26 Aralık 2018 Çarşamba

FOTOĞRAF HİKAYESİ 32: Mahalle Mektebinde bir kaç ay önce "ölünün yeri" hakkında bir konuşmam yayınlandı. Bu konuşma "ölünün yeri" hakkında yapılan ilk konuşma, bu sebeple benim için çok değerli. Bu vesileyle konuşmayı gerçekleştiren Abdullah Harmancı Beye çok teşekkür ederim. Mahalle Mektebi'nin okur ve yazar dostlarıyla çıktığı bu edebi yolcuğun uzun ve verimli olmasını dilerim. şimdiye kadar internet ortamında bir linki yok ama anladığım kadarıyla derginin sitesi peyder pey bu konuşmaları yayınlıyor. Bu tür mecralarda yer aldığında linkini de eklerim. Aşağıda bu konuşma yer almakta, iyi okumalar dilerim.








1.      İbrahim Bey, tarihe kayıt düşmek maksadıyla, öncelikle sizden “Ölünün Yeri” kitabınıza kadar olan yazı, edebiyat hayatınızı dinlemek isteriz.
Ortaokul üçte,  3/A’nın sesi diye bir sınıf gazetesi çıkarmıştım. İçeriğin neredeyse tamamını ben hazırlıyordum. Yazıdan daha fazla çizgiye meraklıydım. Her yazı ve şiirin kenarına desen çizmeyi unutmazdım. Lise bire geldiğimde Edebiyat Hocam Hüseyin Söylemez Bey kompozisyonlarımı görünce, beni yüreklendirdi. Asıl hikâyeye yönelmem ise yine aynı hocamın açtığı Hikâye ve Şiir yarışmasında derece almam oldu. Hikâyemin daha iyi olduğu yönündeki yönlendirmesine sonraları ben de inandım. “Zakkum” adlı bu ilk hikâyeden sonra okumalarımı nitelikli yapmaya karar verdim. Okul kütüphanesinde bulduğum Sezai Karakoç’un Taha’sını okumayı denedim. Hiçbir şey anlamadım. Bu Sezai Karakoç’la ilk karşılaşmamdı. Nitelikli okuma arayışım üniversite yıllarına kadar devam etti.   Ne zaman İsmet özel ve Cemil Meriç okudum, Sezai Karakoç’un şiirini anlamaya yaklaştım. Anlatmak istediğim; şiir, beni yazıya götüren en temel etkiydi. Yazdığım tür ile ilgi kuramsal okumalarım daha sonraları oldu. Üniversite yıllarında, kendi okuduğum bölümden çok edebiyat bölümüne gidip geliyordum. Burada şunu belirtmeliyim;  Şaban Sağlık Hocamın ve arkadaşlarının oluşturduğu ortam, yazıyla ilişkimin daha kavi olmasını sağladı. Arkadaşlarımın taşrada dergi çıkarma girişimlerine, yazı ve şiirle destek olmayı sürdürürken yine Şaban Hocamın yönlendirmesiyle Yedi İklim'le tanıştım. Yedi İklim’ de ilk hikâyem Kasım doksan dörtte (ya da beşte) yayınlandı. Yirmi üç yaşında en önemli edebiyat dergilerinden birinde hikâyemin yayınlanması, başımı döndürmedi dersem yalan olur. Yedi iklim'le ve Ali Haydar Haksal Hocamla o gün başladığımız yolculuk bugüne kadar devam etti şükür. İkibinli yıllara kadar aralıklarla yazmaya devam ettim. İki bin iki ve iki bin beş arasında kaleme elim gitmedi. Benimle yola çıkan arkadaşlarımın kitapları çıkarken, ben sessizliğe gömüldüm. Çocukça bir saflık ya da kendince ilkeli oluş diyebileceğim bir iki sebebi paylaşayım. Birincisi; üste para vererek kitap bastırmayacağım deyip kenara çekilmek, bu safça olanıydı galiba. Cami avlusuna kitaplarını bırakan Cahit Zarifoğlu gibi bir şair örneği varken bana ne oluyordu da kenara çekiliyordum? İkincisi belki de daha etkili olanı kendimle ilgili hayal kırıklığına uğramış olmam. İki bin altıdan sonra (Teyzemin Radyosu'na aldığım bir hikaye) Emanet Misafir'i yazdım. Aslında bu hikâyede, merak eden okur için yazıya ara verişimin diğer sebepleri de bulunabilir. İkibin on dörde kadar aynı tempoda devam ettim. Bir yıl kadar Yedi İklim'de yayın kurulunda yer aldım. Bu durum üretkenliğimi çok olumlu etkiledi. İki bin on dördün nisanında ilk kitabım Teyzemin Radyosu yayınlandı. İlk kitap için, edebi çevrelerden olumlu tepki aldı diyebilirim. En nitelikli değerlendirme Pr. Dr. Şaban Sağlık Hocamdan geldi. Beş sayfalık tanıtım ve değerlendirme yazısı, hikâyemin dayandığı her şeyi en kapsamlı işaretleyen bir yazı. İkinci kitap Ölünün Yeri, iki bin on yedinin son ayında yayınlandı. Kısaca yazı hayatım hakkında bunları söyleyebilirim. Halen yedi iklim de hikâyelerimi yayınlamaya devam ediyorum.

