26 Aralık 2018 Çarşamba

FOTOĞRAF HİKAYESİ 32: Mahalle Mektebinde bir kaç ay önce "ölünün yeri" hakkında bir konuşmam yayınlandı. Bu konuşma "ölünün yeri" hakkında yapılan ilk konuşma, bu sebeple benim için çok değerli. Bu vesileyle konuşmayı gerçekleştiren Abdullah Harmancı Beye çok teşekkür ederim. Mahalle Mektebi'nin okur ve yazar dostlarıyla çıktığı bu edebi yolcuğun uzun ve verimli olmasını dilerim. şimdiye kadar internet ortamında bir linki yok ama anladığım kadarıyla derginin sitesi peyder pey bu konuşmaları yayınlıyor. Bu tür mecralarda yer aldığında linkini de eklerim. Aşağıda bu konuşma yer almakta, iyi okumalar dilerim.








1.      İbrahim Bey, tarihe kayıt düşmek maksadıyla, öncelikle sizden “Ölünün Yeri” kitabınıza kadar olan yazı, edebiyat hayatınızı dinlemek isteriz.
Ortaokul üçte,  3/A’nın sesi diye bir sınıf gazetesi çıkarmıştım. İçeriğin neredeyse tamamını ben hazırlıyordum. Yazıdan daha fazla çizgiye meraklıydım. Her yazı ve şiirin kenarına desen çizmeyi unutmazdım. Lise bire geldiğimde Edebiyat Hocam Hüseyin Söylemez Bey kompozisyonlarımı görünce, beni yüreklendirdi. Asıl hikâyeye yönelmem ise yine aynı hocamın açtığı Hikâye ve Şiir yarışmasında derece almam oldu. Hikâyemin daha iyi olduğu yönündeki yönlendirmesine sonraları ben de inandım. “Zakkum” adlı bu ilk hikâyeden sonra okumalarımı nitelikli yapmaya karar verdim. Okul kütüphanesinde bulduğum Sezai Karakoç’un Taha’sını okumayı denedim. Hiçbir şey anlamadım. Bu Sezai Karakoç’la ilk karşılaşmamdı. Nitelikli okuma arayışım üniversite yıllarına kadar devam etti.   Ne zaman İsmet özel ve Cemil Meriç okudum, Sezai Karakoç’un şiirini anlamaya yaklaştım. Anlatmak istediğim; şiir, beni yazıya götüren en temel etkiydi. Yazdığım tür ile ilgi kuramsal okumalarım daha sonraları oldu. Üniversite yıllarında, kendi okuduğum bölümden çok edebiyat bölümüne gidip geliyordum. Burada şunu belirtmeliyim;  Şaban Sağlık Hocamın ve arkadaşlarının oluşturduğu ortam, yazıyla ilişkimin daha kavi olmasını sağladı. Arkadaşlarımın taşrada dergi çıkarma girişimlerine, yazı ve şiirle destek olmayı sürdürürken yine Şaban Hocamın yönlendirmesiyle Yedi İklim'le tanıştım. Yedi İklim’ de ilk hikâyem Kasım doksan dörtte (ya da beşte) yayınlandı. Yirmi üç yaşında en önemli edebiyat dergilerinden birinde hikâyemin yayınlanması, başımı döndürmedi dersem yalan olur. Yedi iklim'le ve Ali Haydar Haksal Hocamla o gün başladığımız yolculuk bugüne kadar devam etti şükür. İkibinli yıllara kadar aralıklarla yazmaya devam ettim. İki bin iki ve iki bin beş arasında kaleme elim gitmedi. Benimle yola çıkan arkadaşlarımın kitapları çıkarken, ben sessizliğe gömüldüm. Çocukça bir saflık ya da kendince ilkeli oluş diyebileceğim bir iki sebebi paylaşayım. Birincisi; üste para vererek kitap bastırmayacağım deyip kenara çekilmek, bu safça olanıydı galiba. Cami avlusuna kitaplarını bırakan Cahit Zarifoğlu gibi bir şair örneği varken bana ne oluyordu da kenara çekiliyordum? İkincisi belki de daha etkili olanı kendimle ilgili hayal kırıklığına uğramış olmam. İki bin altıdan sonra (Teyzemin Radyosu'na aldığım bir hikaye) Emanet Misafir'i yazdım. Aslında bu hikâyede, merak eden okur için yazıya ara verişimin diğer sebepleri de bulunabilir. İkibin on dörde kadar aynı tempoda devam ettim. Bir yıl kadar Yedi İklim'de yayın kurulunda yer aldım. Bu durum üretkenliğimi çok olumlu etkiledi. İki bin on dördün nisanında ilk kitabım Teyzemin Radyosu yayınlandı. İlk kitap için, edebi çevrelerden olumlu tepki aldı diyebilirim. En nitelikli değerlendirme Pr. Dr. Şaban Sağlık Hocamdan geldi. Beş sayfalık tanıtım ve değerlendirme yazısı, hikâyemin dayandığı her şeyi en kapsamlı işaretleyen bir yazı. İkinci kitap Ölünün Yeri, iki bin on yedinin son ayında yayınlandı. Kısaca yazı hayatım hakkında bunları söyleyebilirim. Halen yedi iklim de hikâyelerimi yayınlamaya devam ediyorum.

