kelimesini demode bulanlar da, sevdiklerinin ölümleri ardından, “Işık içinde yatsın!” diyorlar. Olmaz böyle şey! Dil ne bir şahsın, ne bir kurumun, ne de şu bu sınıfın! Devletin bile değil. Milletin. Kelimeyi o yapar, deyimi, atasözünü o bulur. Dilbilimciye, dil bilginine bile düşen, milletin diline müdahale etmek değil, milletin konuşma dilinden dilin iç dış yapısını tanı(t)mak, kurallarını çıkarmaktır. Yazar da kaynak olarak konuşma dilini bilir, tarzını oradan alır.
Sahi, “hikâye” varken neden “öykü”? Yoksa dile yerleşmiş, deyimini, tamlamasını yapmış, şarkılara girmiş, hatıra biriktirmiş kelime “hikâye” değil de “öykü” mü? İmkânsız! 1932-35 yılları dilden Arapça, Farsça kelimelerin tasfiye edildiği, gönderilenlerin yerine halk ağzından söz derlendiği, eski metinlerden kelime tarandığı yıllardır, TDK bunları karşılıklı veren kılavuz kitaplar basar, biri de Tarama Dergisi’dir, basım yılı 1934, “hikâye”yi ikame etsin için yirmi iki alternatif vardır içinde: “erteği”, “höçek”, “ötkünç”, “sürkeç”  gibi unutulmuş, ölmüş kelimeler; fakat “öykü” yoktur. Türkçe Sözlük’ün 1955’te yapılan ikinci basımında da, 1934’ten sonraki taramalarda rastlanmış olacak, “TD” notuyla “öykünmek” vardır da “öykü” yoktur. Sözlük’e 1974 baskısında girer sanırım, onun tıpkıbasımla çoğaltılmışlarında da haliyle. “Öykü”, “öykücü”, “öyküleme” girer baskıya, “öykünmek” yerindedir; “öykü” için, “ad” ve “ed(ebiyat terimi)” olduğu belirtilmiş, anlamı da sadece “Hikâye” olarak verilmiş. 1988 basımına kadar “öykü” tekanlamlı kelimelerdendir, bu baskıda “ayrıntılarıyla anlatılan olay” anlamı eklenir öykü’ye, “temel anlam” olup birinci sırada yer alır.  
Türkçe Sözlük’e öykü’nün girişi 1974’tedir ama Nurullah Ataç ilk olarak 1949 yılında kullanır. Ulus’taki 15 Ocak tarihli yazıda geçer biri: “O günlerde oyunculara bakmakla, oyunun konusunu, öyküsünü şöyle bir anlatmakla yetinirdim.” Kelime burada terim olarak değil de “sahnede olupbiten” anlamında kullanılmış galiba. Zorlanılmış bence. Keşkehikâye kullanılsaydı. Diğer cümlede “edebi tür” anlamında kullanılmış öykü, o daha doğru: “Korkunç öyküler okumayı sever misiniz?” Yaşar Nabi’nin hazırladığı Osmanlıca – Türkçe / Türkçe – Osmanlıca Kılavuz Sözlük’ün 1968’de yapılan ikinci basımı var elimde,öykü orada da yer almış.
İkilinin Cumhuriyet’teki hikâyesi böyle. Öncesinde farklı mı sanki! “Hikâye” 1400 yılında giriyor dile, sülasisi HKY, kök anlamı “anlatma, anlatı”. Peki “öykü”? Onun yazılı kaynaklarda ilk yer alışı 1935’te. “Dil Devrimi” yıllarında Denizli ağzından derlenip “hikâye, kıssa” anlamıyla genel dile aktarılıyor. Eski Türkçede “ötgünç” diye bir kelime var “taklit” anlamında, “öykü” bu kökle ilgili olabilir mi? Mümkün. “Öykünmek” fiili de günümüzde “özenmek, taklit etmek” anlamlarıyla kullanılmakta çünkü –bu paragrafın içeriği bütünüyle Nişanyan’dan.
Görülmekte ki “hikâye” kıdemli. İtibarlı. Okura, yazara hiç problem çıkarmamış. Kullanılışlı. Üç heceli kelimeler hele bir de heceleri açık kapalı dengesinde sıralıysalar sesçe de güzel oluyorlar –“hikâye” onlardan. İyi de mutlu evliliğimiz sürmekte iken “hikâye”nin üstüne “öykü”yü kuma getirir gibi getirmek niye? Meselenin püf noktası işte burası.
Dil Devrimi dedikleri, aslında dil planlamasıdır; sözlük, dilbilgisi, yazım gibi doğrudan kendisi için planlanacağı gibi toplum için de planlanır dil ki dil politikası ile anlatılan da budur: bir çeşit dil mühendisliği. Dilin ne adına politika edildiğine gelince: Cumhuriyetçağdaş ve laik bir toplum/millet –kısaca ulusdevlet-yaratma projesidir.  Osmanlı değerlerini hedef alır bu yüzden. Osmanlıyla iç içe geçmiş olan İslam vardır gelenekte;laisizm ve Türklük fikriyle işlenmiş milliyetçilik de Cumhuriyet’in silahıdır. Laisizmin başarısı için Osmanlı hatta İslam öncesi Türk ve Anadolu tarihlerinin öne çıkarılması ve Osmanlıcanın tasfiye edilmesi gerekir. Bu da yeni bir “tarih” ve yeni bir “dil” anlayışı demektir. Yani Kemalist milliyetçilik. Fikri karşılıkları Türk Tarih Tezi ile Güneş-Dil Teorisi, kurumsal adlarıyla da Türk Tarih Kurumu ile Türk Dil Kurumu.
