28 Şubat 2016 Pazar

FOTOĞRAF HİKAYESİ 17
"körebe ve koro"


(evet bu siyah kare bir fotoğraf mıdır? yüklediğinizi anlama bağlı sanırım. Kadim bir imge; körebe ve koro. Yedi İklimde yayınlanan bir hikaye; bugüne ve düne bakışıma dair bir not. i.e)

KÖREBE VE KORO
            Kadından bir cümle düştü yere.
            Ellerimle yaptım aşureyi, Sema pek sever. Şimdi gitsem, herhalde gelmiştir. Kocası da kendisi de bugünlerde çok çalışıyor. Mahalle mahalle dolaşıp anlatıyor. Mümkünse her eve girip bir gariban sofraya misafir olmaya çalışan kocasını, yalnız bırakmamak için çırpınıyor. Yemek hazırlamaya nasıl vakit bulacak? Son zamanlarda yorgunluktan olsa gerek, selam bile veremiyor. Aşure pek iyi gelecek. Hem laflarız belki. Hal hatır sorup çalışmaları ne alemde kendisinden dinlerim. İki kat aşağı tepsiyle inmek zor olacak, daha çocuklar da gelmedi okuldan. Yatıya kalacak değilim ya! Konu komşuya bir kaç kâse aşureyi dağıtıp gelirim. Kâse demişken, Şu cam kâseler nerede? Yeni olanlar, daha kutusu bile açılmamıştı.  üstteki dolaba koymuştum galiba. Ee burada da yok! Ay tamam geçenlerde şu üniversiteli çocuklara  götürmüştü bizimkisi. Evde çift  ne varsa teke indirdi. Yan binanın bodrumunda kalan Suriyeli misafirlerin eksikleri çok deyip duruyor. Apartmandakilere dağıtayım, onlara da götürürüm tabii. Sema yabancı mı canım? Makineden yeni çıktı porselenler, onlara koyarım işte. Köyden gelen cevizleri kırdırdığım iyi oldu. Öyle ekşili narlı sevmiyor. Şimdi işi çok olmasa kâseye fındığı doldurup öyle gelirdi. Abla sizin köyün buğdayı, senin aşure, senin ellerin ayarı diye tencereye kendi yanaşırdı. İşi var kadıncağızın. Tamam,  artık çıkabilirim.  Yemeğin altını kısayım. Anahtarım cebimde, gelen olursa arar nasılsa. Merdivenleri de yeni silmişler, bu kokuyu da hiç sevmem.  Sema hemen kapıya çıksa da verip dönsem ya da içeri geçsek, neyse geldim. Ayakkabıları içeri almamışlar, yeni gelmiş olmalılar. Bu koku burnumun direğini kıracak, abla biraz az koysan şu çamaşır suyunu, gene temizler. Zili duymuşlardır her halde şimdi gelirler. Zühallere de koymuşum bir kâse. Ah be kızım daha evleneli kaç gün oldu? Düğün çiçeğiniz duruyor kapıda. Çığlıkların gitmiyor kulağımdan. "İnsan evladı yapar mı bunu insan olana?  Anadolu çocuğu, gariban bir gurbet kuşunun kanadını niye kırsın? Delikanlı adam yapar mı bunu yapar mı ha?!" geldiği şehrin sayılı ailelerindenmiş, çok güzel bir kızdı. Çok da kabiliyetli hani, hatta yerel televizyon ve radyolarda program yapıp içli şiirler okurmuş. Şiir gibi kızdı. Papatyalar her zaman vazolara düşmüyor... Ah!   Olsa hemen damlardı. Yazık gitti. Aslında yandı garibim. Kaç gündür bakıyorum ne gelen var ne giden. Her sözünün sonuna "Ama abla siz de..." Diye başlayan taraf kokan sözlerini genelde duymazdan geldim. Hele giderken "Sizin yüzünüzden kalmadı huzur bereket..." diye sokmasa hançeri, canımı yakmasa idi keşke. Sevmiştim seni çocuk, kendi kızım gibi. Şu iki oğlan uçtu sayılır yuvadan, seni kondurmuştum içime. Ne yaparsan yap, bak gözüm yine kapının önüne takıldı. Eski bir çift terlik duruyor, onlar da ayrı yönlere yıkılmış öylece. Düzeltmek için bile içi boş evin kapısına yaklaşmak gelmedi içimden. O  bir çift terlik de benim içime batmak için öyle ayrı ayrı yönlere bakıp duruyor. Kızsan gene, huzurun yerinde olsa, o süslü ayakkabın, yeni boyanmış haliyle dursa orada. Ben senin büyümeni ve anlamanı uman yarım tebessümle geçsem eve. Ay Sema sen de toplanıp şu kapıyı bi açamadın! Evde olup da bile bile kapı açmazlık edecek değilsin elbet. Şu merdiven otomatiği de yanıp sönüp duruyor. Kapıdan bakıp da göremeyince belki ondan açmıyordur diye ışığı devamlı açık tutmak için elimde tepsiyle beni şebeğe çevirdi. Bir daha zile bassam mı? Yok ya kadın akşama kadar o programdan bu programa koştur koştur, kafa mı kalmıştır şimdi onda? Tekrar tekrar zile basıp bi de ben şişirmeyeyim kafasını. Karı koca ne çok çalışıyorlar. Allah gönüllerine göre versin. Sema anlatırken gözleri ışıl ışıldı. " Abla, şimdilik mahalle sonra ilçe, il derken Rabbim mahcup etmesin, kısmet işte. Bizimkisi sadece çalışma..." Ne güzel hayalleri var öyle... Başakşehir'e taşınmayı, o beğendiği, kapıda bekçisi olan, daireyi elleriyle döşemeyi istediğini ne güzel anlatırdı. Baya oldu bi kere daha basayım ben şu zile...
