9 Haziran 2013 Pazar

HUZUR EVİ
-           Emine Hanım! Çay çok güzel olmuş.
Yağmur damlalarının camdan süzülüşünü izledi yarı oturur vaziyette. Bir buğu yükseldi ince kıvrımlarla havaya. Evlerinin bahçesine benzeyen avluyu gördüğü bu köşeyi, çok severdi. Çınar ağacının sararmış son yaprakları ikindi gününün sarısında, üstündeki damlalarla yana döne pencerenin önünden inerken, derin bir iç çekti, huzurla sunulmuş çayın kokusunu, buğusunu içine çeker gibi. Kıpır kıpır dudaklarının seyri, beyaz sakallarının titremesinden belli oluyor.
-           İhsan Bey,  anladım çay tazelenecek.  Torunlar bahçeyi şenlendirdiler, onlara dalmışım.
Geven dikenin dibine ateş sürdü. İsle siyaha çalmış, aslı mavi olan çinko çaydanlık birazdan kaynamaya başladı. Pilli radyonun, Küçük Sazak yaylasının çayırlığına yayılan, yetmişli yıllara ait kafası karışık haberleri dindi. Çoban misafirine çay doldurdu. İkram edilen, şehirli sigarayı kabul etti. Misafire biteviye tebessüm etti. Misafir konuştu dışından, çoban içinden “bu çocuk âşık!” dedi. Hiç Emine’den bahsetmese de çoban Emine’yi dinledi. “Bunca şehir gez, elin kalem dilin kelam tutsun, sen gel bir Yörük kızına tutul kal!”
-           Farkındayım, farkındayım. Hani biz de çaylarımızı alıp balkona çıksak. İkindi güneşinde kitapların, kütüphanenin tadına doyulmuyor ama şu bahçedeki şenlik her zaman bulunmuyor, hazır bulmuşken yan yana çaylarımızla içsek…
Elini tuttum, buz gibi, titriyordu. Köyün tek arabasının –haberli olsa da- gelmesi biraz zaman alacak. “Eminem! Muhtara tembih ederim çevirmeli telefondan arar doktoru, biz varana kadar hazır olur, dayan biraz!” İlk kez karımın kitaplara sitem edişine hak vermiştim. Evet, onlara verdiğim parayla bir arabamız olabilirdi. Tozlu köy yolundan kasabaya varana dek kaç yıl kaç ay geçti bilemedim. Bekir’imi kucağıma aldım ya! Geçti hepsi…
-          Neyi içsek çayla İhsan Bey?
-          Huzuru sultanım huzuru!
-           Anlaşıldı gene bir şeyler yazmak üzeresiniz. Siz sehpayı alın ben çayları, çıkalım balkona.
-          Gelinler ne yapıyorlar?
Bekir evin ortasında bir aşağı bir yukarı tur atmaktan sıkıldı. Karısına söylemeyi düşündüğü vazgeçip anasına söylemeyi düşündüğü ne varsa unuttu. Ne istiyorlar birbirinden ya da birlik olup ne istiyorlar benden diye kendi kendini yemeye devam etti. Babası gene kitaplarına kaçmıştı. Annesi bir şeyler söylerdi, söylenirdi ama babası; sitem dolu tebessümler takınır bir şey söylemezdi. Evet, başka bir eve taşınmalı idi. Her gün her gün bu kavga canıma yetti diyemese de çocukların okulu iyi bir bahane olurdu.
-          Bahçeye indiler.  Salça çıkarıyor küçük gelin, büyüğü pekmez kaynatacak herhalde.
Bekir, babasını dedesinin ölümünden sonra ikinci kez ağlarken görmüştü. Kitapların olduğu rafın önünde durmuş, torunu Ali’nin resmini eline almıştı. Uzun uzun resme, sonra yüzüne baktı. Birkaç kez yutkundu. Aklından geçen onca cümleyi de yuttuğu belli oluyordu. “özlüyorum be oğlum! Arayı bu kadar uzatma!” diyebildi. Cümlelerini tutabildiği kadar gözyaşlarını tutamadı. İş diyecek oldu olmadı, bahane söyleyemedi, sadece; “Tamam baba!” diyebildi.
-          Torunların bayılıyor şu çınarın sararmış yapraklarıyla oynamaya, yoksa şimdiye temizlerdim.
Babam ne bulur bu köyde bilmem ki. Ahmet’i de alırım yanıma, çocukları da okul yüzü görür. Şu tarlaları da işleyemiyoruz zaten. Ahmet, her gelişimde, ekip biçtiğinin karşılığını alamamaktan şikâyet ediyor. Babamdan başka kimsenin köyde kalası yok. Babam evet dese anam ne diyecek! Bildim bileli anam, gözüne bakar bu adamın. Kitaplardan kıskanır bir tek! Ha köy ha şehir, kitaplarını nere isterse götürür. Şu su altındaki tarlaları satsak yeter. Altımdaki arabanın her yerinden ses geliyor, ev desen dökülüyor.
-     Olsun sonra temizleriz. Şunların yaprakları savuruşlarına bi bakın! Sonbahar serinliği de başladı. Size hırka falan getireyim mi?
-     Yok, Emine Hanım! Yaşlandık, artık içeri geçelim.
            O yörük yaylasından ne kaldı sende Emine’m? Kitaplarımı kıskandığını bilsem de onları silerken Mushaf siler gibi titreyen ellerinden ne kadar hürmet ettiğini de biliyorum. Senin gözlerine bakarken ne kadar kendimden geçiyorsam onlara bakarken de öyle olmalı ki gücendiğini hissettiriyorsun gözlerinle. Ne zaman Bekir geldi o gözlerinin denizi duruldu. Sonra Ahmet derken çocukların gözlerinden, sözlerinden akar olduk birbirimize. Onlar büyüdü, biz yaşlandık. Dünya mı değişti biz mi fark etmedik, çocuklarımız başka başka oldu. 
-          Anladım, kâğıttakinin çağrısı ağır bastı değil mi?
-          Yapmayın Emine Hanım! En güzel hikâyemin ne olduğunu biliyorsunuz.
“Kırık bir taş plak gibi bizimkisi; kırık bir taşra hikâyesi.” diye diye bana da öğrettin kitapların sana ne ettiğini. Artık vazgeçtim seni buralara çağırmaktan, ömrümü senin yanında geçireyim diye tutundum satırlarına. Gözüm kaldı elin dayalı döşeli evlerinde, diyemedim. Dergilerin kitapların kokusundan mahrum kalmayasın diye almadım o pahalı kokuları. Sende neyi çoğalttılarsa bana da yetti. Bunlara yetmiyor İhsan’ım yetmiyor! Daha güzel ev, daha yeni araba istiyorlar… Evlat bu, kızamıyorum, kıyamıyorum. Ne yapsak? Evi mi satsak? Yoksa? Bakma bana öyle evet onları da…
-          İhsan Amca! İhsan Amca!
-          Hımm
-          İhsan Amca! Uyanın ilaç saatiniz geldi.
-          Canım geçmiş evladım, duymadım.
-          Olsun İhsan Amca! Buyurun bu da suyunuz. Ha! Sizin kitapları getirttik sonunda.
-          Hımm iyi… Onlar bile buraya gelmekte nazlandılar demek ha! …


İbrahim EYİBİLİR

(Yedi iklim dergisi/mayıs 2013)

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

 FOTOĞRAF HİKAYESİ 35 (yedi iklimde ve bir ortak kitap çalışmasında yayınlanan yazı i.e) 1984’TE ZORBA VE DİL             Bin dokuz yüz do...