Gözden çıkarılan Arapça, Farsça kelime sayısı ile onları karşılasın diye derlenen, taranan kelime sayısı o 1934 yılında nerelere varmıştır bilir misiniz? İnanılır gibi değil: 7 bine 30 bin. Gidecekler “hikâye” gibi kıymetler, önerilenler “erteği”, “höçek”, “ötkünç”, “sürkeç” benzeri eciş bücüşler.  
Dilin kendi kelimeleri arasında anlamdaşlık olmaz; iki ayrı dilin kelimeleri arasında olur, fakat dil böylesini bile taşımakta zorlanır. Hicap duymak-utanmak, hane-ev, terbiye-eğitim Arapça ile Türkçenin kelimeleri arasındaki anlamdaşlığa örnek. Fakat dil bunları bile anlam farklılığı getirerek anlamdaşlıktan çıkarıyor, bunu da kıdemli olana genellikle soyut, mistik anlam yükleyerek yapıyor. “Hane” ile “ev” bir başlarına iken –evet- anlamdaşlar; ama cümlede olmayabilirler: “Bir ev aldım” der gibi “Bir hane aldım” diyemiyorsak bundan.
“Hikâye” ile “öykü”nün anlamdaşlıkları da böyle. Yenişememişler. İkisi de ayakta. İkisi de kullanılıyor. Peki, aralarında anlam ayrışması var mı? Hiç yok. Böyle diyorum ya, dili kelime zannedenlerin de efsane yaratır gibi “öykü”ye cazibe üstüne cazibe yüklediklerini bilmiyor değilim.
“Hikâye” Doğulu imiş. Sözlü geleneğe dayanırmış. Anlatırmış “hikâyeci”. Olay anlatırmış. Hamaset, din, kahramanlık ve aşk öyküleri meddahın ağzından dile nasıl kelime kelime geliyor, ak kâğıda aktarılırken de yine öyle kelime kelime geçiyorsa, küresel çağın hikâyelerini de bu eski dille anlatırmış “hikâyeci”. Sıralı sıralı. “Hikâye” buymuş, bu tarzı benimseyip kullanan da “hikâyeci” imiş.
Ya öykü? Bikere Batılıymış. Yazılı gelenekten gelirmiş. Anlatmazmış “öykücü”; yazar, yazar, yazarmış. Da ne anlattığı sorulduğunda, öyküsünü sesle okumak olurmuş cevabı. Olay değilmiş, özete gelir bir şey değilmiş yazdıkları çünkü. “Öykü” buymuş, “öykücü” tasvir, tahlil, belge, anlam, ders, ibretlik gibi yükler için değil sadece öykü için yazar ve öyküyü asla araçsallaştırmazmış.
Bunlar güzel hikâyeler. Ne ki inandırıcılığı yok. O kadar ki dediklerine kendileri bile inanmamalılar. Ömer Seyfettin “hikâye” anlatıyor, Sait Faik öykü yazıyormuş.  Ama Sait’in kendisi bilmiyor öykü yazdığını. Öykü değil “Hikâye Peşinde” koşmaktadır o. Tamam, Ömer Seyfettin klasiktir. Evet, anlatır. Edebiyat, anlatır çünkü. Sait Faik’inki çok farklı elbette. Sait Faik, hissettirir. İmada bulunur. Dolaylı söyler. O da böyle anlatır. Bu benzemezlikten dolayı mı “öykü” imiş onun yazdıkları? İyi de Esendal’ınki de farklı, Tanpınar’inki de… Onların her birine öyleyse hikâyeden,  öyküden başka bir ad vermek lazım. Fakat hangi sanat, fakat hangi tür durduğu ilk yerde hâlâ? Fotoğrafın icadıyla resim değişti, sinemayla da roman; ama değişimden sonrakilerin adı yine resim, yine roman. Süreklilik niçin esirgenir “hikâye”den?
Anlamdaşlığın bozulması için diyeceğim ama ısmarlama olmaz ki o. Milletçe paylaşılmadıkça “jargon” olarak kalır. Yeni bir sanat, yeni bir tür doğuyor da ben de Sait Faik gibi farkında mı değilim acaba? Bildiğim, büyük toplumsal, yapısal değişimler ve dönüşümler şart bunun için de. Rönesans’tan önce günlük yok örneğin. Dram yok,deneme yok, roman yok. Ama Rönesans’ın sacayağında düşünce var, gerçeklik var, bireyvar. Yani yeni bir tür için gerekli olan her şey. “Öykü” böyle ortamda mı doğdu? Hayır!
“Öykü”de ısrar o zaman niye? Zannım o ki Cumhuriyet projesinin altı ilkeli Kemalist milliyetçilik olduğunun farkında değil kimileri, belki biliyorlar da satışlarını ilericilik, solculuk, sosyalistlik üzerinden yapıyorlar.
Kelime milliyetçiliğinin Dil Güvenlik Kurulu üyesi müfettişleri vardır, yazıyı okuduklarında, “Dilsel gericiliğiniz biliniyor” diyecek ve soracaklar: “Kapsam, ad, sözlük, kaynak, çağdaş, kurum, anlam, ısmarlamak… projesel sözcüklerse siz niye kullanıyorsunuz?”
Cevabı gayet zor!
Kelimelerle benim alıp veremediğim yok; onların dünyaya getirilişleriyle dertliyim ben, ama helalzade değiller diye düşmanı da olamam kelimenin. O kadar ki kızım olsaydı adını “Öykü” de koyabilirdim.

