21 Aralık 2016 Çarşamba

Fotoğraf Hikayesi 28: Adı Yaprak'tı...
İki Eylül Cuma bana ne kadar kara gelirse gelsin ortancam Ayşe'ye söyleyemedim. Verilmiş bir sözüm vardı üstüne kızım baban artık işsiz sonra alalım diyemedim. En kötü akşamımızın ürkek misafiri oldu. Kızlar ortaklaşa bir karar verip ismini Yaprak koydular. Kim derdi minnacık bir kuşun umut ve tesellinin sesi olacağını. Çenemin altına kulağımın dibine ormanı fısıldayan küçük yankı keşke uçmayı öğrenip de uçsaydın bizden. Çoluk çocuk, asker, polis onca masumun acısına zulamda sakladığım tesellim umudummuşsun... Ah ortancam ben nasıl anlatacağım şimdi sana... " duydum ki kuşun ölmüş..." diyen kutlu elçi okşasın yüreğini... Üzgünüm.
Baban... 

18 Aralık 2016 Pazar

FOTOĞRAF HİKAYESİ 27: MEVLANA


( Yedi İklim Dergisinin Eylül sayısında  Üstat Sezai Karakoç'un Mevlana kitabı hakkında bir yazım yer aldı. Şeb-i Aruz vesilesiyle yazıyı yeniden dikkatinize sunuyorum. Sahih bir okumaya vesile olur umuduyla...)