***
Kadından bir cümle düştü yere, vicdan paramparça...
/Körebe: Gözlerini bağladı. Çizilmiş çizgilere basmadan sekmeliydi. Kadınların oyunuydu bu; çizilmiş karelerden dışa çıkamazsın, çizgilere basamazsın. Oyun bu, körebe ne derse o olurdu. Olmazsa oyun biterdi.
Koro: Beyler game over anlayın artık. Nasıldı o şarkı? Şişli’de bir apartıman, Zeytinburnu’nda göğüdelen, siz hala göğe bakma duraklarında otobos bekleyen, romantik hain! Boş olum bu işler. Ne olsun hacıabi tıkırdayıp gidiyoruz işte. İşler dedimde arabaya bi plaka ayarlasana, yengenle benim isimlerimizin baş harfleri yazacak.
Körebe: Bir martının kanat çırpmasına aldırmadı. Kocaman bir bahçenin ortasına çizilmiş seksek çizgisinin çevresinde dört küçük nokta gibi gözüktüklerini bilemedi. Aç kapıyı bezirgan başı diye ünledi. Yağ satarım bal satarım diye cevap veren kadına kızdı. Çizgiyi geçemezdi.
Koro: Ben seni düşünüyorum. Herkes ne diyor size hiç duymuyor musun? İşin gücün yerinde daha ne istiyorsun. Evin var araban var. Bu yaptığınız, nankörlük!
Koro ve körebe birlikte söyler: Nankör, nankör, nankör.../
***
Kadından bir cümle düştü yere: Baba ben niye böyleyim? Baba keşke ben...
Suna abla niye bu kadar iyisin? Yok, Suna abla bu kadar iyi değilsin? Hangimiz meleğiz ki? Sen kızmadın mı Zühal’e hiç? O kocası olacak şerefsizin elinden kurtulup sana sığındı, yine sebep sensin demedi mi? Bu kadar iyi olma Suna abla. Sen de kırıl biraz, küs bize biraz. Komşu olmak hatrına değer mi? Sen hiç kirlenmedin mi? Bu fırtına hangimizi savurmadı ki. Suna abla yeter artık bekleme o kapıda. Açmayacaklar. Senden önce girdiler, gördüm. Duysan dediklerini, kurşun yemekten beter olurdun. Namusundan, iffetinden iki günde şüpheye düşen, bir sözle senden selamı sabahı kesen, bu hırsın çifte kumrularını, bırak artık. Biliyorum, kapı ardından bunlara şahit olduğumu bilsen onlara değil bana kızarsın. O ışık yanık kalsın da seni görsünler diye boşluğa el sallayıp duruyorsun. Kalktı kardeşliğin gemisi bizim limanımızdan. Kabul et artık! Bak hala duruyor. İki de bir Zühallerin kapıya bakma öyle mahzun. Olmuyor olmayınca. Düzelmediyse senden değil ya. Çocuk, çocukluk etti, kalsın orda. Kaynanası ağlamadı, ardından senin ağladığın kadar. İstanbul her sevenini basmıyor kucağına. Ne İstanbul şiirleri bilirdi değil mi? İstanbul’a da şiirlerine de lanet okuyarak gitti şiir kız. Kanadı kolu kırıldı da bir kini kırılmadı. Hançerleyip gitti. Yüzüne bakmazdım ben olsam. Kimle görüştüğüm var ki zaten. Gidip giyineyim. Yüzüme bakınca üç çocuk annesi değil yirmisinde genç kız gören Suna ablam, kimselere söyleyemediğim hastalığımı sana nasıl diyeyim. Baksana şu aynadaki halime; korku filminde çıkmış gibiyim, bacaklarımda morluklar, sarı, turuncu yara izleri, içime işleyen sancı izleri, kulağımın üzerinden başlayıp yukarı çıkan döküntü. Suna ablam; Zuhal şiir okur, gözün ışır be! Ben “Yine gam yükünün kervanı…” diye başlayan türküyü söylerim ışıyan gözün yaşarır. O Türküdeki gam yükünün kervanı gene geldi, hadi bölüşelim desem ne dersin? Abla ben ölsem mi? Dediğimde tokat yemiş gibi sarsılmış sonrada bir şey söylemeden sarılıp ağlamıştın. Şu aynadaki halimi görsen kızım deyip gene ferah sözler söyleyebilir misin? Bu kadar iyi olma be abla! Bilmiyorlar. Bi daha bakayım, kadın hala bekliyor. Yok, gitmeyecek bu, Sema olcak, kapıyı açıp da kötü bir şey derse, ben yolarım o karıyı. Hemen giyineyim. E be ablam sen de sigaraya da kızıyorsun. Yeni söndürdüm, kokacak artık biraz. Şu pencereyi açayım. Sese bak! Ne oynuyor bizim kızlar öyle? Sek sek çizgilerinin arasında körebe, bu zamane çocuklarına da akıl sır ermiyor yahu. Neyse şu kadını alayım içeri. Zühal’e de bana da koymuş aşure. Onun köyün cevizi, bizim köyün fındığı derken…
Cümle aldı başını gitti. Kadın düştü yere. Düşte kaldırdı cümleyi kadın. Koronun körebesi yeni oyunlar kurdu. Hep birlikte yeni tekerlemeler söylediler. “ Kinini ve kibrini akılla örten körü kim ikna edebilir? İnandıran ebee!
Kadından bir cümle düştü yere, çınardan bir yaprak, adı güz oldu.
İbrahim Eyibilir