2.      Yazı hayatınızda dergilerin önemli rolü var. Acaba şimdilerde dergilerin etkisinin azalması veya etkinin dijital alana geçmesi gibi bir durum söz konusu mu? Geçen seneler içerisinde böyle bir değişimden söz edilebilir mi? Dergiler sizin yazı hayatınızda size neler kattı? Bugünkü manzarayı izlemekte zorlanıyor musunuz?
Tipo baskıyı son görenlerden olabilirim. Üniversite yıllarında bahsettiğim o ilk dergi çıkarma girişimlerimizde karşılaşmıştım. Şimdi geldiğimiz yer; bir tuşla sanal fanzinlerin, dergilerin, kişisel blogların, sayfaların yayınlandığını görüyoruz. Sosyal medya diye bir olgunun varlığı inkâr edilemeyeceğine göre etkisi de kaçınılmaz olacaktır. Benim için dergi; öncelikle yazmak, daha güzel yazmak için en önemli sebeptir.  Doğrudan ya da dolaylı olarak eserinizle ilgili geri dönüşler alıyorsunuz. Bu da yol almanızı hızlandırıyor. Bahsettiğiniz dijital etki, nicelik olarak bir artışı gösterse de nitelik olarak aynı artışı gösterdiği söylenemez. Başından isimleri kaldırsan, altındaki şiir, hikâye vs. kime ait olduğu belli olmayan ya da ay kişiye ait olduğu sanılan eserlerin ortaya çıkıyor olması bu dijital çağın olumsuzluğu diye bakıyorum. Olumlu tarafları da vardır ve olacaktır. Benim gözlemleye bildiğim bu şekilde. Bana dergilerin neler kattığına gelirsek; iki kitap yayınladım, bu kitaplarda bir tane bile olsa ortaya güzel eser koyabilmişsem, bunu Yedi İklim gibi bir dergiyle yola devam etmiş olmama borçluyum diyebilirim. 

3.      “Öykü Poetikanız”dan bahsetseniz. Öykülerinizde modern hayata karşı bir direnç geliştirdiğiniz söylenmekte. Siz öyküye nasıl işlevler veya anlamlar yüklemektesiniz?

Yaşadığımız hayat nasıl olursa (modern, post modern vs) olsun eğer içimizdeki “insan”ı öldürüyorsa, sanatçı olarak görevim; insana insanı işaret etmektir diye düşünüyorum. Bu ekran çağı; Yusuf’un kuyusunu cebine koyduğu, duvarına astığı, insanlarla arasına koyduğu bir çağ. Ruhumuz yaralarla dolu, ben kendime merhem olur diye cümleler kuruyorum. Okurda da karşılık bulmasını umarak yayınlıyorum. Belki yaramız aynı olan biri çıkar da yarasına merhem olur umudundayım. 

Tam da buradan hareketle sözü Şaban Sağlık hocanın belirlemesine getirmek istiyorum: Hoca, sizin öykülerinizde ekran çağına itiraz ettiğinizi, değerleri ters yüz eden modernizme başkaldırdığınızı söylüyor. Bu kitapta bu belirlemelerin dışında, daha bireysel ve böylesine bir düşünsel arka plana sahip olmayan öykülerin de bulunduğunu görüyoruz. Bu öykülerde duygusallık, hüzün ön planda ve oldukça etkileyici metinler… Yani öykülerinizde ikinci bir damar daha var… Bunu söylemeye çalışıyorum…

İlk soruda bahsettiğim Şaban sağlık hocamın uzun yazısında Teyzemin Radyosu içinde yer alan hikâyelerin kaynağını ve hedefini akademik bir okumayla okura yansıtmış ve buradan -benim de hoşuma giden- "ekran çağına itiraz eden öyküler..." tespiti çıkıyor. Bu hikaye anlayışımı yansıtıyor. Bir dostumun ifadesiyle "toprak kokan hikayeler" yazmak istiyorum. Ekranların yüzüne bebeklerden daha çok bakıldığı bu zamanda; yeni bir şekilde, yeniden hikâyemizi yazmak, “şimdi yeni şeyler söylemek lazım can cağızım” tembihini unutmadan. Bahsettiğiniz hüzün ve duygusallık; olmasa bunlar yazılmazdı. Bir yara olmasa yazdıklarımız neye yarardı?