  GÜNÜN MEVLÂNASINDAN DÜNÜN MEVLÂNASINA BAKIŞ

/Mevlâna, bir islâm ereni, bir islâm önderi, bir islâm düşünürü, bir islâm şairidir. Bu en basit gerçeği bile saptırmak için nice yıl ne diller dökmediler. Fakat güneş balçıkla sıvanmaz. Hakikat ortaya çıktı. Şimdi Mevlâna, o günahkârları da: " gel, gel yine gel" diye İslâm’a çağırıyor. Mevlâna: syf.79,s.k/
            İsminden önce eseriyle tanıdık biz onu. Biz kim miyiz? Bazen doksan kuşağı bazen yetmişlerin ortası, yatılı okul ranzalarının yastık altlarında gezinen fotokopi kâğıtlarında bir şiirdi bizi ona götüren. Mona Roza diye okunan, yüreğin ucu yanık şarkılar anlaşılan kaybedenlerin, tutunamayanların sesi bir söyleyişti sanki. Sonra Taha bir kavis gördü biz göremedik mesela ya da Hızır’la Kırk Saat geçti kırk asra bedel biz hayret makamında hayran kaldık. Adını öğrendik sonra, gülle andık; Üstat Sezai Karakoç…
            Medeniyetimizi bir bütün olarak kuşatan bir bakışın dünden duyduklarını yarına seslenirken biz bu günde şahidi olmanın idrakinde yeniden anlamaya çalıştık. O bir şair; bu urba üstünde oldukça diğer eserleri, istemese de gölgede kaldı. Oysa yeri geldikçe, karanlık bastıkça, bir yıldız gibi parlayan eserler olduğunu daha iyi anlıyoruz. Bu yazıya konu olan, Üstadın inceleme serisinde yayınlanan “Mevlâna” adlı eseri. Bu seride Mehmet Akif Ersoy ve Yunus Emre incelemeleri de yer almakta. Bir sonraki yazıda kalemde mecal kalır, dağarcıktan cümle düşerse Yunus Emre adlı inceleme eserini ele almayı düşünüyoruz.
            19 Aralık 1988 ile 27 Mart 1989 tarihleri arasında Haftalık Diriliş Dergisi’nde yayınlanan yazılardan oluşan kitap 3. Baskısından sonra Ek bölüme konan dört yazıyla tamamlanmış. Eser on beş bölümden oluşmakta.
            Bu bölümlere bakacak olursak; öncelikle Mevlana Celalettin Rumi’nin ortaya çıktığı ortam edebi bir dille şöyle tespit edilmiş. “ Anadolu kadar, Doğu’yla Batı’nın kapıştığı, küfürle islâmın çarpıştığı bir başka toprak yok. İslâmın doğuşundan kısa bir süre sonra başlayan karayla akın savaşı, bu topraklarda 600-700 yıl sürdü.”  Mevlâna, umudun karardığı bir dönemde ortaya çıktı. “Maveraünnehir’i yakıp yıktıktan sonra Anadolu’ya uzandı Moğollar. Anadolu’nun kanını emdi derisini yüzdü ve iskeletini kemirdi bu akın.” O klasik söylemle ifade etmek gerekirse, taş üstünde taş, omuz üstünde baş bırakmayan bu felaketin ortasında göğermiş bir vaha Mevlâna. Moğollar taş üstünde taş olan imarı yerle bir ederken omuz üstünde baş olan İslam ahlak ve öğretisini de adeta yerle bir etmiştir. Yıkmak, her daim zalimlerin en iyi yaptığı iş olmuştur tarihin her devrinde. İnşaa etmek, kurmak, medine oluşturmak her zaman zordur. Her yeri bir harabeye dönmüş Anadolu toprağında yeniden taş üstüne taş koyacak omuz üstünde başı gönül üzre ihya edecek bir anlayış inşaa edici bir ruh gerekli idi. Bu inşaa etme yeniden kurma ve diriltme her zaman doğru anlaşılamıyor maalesef. “ Mevlâna ve arkadaşları, bu dönemde yönetimle ilişkilerini kesmemişlerdir. Onların, Moğolların egemenliğinde olan bu yöneticilerle ilişkilerini sürdürmeleri çelişkili gibi görünebilir bugün gözümüze. Hatta kendileri ruhlarıyla maddeten Avrupalıların, Amerikalıların ve Rusların işbirlikçisi olanlar, gazetelerindeki dizi yazılarda, Mevlâna’yı Moğol işbirlikçisi gibi göstermeye yeltenmişlerdir.”
                         Kitabın ilerleyen bölümlerinde mevlâna’ının bir medrese hocasından bir dervişe bir mürşide dönüşümünün nasıl olduğunu görürüz. Beşinci bölümde bu değişim, dönüşüm şöyle anlatılır. “Veli, kendi gönlünün istediğini değil, toplumun ihtiyacı olan hizmeti işleyen kişidir. Mevlâna, /biz nerde, şiir nerde/ der ve açıklar: / biz memleketimizde, yani Belh’te kalsaydık, medresede ders vermekle yetinecektik. Orada, medresede ders okutmak hizmet için yeterliydi./ Ama Anadolu’da Mevlâna, medresede ders vermekle yetinilemeyeceği görüşündedir. Medresenin dışında da yapılacak büyük görev vardır. Devlet görevlileri, hatta halk uyandırılmaya, aydınlatılmaya muhtaçtır. Ancak bu aydınlatma klasik metotla yapılamaz. Ders, medrese, vaaz ve nasihat camide etkili olur ama bunların dışında da geceli gündüzlü bir telkin ağı kurup Müslümanları Hristiyanlık ve putperestlik etkilerinden korumak gerekiyor.” Yukarıda bahsi geçen metot ilerleyen sayfalarda şöyle özetlenir. “Denebilirse, Muhyiddin-i Arabî tümden geliyor, Mevlâna ise tüme varıyor. Sohbet, toplum, halk, giderek Yaratıcı’yı arıyorlar. Kişi gönlünün tevâzuu, kendisinde değil, bir başka gönülde görmek ister tecelliyi, hakikatin tecellisini. Hakikate varışın ilk basamağı olacaktır diyalog. Bir nevi, Mevlâna, ruh diyaloğunun Eflatun’udur. Muhyiddin-i Arabî’nin bilgin katında, bir nevi tepeden inme gelen hakikatine karşılık, halkı halkalayan bir gönül gönüle söyleşidir, halktan Hâlık’a yöneliştir Mevlâna’nın, Anadolu mizacına bakarak izlediği yol.”