20 Şubat 2016 Cumartesi

FOTOĞRAF HİKAYESİ 16
YEDİ İKLİME DAİR


(Bana sorulan bir soruya verdiğim cecaptır.)

Ali Haydar Haksal’ın ve Yedi İklim’in sizin için önemi, yeri nedir? Bu insanı ve mektebi, sizde uyandırdığı duyguları söze dökmeniz gerekse neler söylersiniz?

            Samsun’u bilenler, meşhur Çiftlik Caddesini de bilir. O caddenin en pahalı tatlıcısına sevgili dostum Orhan’ı neredeyse sürükleyerek götürdüm. Bir kutlama yapıyordum. Üniversite öğrencisi için oldukça lüks olan bu yerde, merkez bir dergide, Yedi İklim Dergisi’nde yazımın yayınlanmasını kutluyorduk. Kendimi o anda ne olarak gördüğümü hatırlamaya bile utanıyorum. Ayaklarım yerden kesilmiş, son zamanların en önemli yazarı edalarıyla dolaştım bir süre. Bu sevincin öncesi, öğrencilik yıllarına kadar gidiyor. Sınıf gazetesinde titreyen şiir, kendi çapında önemli olan bir okul yarışmasında alınan hikâye ödülü, kanayan hüzün, üniversitede Cemil Meriç, İsmet Özel ve Sezai Karakoç arasında neye uğradığını şaşırmış bir zihnin, kendi çapında dergi çıkarma girişimlerinin geldiği eşikti. Değerli hocam Şaban Sağlık aracılığıyla telefonla görüştüğümde tanıdık bir sesti duyduğum. Aynı dünyanın aşinalığı benim kendimi Yedi İklim’de görmemi kolaylaştırdı. Yirmi yıl geriye, bugünden bakınca ne kadar toy ve sınırları zorlayan bir ukalalık varmış üstümde. Ben ve benzerlerime bilge bir tebessümle tahammül eden bir dost, bir ağabeydi gördüğüm.
            İlk karşılaşmamız, Kadıköy- Kurbağalıdere’de, altı inşaat malzemesi üstü dergi bürosu olan yerde oldu. Yedi İklim’in meşhur kütüphanesinin koridor boyunca size eşlik ettiği loş bir mekândı. Artık Tekirdağ’da öğretmendim. İstanbul’a her gelişimde uğradığım “ev”di Yedi İklim. Önceleri pek de farkında olmadığım sonra idrak ettiğim büyük bir dünyanın eşiğindeydim. Edebiyat dünyası da diyebilirsiniz buna ya da “yazar” kimliğinin ruhunuza tebliği…
            Kadıköy’de unutamadığım ve öğretici olan karşılaşmalarım oldu. Bunun ilki bende silinmez iz bırakan, rahmetli Erdem Beyazıt ile bir iftar yemeğinde aynı masada olmaktı. Yutkunup hiçbir şey diyemediğimi hatırlıyorum. Yine bir Cuma akşamı iskeleden bir misafir almaya giden Ali Haydar ağabey Lale Müldür’le dönmüştü. Bir başka akşam Kemal Sayar beni iskeleye bıraktı. Her birisinin ayrı bir öğreticiliği vardı. Çizginin şairi diye bildiğim Hasan Aycın üstatla karşılaşmak, modern zamanların dervişi duygusu bıraktı bende. Bu dönemde “teyzemin radyosu”na giren “kapı” ve “usta işi” hikâyeleri ortaya çıktı. Bunda oradaki solunan havanın etkisi büyüktü. Bunlar iki binli yılların başına kadar devam etti.