2.      Yazı hayatınızda dergilerin önemli rolü var. Acaba şimdilerde dergilerin etkisinin azalması veya etkinin dijital alana geçmesi gibi bir durum söz konusu mu? Geçen seneler içerisinde böyle bir değişimden söz edilebilir mi? Dergiler sizin yazı hayatınızda size neler kattı? Bugünkü manzarayı izlemekte zorlanıyor musunuz?
Tipo baskıyı son görenlerden olabilirim. Üniversite yıllarında bahsettiğim o ilk dergi çıkarma girişimlerimizde karşılaşmıştım. Şimdi geldiğimiz yer; bir tuşla sanal fanzinlerin, dergilerin, kişisel blogların, sayfaların yayınlandığını görüyoruz. Sosyal medya diye bir olgunun varlığı inkâr edilemeyeceğine göre etkisi de kaçınılmaz olacaktır. Benim için dergi; öncelikle yazmak, daha güzel yazmak için en önemli sebeptir.  Doğrudan ya da dolaylı olarak eserinizle ilgili geri dönüşler alıyorsunuz. Bu da yol almanızı hızlandırıyor. Bahsettiğiniz dijital etki, nicelik olarak bir artışı gösterse de nitelik olarak aynı artışı gösterdiği söylenemez. Başından isimleri kaldırsan, altındaki şiir, hikâye vs. kime ait olduğu belli olmayan ya da ay kişiye ait olduğu sanılan eserlerin ortaya çıkıyor olması bu dijital çağın olumsuzluğu diye bakıyorum. Olumlu tarafları da vardır ve olacaktır. Benim gözlemleye bildiğim bu şekilde. Bana dergilerin neler kattığına gelirsek; iki kitap yayınladım, bu kitaplarda bir tane bile olsa ortaya güzel eser koyabilmişsem, bunu Yedi İklim gibi bir dergiyle yola devam etmiş olmama borçluyum diyebilirim. 

3.      “Öykü Poetikanız”dan bahsetseniz. Öykülerinizde modern hayata karşı bir direnç geliştirdiğiniz söylenmekte. Siz öyküye nasıl işlevler veya anlamlar yüklemektesiniz?

Yaşadığımız hayat nasıl olursa (modern, post modern vs) olsun eğer içimizdeki “insan”ı öldürüyorsa, sanatçı olarak görevim; insana insanı işaret etmektir diye düşünüyorum. Bu ekran çağı; Yusuf’un kuyusunu cebine koyduğu, duvarına astığı, insanlarla arasına koyduğu bir çağ. Ruhumuz yaralarla dolu, ben kendime merhem olur diye cümleler kuruyorum. Okurda da karşılık bulmasını umarak yayınlıyorum. Belki yaramız aynı olan biri çıkar da yarasına merhem olur umudundayım. 

Tam da buradan hareketle sözü Şaban Sağlık hocanın belirlemesine getirmek istiyorum: Hoca, sizin öykülerinizde ekran çağına itiraz ettiğinizi, değerleri ters yüz eden modernizme başkaldırdığınızı söylüyor. Bu kitapta bu belirlemelerin dışında, daha bireysel ve böylesine bir düşünsel arka plana sahip olmayan öykülerin de bulunduğunu görüyoruz. Bu öykülerde duygusallık, hüzün ön planda ve oldukça etkileyici metinler… Yani öykülerinizde ikinci bir damar daha var… Bunu söylemeye çalışıyorum…

İlk soruda bahsettiğim Şaban sağlık hocamın uzun yazısında Teyzemin Radyosu içinde yer alan hikâyelerin kaynağını ve hedefini akademik bir okumayla okura yansıtmış ve buradan -benim de hoşuma giden- "ekran çağına itiraz eden öyküler..." tespiti çıkıyor. Bu hikaye anlayışımı yansıtıyor. Bir dostumun ifadesiyle "toprak kokan hikayeler" yazmak istiyorum. Ekranların yüzüne bebeklerden daha çok bakıldığı bu zamanda; yeni bir şekilde, yeniden hikâyemizi yazmak, “şimdi yeni şeyler söylemek lazım can cağızım” tembihini unutmadan. Bahsettiğiniz hüzün ve duygusallık; olmasa bunlar yazılmazdı. Bir yara olmasa yazdıklarımız neye yarardı?