            Mesnevi, Divan-ı Kebir ortaya çıkmadan önce Mevlâna’da manevi bir patlama olur, adı: Şems-i Tebriz “ Şems-i Tebrizî’nin gelişi, Mevlâna’nın kendine gelişi, kendi kendini buluşudur. Gönlünün ilk silahını denediği nişan tahtasıdır. Bir yankıdır Şems-i Tebrizî. Şems-i Tebrizî ile konuşmak, Mevlâna için bir monologdur. Ayniyle Şems-i Tebrizî için de Mevlâna öyledir. İkiz ruhlardır onlar. Büyük yolculukta kader arkadaşı, kader yoldaşıdırlar. Mevlâna ve Şems-i Tebrizî, ayni ruhun iki yüzü. Bir elmanın, bir olmanın iki yarısı.”  Mevlâna ve Şems karşılaşması bir ateş tecrübesi ki hakiki cevher ateşle çıkar ortaya. Ham ruhlar dün bunu anlayamadılar Şemsi Konya’dan kovdular. Bugünün ham ruhları ise Mevlâna’yı anlamadıkları gibi onun engin bakışını ruh dünyamızdan kovmaya çalışıyorlar. Dünün hamları bugünkülerin yanında hakiki derviş kalır zira bugünün hamları hem anlamıyor hem de izandan insaftan yoksun adeta bir Moğol yıkıcılığıyla saldırıyorlar. Biliyorlar ki saldırdıkları sadece Mevlâna değil onun önünü açtığı nehrin kurutulmasıdır. Çünkü o açılan nehir üzerine bir Osmanlı ve medeniyeti inşaa edilmiştir. Sanıyorlar ki o bağı koparabilirlerse Yunus’u Hacı Bektaşi Veli’yi ve diğerlerini koparabilecekler.  
            Mevlâna’nın ilk eseri olan Mecalis-i Seb'a'dan, Divan-ı Kebir'e oradan Mesnevi'ye giden kamil insan yolculuğunu dikkatimize sunuyor Üstat. Kitabın on birinci bölümü Mevlâna ve Mevlevilik üzerine önemli bir açıklama barındırmakta. "Gel, gel, yine gel! Ne olursan ol yine gel! Burası ümitsizlik dergahı değildir. Tövbeni bin kere bozmuş olsan yine gel. Mevlâna'ya atfedilen ve islam karşıtlarınca, murat edilmeyen ve murat edilmesi mümkün olmayan bir anlama çekilen âdeta bulundukları hâl için Mevlâna'nın fetvası gibi değerlendirilmek istenen söz, şiir, bazı araştırıcılara göre. Mevlana'nın değil, daha önce gelmiş bir İran şairinindir. Öyle olsa, Mevlâna'nın da olsa fark etmez. İster olduğu gibi, ister ilavelerle alıntılanmışı olsun, ister Mevlâna tarafından söylenmiş bulunsun, O'nun yoluna ve düşüncesine uyan bir düşünceyi içermektedir bu şiir.
Mevlâna'nın tüm eserleri, bu çağrı gibi bir çağrıdır zaten. İnsanoğluna bir çağrı. Tümünü bir türkü, bir şiir, bir nutuk, bir öğüt gibi düşünmek mümkün. Bu sesleniş de, bu bütünün öz bir parçası. Makro bakışla Mevlâna'nın tüm eserinde bulunacak olan, mikro bakışla da bu çağrıda özetlenmiş olarak bulunabilir... Mevlâna, /Ne olursan ol, putperest olsan da, Hıristiyan olsan da, gel/ diyor; /olduğun yerde ve olduğun gibi kal/ demiyor. Eğer çağırdıklarını olduğu gibi  ve olduğu yerde bulunması şeklinde kabul etseydi 'gel' demezdi. Oysa 'gel!' diyor. Eğer kâfirin kâfirliğini, Hristiyan'ının hıristiyanlığını, Yahudi'nin yahudiliğini, günahkârın günahkârlığını tasvip etseydi, neden 'gel!' diye çağırsın?"
Özetle bu yazıya sebep; eskilerin tabiriyle elifi görse mertek sanacak bir güruhun adını elif koydukları varaka toplamlarında Mevlâna’nın söz ve düşüncelerine tumturaklı taklalar attırarak eserlerini yazı esnafının yağmalamasıdır. Bu ilim irfan deryasını turistik bir folklor gösterisinin parçasına dönüştüren anlayışın gerçeği perdelemesinin yanında beyin ve gönlünü iptal edip sadece beliyle düşünen ölüme bile düğüne gider gibi giden ulvi anlayışı sapkın imalarla kirletmeye hazır düşmanca bakıştır. Bu ifrat ve tefritin ortasında kuşatıcı bir bakışa ihtiyaç var. Üstat Sezai Karakoç medeniyetimizin tümüne bakışıyla da bir öncüdür. O “diriliş” diye adlandırdığı bu kuşatıcı bakışta yıkmayı değil inşaa etmeyi ve diriltmeyi amaçlar. Medeniyetin değerlerine bakışı değerlendirmesi de bu yolla olur. Baktığı yerde iyi, doğru ve güzeli ortaya çıkarmıştır hep. Yukarıda ipuçlarını verdiğimiz bu ifrat ve tefrit içerikli bakıştan öte böyle sahih bir bakışın daha faydalı olacağı düşüncesi bu yazıyı kaleme aldırdı. Elbette bu yazı ne Mevlâna’yı anlatma ne de üstadın aynı adlı eserini hakkıyla tanıtma iddiasındadır. Bir işaret, bir işaret fişeği fırlatmak okura, ilim, irfan ve hikmet denizinin eşiğine varırken doğru kılavuzu haber vermektir. Belki de en kısa özet; sahibinden ihtiyaçtandır…
İbrahim Eyibilir

 FOTOĞRAF HİKAYESİ 35 (yedi iklimde ve bir ortak kitap çalışmasında yayınlanan yazı i.e) 1984’TE ZORBA VE DİL             Bin dokuz yüz do...