            Hani hep söylenir ya “şiiri buldu şiiri bıraktı” diye. Bende öyle olmadı tabi şiir yoktu zaten ama evlendikten sonra dört yıl kadar bir şey yazamadım. Gözlerimi kapadığımda beni yazarlığa ve yazmaya uyandıran benden umudunu kesmeyen bir tavırdı Yedi İklim. Onca yıl derginin yazarı ve dergi de telifimmiş gibi bana dergi gönderildi. O fetret döneminden sonra tekrar yazmaya başlamamda bu tavrın önemli yeri var. “şair masalı” geldi uzun bir aradan sonra. Dergide yer bulamasa da kalemle aramın kapanmasında önemli idi. “emanet misafir” Yedi İklim’de aradan sonra yayınlanan ilk hikâyem oldu.
            “emanet misafir” den sonra uğramaya yüzüm oldu. Kadıköy’den Maltepe’ye taşınmıştı dergi, oraya gittim ziyarete. Kadıköy’den sonra burada içim sızlamadı dersem yalan olur. Yine kitaplar yine dergiler vardı ama bir şeyler eksikti sanki. Belki benim o ilk zamanlardaki kendime güvenimi yitirmiş olmamın da böyle algılamamda etkisi olabilir. Birileri için hayal kırıklığı olduğumu düşünmeye başlamıştım. Zira benle beraber yola çıkan birçok arkadaşım ilk kitabını çıkarmıştı. Ben birkaç iyi hikâyede kalmıştım sanki. Kalemi elime aldığımda kendime verdiğim bir söz vardı “Ben üste para vererek kitap bastırmayacağım.” Bana bu bilinci veren Yedi İklim oldu. Şimdilerde imza günü de dâhil toptan fiyatına yazarlık pazarlanırken o pazara malzeme olan kalemlere hem üzülüyorum hem de acıyorum. Bu kadar ucuz ve kolay olanın kalıcı olamayacağını görebilecekleri bir ortamdan yoksun olmaları en büyük eksikleri. Sosyal medyanın sanal şöhreti, sözde bilinirliliği artırması gibi etkiler şimdilerde dergilerin nicelikten çok niteliği artıran o olumlu özelliğini unutturdu gibi. Ancak işin ehli biliyor ki nitelikli eserler vermek gene böyle okul (ekol) olmuş dergiler çevresinde oluyor.
            Sonradan İstanbullu olduktan sonra dergiyle ilişkilerimiz daha sıkı olmaya başladı. Her Cuma akşamı, Yedi İklim buluşmaları herkese açık bir ders niteliğinde devam ediyor. Şimdi daha ferah bir mekânda, Üsküdar’da,  ben her gidişimde öğrenmeye devam ediyorum. Her gidişimde yazmaya susayarak dönüyorum.
            Geçen yıl bir dosya olarak hikâyelerimi topladığımda isminin “teyzemin radyosu” olmasında da yine Ali Haydar ağabeyin etkisi oldu. Bununla kalmadı, dergi sayfalarında da görsel ve yazı olarak da yer aldı.
            Yukarıdaki soru Yedi İklim ve Ali Haydar Haksal’ın benim için önemi ve yeri yönünde olduğu için bendeki karşılığının üzerinden geçerek yazmaya çalıştım. Oysa üç yüz sayıyı çoktan aşmış olan yedi İklim; son yirmi yıl içinde “bizde” eli kalem tutan herkesle yolu kesişmiş olan, bir şekilde yol, eşik olmuş önemli bir okuldur. Yolumun Yedi İklim’le, Ali Haydar Haksalla kesişmesi benim için de bir bahttır vesselam.
           

              İbrahim Eyibilir

12 Şubat 2016 Cuma

İtiraf: İçimde, suya sabuna dokunmayan bir alçak gezdiriyorum. O susuyor ben utanıyorum

 FOTOĞRAF HİKAYESİ 35 (yedi iklimde ve bir ortak kitap çalışmasında yayınlanan yazı i.e) 1984’TE ZORBA VE DİL             Bin dokuz yüz do...