4.      Kitabın farklı bölümlerine serpiştirilmiş olan küçürek öyküler var. Küçürek öykü türü hakkında ne düşünüyorsunuz? Kolay ve zor tarafları neler? Sizin yolunuz küçürek öykü ile nasıl kesişti?

Küçürek öykü, kısa hikâye adına ne dersek diyelim, ben Hemingway’in Patikleri diye adlandırıyorum. Yüz kırk karakterlik tivitlerle ülkeler yıkılıp, insanlar harcanırken, edebi ve estetik olarak kelimenin değerini bu yönüyle de ortaya koyma isteği, bu kitapta o kısa hikâyeleri yazdırdı. Hikâye yaz yağmuru ise kısa hikâye, ondan önce çakan şimşek, gürleyen göktür diye düşünüyorum. Şahsen kendimi yeterli görmedim. Her an şiirin uçurumuna düşebilecek tehlikeli bir sınır, yeniden oralarda gezinebilir miyim? Emin değilim.
5.      Kitapta Kur’an’a, Kur’an’daki kıssalara göndermeler var. biz de Muhayyel dergisine modern edebiyatımızla Kur’an metinleri arasındaki ilişkiyi irdeleyen bir dosya yapmıştık. Siz bu konuda ne düşünüyorsunuz? Modern edebiyatımız yeterince yararlanabilmiş midir Kur’an’dan? Yararlanırken estetik veya dini anlamda bazı kazalar ortaya çıkabilir mi?

Ölünün Yeri'nde en belirgin olarak "ayakkabı" adlı hikâyede Hz, Musa ve Hızır’ın yolculuğunu anlatan ayetler alıntılandı. Biliyorsunuz, Kuranın nerdeyse yarısı kıssslardan oluşur. Bu yöntem, bizim medeniyetimizin kodlarını oluşturan tasavvuf düşüncesine de ilham olmuştur. İbret almak, görünmeyeni görünür kılmak, bilginin kalıcı olmasını sağlamak vb, amaçlarla kıssalar anlatıla gelmiştir. Hikayemi bu kadim kaynaktan beslemek oraya dayamak istiyorum.
Sorduğunuz kazalara gelirsek; nargile kafede kankasına kabızlığını ıkınır gibi güya "tanrı" ya seslenen şiir, hikâye vs olduğu söylenen herzeler, bir süre sahiplerini sözde yazar ve şair yapsa da köpükten şeyler bunlar, asıl gelince, sönmeleri kaçınılmaz.

6.      Kitapta benim dikkatimi bir de portrelemeler çekti. Baba portresi. Müteahhit portresi. Sizin öykücülüğünüzün bir özelliği de portreler yaratmak sanki?          
Ölünün Yeri, "babama" ithafıyla başlayan bir kitap. Bu babama bir ithaf olmakla birlikte kitabın ana temasına da bir işaret. Kadim mesele; babalar ve çocuklar, benim de etkilendiğim konulardan. Hemen hemen tüm hikayelerde "baba" figürüyle karşılaşırız. Bununla birlikte duygusal ve fikirsel çatışma da yazının konusu oluyor. Bu bağlamda portre çalışması, hikâyede derinlik ve çağrışım zenginliği açısından benim için iyi bir seçenek. Sadece portre değil eşya hikâyelerini de seviyorum, onlar üzerinden bir anlatı kurmak beni her zaman heyecanlandırmıştır. Aslında, anlatacağım duyguyu en iyi kurgu ve anlatıcı kişi hangisi olabilir düşüncesi; portre, eşya, durum vb. hikâyelerine yönlendiriyor beni. Müteahhit, Fenomen ve Ölünün Yeri, dediğiniz gibi portre öyküler olarak adlandırılabilir.
Kişisel yazı hayatım ve Ölünün Yeri hakkında kendimi anlatma fırsatı bulduğum bu konuşma için size, şahsınızda Mahalle Mektebi Dergisi’nin okur-yazar dostlarına teşekkür ederim.
ibrahim eyibilir


