FOTOĞRAF HİKAYESİ 24: Kapı ve Oda
( Teyzemin Radyosu'nda bir hikaye var; adı: Kapı. Bu fotoğrafta yer alan oda "kapı"da geçen olayların çoğuna şahittir. Bayramda kapısını şöyle bir açtım, içim cız etti. Eski şen şakrak günleri çok uzakta da olsa aile yadigarı olarak halen tertemiz tutuluyor. Bu dolaplar neler şahit olmamıştır ki... Bu odanın önü ve içi kenarda duran kapı çocukluğumun en önemli anı anahtarları. Kapı'da bir çocuğun gözünden seksen darbesi anlatılmaktadır. Genelde kitapta ya da dergide yayınlanan hikayelerinin tamamının yayınlanmasını doğru ve etik bulmam. Ancak darbe ve darbeciye bakışımı göstermesi açısından bugün için gerekli olduğunu düşünüyor, ilginize sunuyorum. Aslında Anadolu'da "oda" nedir ne işe yarar açıklamaya muhtaç bir konu gibi görünüyor. Onu da genç okurun merakına havale ediyorum. i.e)
K A P I
Gürül gürül bir ırmağın yazı
olup kâğıda akacağını düşünüp de kaleme sarılışınız olur ya, sonra ırmağın
kaynağını koca bir kaya tıkar ya da boğazınıza büyük bir çalı takılır. İşte
öyle bir sızı, bizim kapının bende bıraktığı iz.
Yapılışını ben
hatırlamıyorum. Sıradan bir hızardan geçip beşer parçalık iki metre
uzunluğundaki tahtalardan oluşan iki kanatlı kapıydı. Hatırama ve hafızama hep
sadık olan oydu. Gün akşam olmaya meyledince ufka bakardım. Güneş bir adam boyu
kalmışsa batmaya ve günlerden perşembe ise doğru halama. Tarzan başlıyordu.
Filmin konusundan çok resim defterime neresini eksik çiziyorum da benzemiyor
diye bakardım. Tarzana hiç benzetemezdim ama çizebildiğim bir şey vardı. Bir
sabun kabında gördüğüm kadın silueti. Kaş, göz, burun delikleri ve dudak, kalın
bir çizgi halinde küt kesilmiş saç, çenesini andıran üstü düz, altı hafif
eğimli başka bir çizgi. İlk eserimdi. Herkesin görebileceği bir yere
nakşetmeliydim. Elime sulu boyamı ve fırçamı aldım kapının sol kanadındaki ilk
tahtaya işledim. O,benim bu ilk hatırama daima sahip çıktı. Eve dönüşlerimde
bir yadigâr gibi gülümser, adeta hoş geldin derdi açarken kapıyı, elimin
altında.
İlk günlerini arar olmuştu
sanırım sonraları. Birkaç tahtası eğilip büküldü. Henüz ağaçken budamak olan
özler tahta olunca koyu sarı ve sert parçalar olarak duruyordu. İlkin onlar
terk etti kapımızı. Yarım çember şeklinde tuhaf yaralar açıp gittiler. Daha
gür, bütün parçalarının aynı hizada olduğu zamanlarda sarı saçlı şirin çocuğu
kimlerden korumamıştı ki. Güreş tutuşta ayağını kırınca teyzesinin oğlunun,
donup kalmıştı. Aklı başına gelince ilk sığınağı kapının arkası olmuştu. Çember
niyetine çevirerek götürdüğü traktörün ön tekerleği kendinden önce fırlamıştı
kapıdan. Köyün içine geldiği halde hayvanından inmeyen kadınla kızı olduğu gibi
düştü. Kadın şiddetle kapıya dayandı. Delikanlı kapı, geçit verir mi?
Bir yarısı olmayan kadın
resminin üzerine tuhaf harfler yazılmaya başlamıştı. Garip şeyler oluyordu.
Suların aktığı dereye insanlar akıyor, kavga ediyorlardı. Dayım kapının arkasına
iki çuval badem ağacından düzenli parçalar koydu. Bir başka kavgada çuvallar
yok oldu. Dayım avlu kapısının sağ yanındaki harflerden evdeki kapılara da
yazmaya başladı. Dedem çocuklar gibi ağlamıştı dayımın adını sayıklayarak.