18 Ağustos 2015 Salı

FOTOĞRAF HİKAYELERİ 3
"yâ hû!"


Bu meshepsiz, sünnetsiz mankurt sürüsü bizi bir felakete sürüklemeden bir şeyler yapmalı. Yeniden bu medeniyetin kodlarına dönülmeli; yeniden Yunus, Mevlana, yeniden Karacaoğlan, Emrah sedire gelmeli. Uydurulmuş dine saldırdığını sanarak bir sapkınlığı bir fitneyi yayan bu zihniyet durdurulmalı...
ibrahim Eyibilir

FOTOĞRAF HİKAYELERİ 2;
bozkır







Bozkır, ne zaman kızıl kırmızı bir yangın yerine dönse turncu  hüzzam başlar içimde. Anızları çıtırdata çıtırdata yaklaşan bir çocuğun ayak sesleri fotoğrafta görülmeyen, sahibince duyulan...
İbrahim Eyibilir

16 Ağustos 2015 Pazar

FOTOĞRAF HİKAYELERİ 1
mavi çaydanlık,
 Eşya yaşanmışlıkla imgeye dönüyor bence. Bazıları için sıradan, porselen bir çaydanlık; benim kuşağımın çocukluğunda geven dikeninde çay pişirilen bir çoban çaydanlığı ilk akla gelen. En unutulmayanı ise çaya sinen bitmez muhabbet, her bardakta çoğalan samimiyet.
Dağ başında geven dikeninde pişen çay, ovaya inince post modern zamanlara uyuyor. Köhne bir kasa, otantik olmaya çalışan bir tüp, mor şekerlik, herkes kendi havasında. Yorgunluk dindiren bir molada sessiz sevinç...

Sosyal medyada fotoğrafları "evden" notuyla yayınlıyorum. benim için "ev" içinden çocukluğun geçtiği yerdir.

 Düzenleyicilerle fotoğrafları iyileştirmek mümkün...
5 mp bir cep telefonu kamerasıyla çekildi.
Bundan sonrasında bu tür teknik bilgiler yazmayacağım. Fotoğrafın fotoğraf makinesiyle çekildiğini düşünmüyorum. Fotoğrafla ilgili düşüncelerimi bundan sonraki hikayelere ekleyeceğim. 
İbrahim Eyibilir 

 FOTOĞRAF HİKAYESİ 35 (yedi iklimde ve bir ortak kitap çalışmasında yayınlanan yazı i.e) 1984’TE ZORBA VE DİL             Bin dokuz yüz do...