29 Ağustos 2018 Çarşamba

Fotoğraf Hikayesi:31 kök
Tam bu söğüt köküyle konuşurken telefonu çaldı. Facebook bildirimlerinden benim beğendiğim bir profilin fotoğrafını alıp Whatsap aracılığyla birbirine gönderen insanların bilgisini aldım. Dehşetle şok arası bir ruh haliyle facebook hesabından biraz ironik bir açıklama yazdım. Gerçi sonra bu açıklamayı sildim. Uzun zamandır fotoğraf hikayesi yazmıyordum. Bu ağaç kökü ve taş kökü olayın şahitleri. Karşılıklı söyleştik. Özetini buraya alıyorum. Bu nasıl bir tavır, nasıl bir haset, nasıl bir hastalıktır ki tek tek facebook beğenilerini takip edip kendine göre yanlış eksik gördüğünü mal bulmuş mağribi gibi buna sarılıp bunu birbirine gönderen bir ruh hali? Facebook açıklamasında da belirttiğim gibi sosyal medya nezaketi olarak bayram gönderimi beğenen bir profilin profil fotoğrafını beğenmiş olmam olay oluyor. Asıl olay; benim neyi beğenip neyi beğenmeyeceğime  karar verme yetkisini kendinde gören haddini bilmez hadsizin zavallı kibriyle buna karar vermesi. Şu sıralar "belâ" adlı bir hikaye yazıyorum, bana olmadığını biliyorum, onun ismi geçiyor diye başıma böyle molla kasım tıhniyeti musallat oldu. Ya sapkın ya da sapık olmalı ki şortlu bir bayan resmini beğenmiş olmamı yoldan çıkmış olmak olarak mı yorumladı acaba? Molla kasım zihniyetiyle ne garip düşüncelerle bunun resmini çekip biribirine gönderirir ki? Bunu bir yazar duruşuna yakıştıramayan kafasına uymadığı için bunu orada burada konuşup bana ulaşmasını sağlayacak kadar ısrar eden böyle tiplerle sınanma? Önce bir ego yükselmesi, her şeyimi takip ediyorlar diyen iç ses sonra  "sen derviş olamazsın" diyen derviş Yunus "sen çok hamsın biraz yan sonra da pişersin" türü bir mezaj veriyor olmalı sanki diye iç geçirme.  Her beğeninin peşine düşen bu haset ve kin yüklü tuhaf türü anlamaktan anlatmaktan acizim. Üstad Necip fazıl imdada yetişti
 "Sakın yobazı, bir davaya, onun en mahrem çilelerini çektikten sonra kıl ve nokta feda etmeksizin emirlere sımsıkı bağlanan ulvi adam sanmayınız! Yobaz, her sahada, asla anlayamadığı ve iç yüzünü göremediği tecelliler karışsında papağan gibi hep aynı aksülamelleri gösterip Nuh diyen, fakat Peygamber demeyen; ve insanda en büyük İlahi nimet, ruh ve fikri, bekçi sopası, tulumbacı narası ve yurya çığlığıyla boğmaya kalkışan, böylece inanışları kör ve havasız nefsaniyetine indiren insan kılıklı insan tersidir.
Yobaz, sadece Allahı bulmak için düşünmeye, ürpermeye ve kıvranmaya memur insanoğlunun en büyük düşmanıdır; ve en sefil hayvanlar arasında bile bir eşi bulunmaz esatiri hayvandır.
İslamlığın en ince kanunlarından biri, bir müslümana küfür isnad edildiği zaman eğer o kimse gerçekten küfürde değilse, küfrün, bir kurşun gibi geriye teperek isnad edicisini bir daha dirilmemecesine öldüreceğidir. Böyleyken, bir zamanların müslümanlık taslayan yobazı, mukaddes Şeriatin gözünde asla suç olmamak şöyle dursun, hatta teşvik ve rağbet mevzuu olan işlere küfür damgasını vurmakla teferrüd etmişti.
Dünün bir türlü ölçü ve insafa gelmez yobazları, kazan kaldırdıkları mevzularda bir izah ve müdafaa tavrı gördükleri zaman şöyle haykırırlardı: <<Söyletmen, vurun!>>... Ve bir kelime söyletmeden vururlar, kelleleri uçururlardı. Doğruysa doğru, yanlışsa yanlış olarak yine bizzat fikirle tesbit edilmesi gereken fikirden bu derecede korkmak için, insan geçinenlerin, maymunlar ve leş kargaları arasında bile kendilerine bir müttefik bulamamış olmaları lazım değil midir?
Fotoğraflarımda uzun zamandır "kök" tema olarak var. Eskisi kadar sık yayınlamıyorum. Yukarıda özetini yazdığım koyu sohbetlerimiz oluyor. Bir de dostum mavi ladin var, belki yazarım. (fotoğraf evden 2018 )

8 Haziran 2018 Cuma

BİYOGRAFİ

Yazar Necati Tonga Bey'in Ahmet Yesevi Üniversitesi Türk Edebiyatı İsimler Sözlüğü II adlı çalışma için yazdığı biyografi aşağıdadır. Kendisine bu çalışmadan ötürü teşekkür ederim.
(http://teis.yesevi.edu.tr/index.php?sayfa=madde_detay&md=4a46fbfca3f1465a27b210f4bdfe6ab3.a317225c7bd9122a  )

İbrahim Eyibilir

(d. 05 Aralık 1971 - ö. )
hikâyeci, öğretmen

Hayatı

İlköğrenimini doğduğu Dinar ilçesinin Kınık köyünde tamamladı. Isparta’nın Senirkent ilçesinde İmam-Hatip Lisesini bitirdi. Samsun Ondokuz Mayıs Üniversitesi Sınıf Öğretmenliği Bölümünden (1996) mezun oldu. Evli ve üç çocuk babasıdır. Hâlen İstanbul'da öğretmen olarak görev yapan yazar, edebiyat çalışmalarına devam etmektedir.