Aslında tüm köyün kapıları, duvarları yazılarla dolmuştu. Hepsini okuyup anneme
anlatırdım. Annem de mahkemede “Hâkim bey ben yazmadım sadece yağ kutusunu
tuttum” diyen çocuğu anlatır, güler, sonrada tembihlerdi “seni de götürürler, döverler” diye. Dış
duvarlara yazılanları kazıdık çıktı. Annem üzerini yeniden toprakla sıvadı.
Kapıya yazılanlar, yanık motor yağıyla yazılan o siyah harfler onca yıl kaldı
benim yaptığım resimle beraber.
Bir gün her şey bıçak gibi
kesildi. Ne kavgalar ne geceleri ovadan gelen silah sesleri. Artik hiç kimse
dışarı çıkamıyordu. Babam her seferinde yalvarır gibi tembihlerdi dışarı
çıkmamamı. Ama olsun, kapının tahtalarında ki aralık bana yetiyordu. Kamyona
benzer içi asker dolu yeşil araçları seyrederdim. Her gün akşam gelirlerdi.
Fısıltı halinde konuşulur olmuştu evde.
Belki çoğunu unuttum ama
kapı hepsinden bir iz aldı üstüne, bırakmadı onları zamana. Ne var ki zaman ondan
kendini almaya başlamıştı. Bir kanadı açılıp kapanırken yere değiyor,
kapatırken kaldırmak gerekiyordu. İnsanlar artık kavga etmiyordu. Çocuklar
kahveye giremedikleri halde, beni-ölen çocuğu Ali’nin arkadaşı olduğumdan-çok
seven Cimbiş Dayı kahvesine alırdı. Çay ocağını karaltısında Menekşe Abla’mla
beraber televizyon seyrederdim. Televizyondaki insanlar spor yapıyor, yararını
anlatıyordu. Bir de orda çıkan çocuklar kısa şort giyiyordu. Bende aynısını
yapmalıydım. Komşu pazardan cehennem azabı çektirerek aldırdığım
eşofmanlarla-yanları iki beyaz çizgili, lacivert- kapının aralığından etrafa
baktım. Sabah saatleri ve sakin, teyzemlerin eve kadar koştum. Televizyondaki
insanlar gibi. Beni gören komşularımız bana çok garip baktılar. Televizyondaki
çocuklar gibi şortla dışarı çıktığımda da böyle oldu. Çevremdeki herkes
çocukluğumu ve çocukça şeyleri unuttular biliyorum. Ama kapı unutmadı, her
dokunuşumda sanki bıyık altından bir gülümsemeyle, yüzümün kızarmasını bekler
gibi gelirdi bana.
Başım üzere kavak yelleri
hayrat gezerken onun da bir kavak olduğunu unutup hırçın çarpışlarımda ya da
gece yarısı evdekiler uyanmasın diye ses çıkarmaması için yalvardığımda beni
kucaklayan engin anlayışı idi.
Artık ailenin gözünde yokluğa
bir namzet gibi görünmeye başlamıştı. Kırık dökük ve yalnızdı. Komşu kapıların
hepsi demire devşirilmişti. Bolu Bey’i gibi mağrur bakar olmuşlardı kapımıza.
Hele şu üç yaşındaki salkım söğüdün, salkım saçak salınıp önüne kapatması yok
mu? Onu kahrediyor olmalıydı. Çamlıbel’i düşünüp düşünüp derin bir iç çeker
hali vardı. Benim okul masraflarımdan ötürü, daha uzun kalışını bilirdi sanki
evdekilere ettiği inadı bana etmez çabucak açılıverirdi.
Salkım söğüt ile
karakavağın yeşil yaprakları arasından mavi bir siluet gördüğümde anladım ona
kıydıklarını. Ferman demircilerindi artık. Kapı kışa odunluk niyetine sağ
tarafa yatırılıvermişti öylece. O çocukça resmim, çocukluğumun garip günlerini
hatırlatan en üstteki yazılar ve çocukluğumun en nadide bir yanı atılıvermişti.
İbrahim Eyibilir