4.      Kitabın farklı bölümlerine serpiştirilmiş olan küçürek öyküler var. Küçürek öykü türü hakkında ne düşünüyorsunuz? Kolay ve zor tarafları neler? Sizin yolunuz küçürek öykü ile nasıl kesişti?

Küçürek öykü, kısa hikâye adına ne dersek diyelim, ben Hemingway’in Patikleri diye adlandırıyorum. Yüz kırk karakterlik tivitlerle ülkeler yıkılıp, insanlar harcanırken, edebi ve estetik olarak kelimenin değerini bu yönüyle de ortaya koyma isteği, bu kitapta o kısa hikâyeleri yazdırdı. Hikâye yaz yağmuru ise kısa hikâye, ondan önce çakan şimşek, gürleyen göktür diye düşünüyorum. Şahsen kendimi yeterli görmedim. Her an şiirin uçurumuna düşebilecek tehlikeli bir sınır, yeniden oralarda gezinebilir miyim? Emin değilim.
5.      Kitapta Kur’an’a, Kur’an’daki kıssalara göndermeler var. biz de Muhayyel dergisine modern edebiyatımızla Kur’an metinleri arasındaki ilişkiyi irdeleyen bir dosya yapmıştık. Siz bu konuda ne düşünüyorsunuz? Modern edebiyatımız yeterince yararlanabilmiş midir Kur’an’dan? Yararlanırken estetik veya dini anlamda bazı kazalar ortaya çıkabilir mi?

Ölünün Yeri'nde en belirgin olarak "ayakkabı" adlı hikâyede Hz, Musa ve Hızır’ın yolculuğunu anlatan ayetler alıntılandı. Biliyorsunuz, Kuranın nerdeyse yarısı kıssslardan oluşur. Bu yöntem, bizim medeniyetimizin kodlarını oluşturan tasavvuf düşüncesine de ilham olmuştur. İbret almak, görünmeyeni görünür kılmak, bilginin kalıcı olmasını sağlamak vb, amaçlarla kıssalar anlatıla gelmiştir. Hikayemi bu kadim kaynaktan beslemek oraya dayamak istiyorum.
Sorduğunuz kazalara gelirsek; nargile kafede kankasına kabızlığını ıkınır gibi güya "tanrı" ya seslenen şiir, hikâye vs olduğu söylenen herzeler, bir süre sahiplerini sözde yazar ve şair yapsa da köpükten şeyler bunlar, asıl gelince, sönmeleri kaçınılmaz.

6.      Kitapta benim dikkatimi bir de portrelemeler çekti. Baba portresi. Müteahhit portresi. Sizin öykücülüğünüzün bir özelliği de portreler yaratmak sanki?          
Ölünün Yeri, "babama" ithafıyla başlayan bir kitap. Bu babama bir ithaf olmakla birlikte kitabın ana temasına da bir işaret. Kadim mesele; babalar ve çocuklar, benim de etkilendiğim konulardan. Hemen hemen tüm hikayelerde "baba" figürüyle karşılaşırız. Bununla birlikte duygusal ve fikirsel çatışma da yazının konusu oluyor. Bu bağlamda portre çalışması, hikâyede derinlik ve çağrışım zenginliği açısından benim için iyi bir seçenek. Sadece portre değil eşya hikâyelerini de seviyorum, onlar üzerinden bir anlatı kurmak beni her zaman heyecanlandırmıştır. Aslında, anlatacağım duyguyu en iyi kurgu ve anlatıcı kişi hangisi olabilir düşüncesi; portre, eşya, durum vb. hikâyelerine yönlendiriyor beni. Müteahhit, Fenomen ve Ölünün Yeri, dediğiniz gibi portre öyküler olarak adlandırılabilir.
Kişisel yazı hayatım ve Ölünün Yeri hakkında kendimi anlatma fırsatı bulduğum bu konuşma için size, şahsınızda Mahalle Mektebi Dergisi’nin okur-yazar dostlarına teşekkür ederim.
ibrahim eyibilir


 FOTOĞRAF HİKAYESİ 35 (yedi iklimde ve bir ortak kitap çalışmasında yayınlanan yazı i.e) 1984’TE ZORBA VE DİL             Bin dokuz yüz do...