Eserleri Bağlamında Edebi Kişiliği

İlk hikâyesi öğrencilik yıllarında (1995) Yedi İklim dergisinde çıktı. Daha sonra Yedi İklim başta olmak üzere; Türk Dili, Az Edebiyat, Sühan, Nevbahar gibi dergilerde, edebistan.com ve dergibi.com adlı internet sitelerinde hikâyeleri yayımlandı. Eyibilir'in ilk öykü kitabı Teyzemin Radyosu 2014 yılında çıktı. Şaban Sağlık, bu kitaptan hareketle Eyibilir'in hikâye dünyasını şu cümlelerle değerlendirdi: ”İbrahim Eyibilir, 'sürekli şimdi' hâlini öyküleri aracılığı ile hissettirir. Malzemesini zamansal olarak genelde “geçmişten” seçse de onun derdi, içinde yaşadığı 'hâl'dir, yani 'şimdi'dir. Bunu da 'öykü anlatıcısının şimdisi' olarak öykülerinde kodlar. Dolayısıyla öykülerdeki 'anlatıcı'ların bilinç halleri ve zamansal sapmalarından yola çıkan dikkatli okuyucu, yazarın 'şimdisi' (hâli) konusunda gerekli verileri elde eder. Bütün bu veriler de gelip şuna dayanır: İbrahim Eyibilir, öyküleriyle 'ekran çağına' itiraz ediyor; yani bir tür hayatımızdaki bütün değerleri ters-yüz eden modernizme baş kaldırıyor.” (Sağlık, 2015:) İbrahim Eyibilir, üçü birer cümleden oluşan "kısa-kısa hikâye (küçürek öykü)" olmak üzere toplam yirmi hikâyeden oluşan ikinci hikâye kitabı Ölünün Yeri'ni 2017 yılında yayımladı. İbrahim Eyibilir, yayımladığı iki hikâye kitabı ile genç kuşak Türk hikâyecileri içerisinde dikkat çeken bir isimdir.

Kaynakça

Sağlık, Şağban (2015). "Ekran Çağına İtiraz Eden Öyküler", Yedi İklim, Şubat 2015, S. 299, s.37-43.

Eserleri

AdıYayıneviYayın YeriBasım YılıSayfa SayısıEser DiliEser TürüEser Not
Teyzemin RadyosuRoza Yay.İstanbul2014120Hikâye
Ölünün YeriMgv Yay.Ankara201799Hikâye

Madde Yazım Bilgileri

Yazar: Necati Tonga
Yayın Tarihi: 07/06/2018




22 Ocak 2018 Pazartesi


BEYHUDE DENEMELER 12: Savunma
Ne Sezai Karakoç'un ne İsmet Özel'in ne de benzerlerinin korumaya ya da savunulmağa ihtiyaçları olmadı hiçbir zaman. Anlaşılmak; tam yerinde ve zamanın anlamak belki de en büyük savunma olacaktır. Dün anlamadıklarımızı bugün anlıyor olmak hem dünü hem de bugünü kaybettiğimizin resmi değil midir? Düşünce ufkunu propaganda ve slogandan öteye taşıyamayan bir zihin, ancak taraftar esasıyla karşı tarafa taş ya da laf atacağı zaman tutunduğu kelime ve isimlerden ibaret sanacaktır bu engin düşünce ufku insanları. Beyhude bir tebessüm bırakıp geçmeli böylelerinin üstüne "selam" deyip geçer gibi...

13 Ocak 2018 Cumartesi


BEYHUDE DENEMELER: 11
Sizin hiç babanız ağladı mı?
Evet Cemal Süreyya babanın ölümüne bir cevap bulmuş, kör oldum. Bilmem babasının ağlamasını görmüş müdür? Umarım görmemiştir. Bir çocuk için baba, ağlayınca yaslanılacak dağ değil mi? Dağların devrilişi gibi bir baba ağlıyorsa çocuklar kör bile olamaz ki sevgili şair! Sizin babanız hiç ağladı mı bilmem? Benimki ağladı. Ne kör olabildim ne ölebildim. İçim bir mezarlık sessizliği, dağlar devrilirken içimdeki dervişin, dervişin sırtındaki merhametin kabri, kerpiç evin penceresine kıvrılan çocukluğum, içimin içine saklıyayım sizi ki kimsesizliğimin kimi kimsesi siz varsınız. Ne kör olabildim ne de ölebildim. Yaşamak yükü omuzlarımda ötesine geçemem neylersin verilmiş sözlerin mecburiyeti, kalbimin üstünde mekkeli bir yetimin babasızlığı var...
Ağlayan babaların ne hikayesini ne de şiirini yazabilir çocukları. Göğe ve dağa bakılabilir ancak uzun uzun...
(fotoğraf: yol ve çocuklar. 2014 bahçeden. i.e)

11 Ocak 2018 Perşembe

BEYHUDE DENEMELER 10 kin
Kini dini olanın imanı zayidir zannımca...
fotoğraf bahçeden 2014..


BEYHUDE DENEMELER 9
İlginç Zamanlar
Hani bir Çinli bilgeden bahsedilir, ilginç zamanlarda yaşayasın diye beddua ettiği söylenir. Böyle bir Çinli bilge var mıydı bu şekilde bir beddua etti mi bilmem. Varsa ve etmişse de yaşadığımız zamanda hükmünü yitirmiştir diye düşünüyorum. Hangi zaman diliminde gülüşler noter tasdikli dostluklar mahkeme onaylı olmuştur? Arkadaşlıklar ısmarlama akrabalıklar dekor komşuluk geçmiş zaman masalı...
ilginç zamanlar Çin malı kalır bu çağda sevgili bilge! Sen cüzzamlı leş görmüş it gibi kaçan gölgeleri görsen ya da damgalı eşek yaftası satılan çarşılardan geçsen o ilginç zamanları öpüp başına koyarsın bence... Yunusu tanısaydın keşke "göçtü kervan kaldık dağlar başında" yeterdi sana...
(fotoğraf evden 2014)

6 Ocak 2018 Cumartesi

BEYHUDE DENEMELER 8:  "Tanrıların Arabaları"na Binenler ve Bitmeyen Savruluşlar ya da Saçlarını Dağıtırsın gibi bir şey (kafası gönlü dağınık ve fena karışık bir yazı vs vs)
İlk itiraz içimdeydi. Dışa vuracak cesaretim yoktu sanırım yaşım da müsait değildi. İlkokul dördüncü sınıf öğrencisi bakın beni görüyorsunuz ama Allah'ı görebiliyor musunuz ? sorusuna verecek cevabı itiraz edecek cesareti yoktu. Açılan ilk yaraydı bu. Kırk yedi yaşındayım, o yürekte hissettiğim samimiyeti bir daha yakalayabilmek ümidi omzuma düşen yaşama yükünü hafifleten en önemli sebeplerden.  Benim o yaşımda sınıfta yaşadığımı bir kaç kuşak yaşamış, hidayet romanlarından öğrendim. İkinci itiraz yaralanma ya da kopuş ise yarıyıl  tatilinde elemtere öğrendim diyen sınıf arkadaşımın azarlanması ile oldu. "Her çocuk islam fıtratı üzere doğar" hadisini duyduğumda buna çok önceden iman etmiş olduğumu dahası yaşadığımı anladığımda çok mutlu olmuştum. Şüphe nura koşmaktır der eskiler eğer şüphe iyi bir rehberle ilerlemezse ışığa derken karanlık dehlizlere dolambaçlı yollara sapmak da mümkün. İki yıl Kuran kursuna gitmek başarısız bir hafızlık demesi o samimi fıtratın getirdiği sonuçlardı. Peşimden ayrılmayan, camiye hiç gitmediği halde cami avlusuna kadar gelip beni kurtarmaya(!) çalışan bir şüphe ekenim vardı. Bendeki merak her çocukta olduğu gibi saf filozofçaydı. Göğe gerçekten dokunup dokunamayacağımı öğrenmek için yamacına kurulu köyümden tepenin en zirvesine çıkıp zıplayarak denemek ve dokunamayacağını yaşayarak öğrenmek. Bu netlikte her şeyi anlamak bilmek istiyordum. İçime atılan şüphe tohumu her uyarıcıda yeniden yeşerip büyüyordu. Televizyonda oynayan bir çizgi film; sudan çıkan bir balığın aşama aşama yürümesi ve insana dönüşmesi, çocuk dergisinde görülen maymun insan arası çizimler hepsi içimdeki şüpheyi büyütüyordu. İki yıl kuran kursu yetmedi. Yetmediği o zamandan belliydi, haftada bir dışarı çıkabildiğimiz cuma namazı izninde sela ezan arası gazete bayisine gidip yasak olan çocuk dergileri Örümcek Adam çizgi romanlarını alıp gömleğin içine saklamam bu arayışın sonuçlarıydı diye düşünüyorum. İki yıl sonra İmam Hatip lisesinin kapısındaydım. Sınıftakilere göre iki yaş büyüktüm evden ayrıydım yalnızdım içine kapanıktım biteviye aşıktım bir de aklımda zalim bir şüphe ve henüz İsmet özel'i keşfetmemiştim daha...
   
Hayatınızda sizi en çok etkileyen kitap hangisidir diye bir soru vardır ya benim o soruya verebileceğim cevap sanırım yukarıda resmini gördüğünüz kitap olacaktır. Şemsettin Akbulut'un o zamanki Yeni Asya yayınlarından çıkan kitabı.( Bahsettiğim yıllar seksen bir ve sonrasında geçen altı yedi yıl...)  Matematikten hiç anlamadığım halde - sadece okuma ve yazma bilmemizin yettiği bir köy okundan mezundum arayı sınıfı geçebilecek kadar kapatabildim buna rağmen- Septilyonda bir, on üzeri yirmi altı nedir bunları çok iyi anlıyordum. Bu kitapta o zamanın en önemli propaganda aracı olan bir kitaba cevap olarak hazırlanmış ve içimdeki şüpheyi zıplayarak dokunamadığım gökyüzü kadar berrak bir şekilde yok etmişti. 
Türlerin Kökeni (komik olanı ben bunu ilk duyduğumda -ortaokul iki falan- Türklerin Kökeni sanmıştım:) daha sonra bu kitapla karşılaştığımda Şemsettin Akbulut'un  kitabı imdada yetişmişti. İçimin durulması için hafta sonları risale derslerine giderken Kuran kursuna giderken  edindiğim alışkanlık devam ediyordu gazete bayisine gidip dergi alıyordum. (tamam ergendik de öyle gidip pornoğrafik dergiler almıyorduk tabii) aklımda kalan müzik magazin dergileri mesela o zaman Saçak diye bir haber dergisi vardı onu alıyordum. Abdülhamite kızıl sultan diyen dergiyi İmam hatip  yurduna sokmak iş değil ama yasak ve cazibe her zaman galip. Can siperhane Cennet mekan sultanımızı savunuyorduk ama Üstat Sait Nursi de sultana istibdat isnat ettiği için ( düpedüz diktatör dediği için ) akıl hastahanesine düştüğünü biliyordum. İçimdeki zalım şüphe gene havalandı benim ve hala İsmet Özelden haberim yoktu. Lise bir öğrencisi tuğla gibi kalın Cemal Kutay kitaplarını bunun için okuyordu sanırım ha bi de Rızanurun yasaklı kitabını okuyordu. Cemal Kutay çok faydalı oldu da diğeri çapkınlığın el kitabı gibi birşeydi tamamen hayal kırıklığı yani. Propaganda ve karşı propaganda içimde tepinirken ergen yanım şiir yazıyordu. Sınıf gazetesi çıkartıyor yetmezse okul panosuna asılmış Ziya Gökalp'in "ezanlar türkçe okunusun" mısralı şiirini yırtıp olay çıkartıyor falan. Artık durulduğumu farzedip bir gazetede köşe yazarı olmayı hayal eder olmuştum. Ben bir taraftım propaganda ve kavga ve polemik için diş bileyen bir heyecan belki de hezeyandım neyse...
"Tanrıların Arabaları" en az " Türlerin Kökeni" kadar ağır bir propaganda silahı idi ben onunla tanıştığımda artık bir ödev okur gibi okuyordum. Biliyordum ki içimdeki fıtrat dediğim ne varsa öldürmek dinin geçmişin masalları ve toplmların afyonu sloganının propaganda silahıydı. Okuduktan sonra iddianın tam tersine son dinin hak olduğuna ve anlatılanların geçmişteki bozulmuş dinlerdeki ilahi izler diye izah edecek  karşı propaganda bile geliştiriyordum. iki koro vardı karşılıklı şarkı söylüyorlardı ben de o korolardan birinde yer almış  şarkımıza eşlik ediyordum. 
Lise biterken yoruldum sanıyorum koroyu bırakıp şiire kaçtım. Anlayamadığım   Sezai Karakoç şiirlerini anlamak için başka kitaplar okumalıydım. 
Üniversiteye geldiğimde içime o şüpheyi atana teşekkür etmek istedim. Üniversite deyince ne hayal ettimse artık, seviye ilkokul üstü lise altı bir yerlerde ben de ise o kavga bitmiş hepimizin tarafı aynı zaman doksanları vuruyor herkesin paranın ve kadının peşinde. Edebiyat son sığınağım ve İsmet özel ve Cemil Meriç bitmeyen sarhoşluğum.  İyi bir şair olamayacağımı farkettiğimde kendimi kısa hikayeye teslim ediyorum. 
Yirmi dört yaşında öğretmenliğe başladığımda hayatı fethettiğime hükmetmeme ramak kala hiç bir şey olmadığımı yeniden keşfediyorum. Burada da kendime bir karşı propaganda buluyorum panoya bildiri asıyor ben yasak diye kaldırıyorum. Çalışma arkadaşım bayanla tartışıp olay oluyorum. İçimde hiç büyümeyen o ergenle yüzleşip yüzüne tükürmek isteyip uzlaşmayı seçiyorum. Belki o yıllardaki en önemli keşfim "muhbir vatandaş"lığı reddetmemdi. Propagandanın şehvetiyle çıkardığım olaydan etkilenen müfettiş fikrine karşı olduğum adamın aleyhinde ifade vermemi istedi. İçimdeki göğe koşan o çocuk maviye çağırdı. Çocuğa uydum iftira atmayı yani sayın muhbir vatandaş olmayı reddettim. Sonuçta cezayı ben aldım. 
Bunları niye mi yazıyorum, dedim ya yaşım kırk yedi bütün iddialarımdan vuruldum. Beyhude söylenip duruyorum uzun zamandır. Bu zamanın yenilgisini dün yaşadıklarımdan okuyorum. Derken yirmi sekiz şubat geldi. O zamana kadar fişten okulda çocuklara öğrettiğim cümleleri anlayan ben bunun başka anlamları olduğunu da Gebze de bir aylık askerliğimde anladım. Herkesin laylay lom gezdiği dönemde iki yüz doksan dört ihl mezunu, rus artığı azeri kılıklı bir adamın elinde günlerce süründüğünde fişlenmek neymiş o zaman öğrendim.  Bir aylık o dehşetten sonra güney doğunun en ücrasına güle oynaya gittim desem abartmış olmam...
 Deneme kılıklı bu hatırayı yazdıran sebeplere gelsem artık değil mi? Kırk yedi yaşında ve işsizim. Yani düşünmeye vaktim oldu. Düşünmenin sonunda düşünce tarihimiz olmadığını gördüm. Tanzimattan bu yana evet bu klişe oldu şöyle de denebilir son üç yüz yıldır sloganlarımızın kavgasını veriyoruz sanırım. Propaganda, son dönemde buna reklam da diyebiliriz her şeyimizin ortasından geçiyor, korolar şarkı söylüyor ben susuyorum. 
Yoksa yirmi sekiz şubatta ikna odalarında açılmayan başörtüsü müslüman ağızların propagandası ile bilmem kaç asırdır tefsir edilen ayetin yanlışlığını yanlış anlaşılıp yanlış tefsir edildiğini ortaya koyarak saçlar fora diyen düşünce değişimi  başka nasıl izah edilecek. Sümerlilerde kötü kadın(!)lar kullanılırdı diyen propaganda seksenlerde doksanlarda fısıltıyla söylenen Marksist bir slogan iken bu gün müslüman ağızlarda geveleniyor olması neyle izah edilebilir. Tanrıların Arabaları herşeyi uzaylıların başlattığını söylüyordu Türlerin Kökeni maymun atalarımızı(!) anlatıyordu. Müslüman ağızlar kabenin kibeleden gelebileceğini ademin tek olmadığını vazeder oldu. Seküler bir iman etme ettirme çabası. Günümüze kadar gelen bütün yorumları hurefe çuvalına koyup bir kenara atarken kendi yorumlarını onaylamayanları da şirk, münafık, akılsız, cahil vb sopalarla dövmeye hazır bekleyen propaganda. Selman Rüşti şeytan ayetlerini yazdığında öldürmek için köşe bucak arayanlar kuranı  kendine göre matematiksel şaplonlarla ölçüp  uymayan yanlarını şüpheyle karşılayana gık dememeleri... ahir zaman değil mi? 
Maonun çocukları ellerine tutuştutrulan tetikçinin el kitabını kültür devrimi diyerek okuyup sokaklarda insan avına çıkmışlardı. Medeniyetin bütün kodlarına; tasavvuf, fıkıh, edebiyat, yunus, mevlana, pir sultan, karacoğlan.... Yalın kılıç şirk şirk diye dalanlar bana maonun çocuklarını hatırlatıyor...
Ve daha neler neler... Kırk yedi yaşındayım bu zamana kadar dinin hiç bir zaman dindarlar tarafından böyle zedelendiğini görmemiştim. İçimdeki çocuk göğe koşmaktan yoruldu, propaganda öldü ve hepimiz iddiamızdan vurulduk yeniden...

 FOTOĞRAF HİKAYESİ 35 (yedi iklimde ve bir ortak kitap çalışmasında yayınlanan yazı i.e) 1984’TE ZORBA VE DİL             Bin dokuz yüz do...