HUZUR
EVİ
- Emine Hanım! Çay çok güzel olmuş.
Yağmur
damlalarının camdan süzülüşünü izledi yarı oturur vaziyette. Bir buğu yükseldi
ince kıvrımlarla havaya. Evlerinin bahçesine benzeyen avluyu gördüğü bu köşeyi,
çok severdi. Çınar ağacının sararmış son yaprakları ikindi gününün sarısında,
üstündeki damlalarla yana döne pencerenin önünden inerken, derin bir iç çekti,
huzurla sunulmuş çayın kokusunu, buğusunu içine çeker gibi. Kıpır kıpır
dudaklarının seyri, beyaz sakallarının titremesinden belli oluyor.
- İhsan Bey, anladım çay tazelenecek. Torunlar bahçeyi şenlendirdiler, onlara
dalmışım.
Geven
dikenin dibine ateş sürdü. İsle siyaha çalmış, aslı mavi olan çinko çaydanlık
birazdan kaynamaya başladı. Pilli radyonun, Küçük Sazak yaylasının çayırlığına yayılan,
yetmişli yıllara ait kafası karışık haberleri dindi. Çoban misafirine çay
doldurdu. İkram edilen, şehirli sigarayı kabul etti. Misafire biteviye tebessüm
etti. Misafir konuştu dışından, çoban içinden “bu çocuk âşık!” dedi. Hiç
Emine’den bahsetmese de çoban Emine’yi dinledi. “Bunca şehir gez, elin kalem
dilin kelam tutsun, sen gel bir Yörük kızına tutul kal!”
- Farkındayım, farkındayım. Hani biz de
çaylarımızı alıp balkona çıksak. İkindi güneşinde kitapların, kütüphanenin
tadına doyulmuyor ama şu bahçedeki şenlik her zaman bulunmuyor, hazır bulmuşken
yan yana çaylarımızla içsek…
Elini
tuttum, buz gibi, titriyordu. Köyün tek arabasının –haberli olsa da- gelmesi
biraz zaman alacak. “Eminem! Muhtara tembih ederim çevirmeli telefondan arar
doktoru, biz varana kadar hazır olur, dayan biraz!” İlk kez karımın kitaplara
sitem edişine hak vermiştim. Evet, onlara verdiğim parayla bir arabamız
olabilirdi. Tozlu köy yolundan kasabaya varana dek kaç yıl kaç ay geçti
bilemedim. Bekir’imi kucağıma aldım ya! Geçti hepsi…
-
Neyi içsek çayla İhsan Bey?
-
Huzuru sultanım huzuru!
-
Anlaşıldı gene bir şeyler yazmak üzeresiniz.
Siz sehpayı alın ben çayları, çıkalım balkona.
-
Gelinler ne yapıyorlar?
Bekir
evin ortasında bir aşağı bir yukarı tur atmaktan sıkıldı. Karısına söylemeyi
düşündüğü vazgeçip anasına söylemeyi düşündüğü ne varsa unuttu. Ne istiyorlar
birbirinden ya da birlik olup ne istiyorlar benden diye kendi kendini yemeye
devam etti. Babası gene kitaplarına kaçmıştı. Annesi bir şeyler söylerdi,
söylenirdi ama babası; sitem dolu tebessümler takınır bir şey söylemezdi. Evet,
başka bir eve taşınmalı idi. Her gün her gün bu kavga canıma yetti diyemese de
çocukların okulu iyi bir bahane olurdu.
-
Bahçeye indiler. Salça çıkarıyor küçük gelin, büyüğü pekmez
kaynatacak herhalde.
Bekir,
babasını dedesinin ölümünden sonra ikinci kez ağlarken görmüştü. Kitapların
olduğu rafın önünde durmuş, torunu Ali’nin resmini eline almıştı. Uzun uzun resme,
sonra yüzüne baktı. Birkaç kez yutkundu. Aklından geçen onca cümleyi de yuttuğu
belli oluyordu. “özlüyorum be oğlum! Arayı bu kadar uzatma!” diyebildi. Cümlelerini
tutabildiği kadar gözyaşlarını tutamadı. İş diyecek oldu olmadı, bahane söyleyemedi,
sadece; “Tamam baba!” diyebildi.
-
Torunların bayılıyor şu çınarın sararmış
yapraklarıyla oynamaya, yoksa şimdiye temizlerdim.
Babam ne bulur bu köyde
bilmem ki. Ahmet’i de alırım yanıma, çocukları da okul yüzü görür. Şu tarlaları
da işleyemiyoruz zaten. Ahmet, her gelişimde, ekip biçtiğinin karşılığını
alamamaktan şikâyet ediyor. Babamdan başka kimsenin köyde kalası yok. Babam
evet dese anam ne diyecek! Bildim bileli anam, gözüne bakar bu adamın.
Kitaplardan kıskanır bir tek! Ha köy ha şehir, kitaplarını nere isterse
götürür. Şu su altındaki tarlaları satsak yeter. Altımdaki arabanın her yerinden
ses geliyor, ev desen dökülüyor.
- Olsun sonra temizleriz. Şunların yaprakları
savuruşlarına bi bakın! Sonbahar serinliği de başladı. Size hırka falan
getireyim mi?
- Yok, Emine Hanım! Yaşlandık, artık içeri
geçelim.
O yörük yaylasından ne kaldı sende
Emine’m? Kitaplarımı kıskandığını bilsem de onları silerken Mushaf siler gibi
titreyen ellerinden ne kadar hürmet ettiğini de biliyorum. Senin gözlerine
bakarken ne kadar kendimden geçiyorsam onlara bakarken de öyle olmalı ki
gücendiğini hissettiriyorsun gözlerinle. Ne zaman Bekir geldi o gözlerinin
denizi duruldu. Sonra Ahmet derken çocukların gözlerinden, sözlerinden akar
olduk birbirimize. Onlar büyüdü, biz yaşlandık. Dünya mı değişti biz mi fark
etmedik, çocuklarımız başka başka oldu.
-
Anladım, kâğıttakinin çağrısı ağır bastı
değil mi?
-
Yapmayın Emine Hanım! En güzel hikâyemin
ne olduğunu biliyorsunuz.
“Kırık bir taş plak gibi bizimkisi;
kırık bir taşra hikâyesi.” diye diye bana da öğrettin kitapların sana ne
ettiğini. Artık vazgeçtim seni buralara çağırmaktan, ömrümü senin yanında
geçireyim diye tutundum satırlarına. Gözüm kaldı elin dayalı döşeli evlerinde,
diyemedim. Dergilerin kitapların kokusundan mahrum kalmayasın diye almadım o
pahalı kokuları. Sende neyi çoğalttılarsa bana da yetti. Bunlara yetmiyor
İhsan’ım yetmiyor! Daha güzel ev, daha yeni araba istiyorlar… Evlat bu,
kızamıyorum, kıyamıyorum. Ne yapsak? Evi mi satsak? Yoksa? Bakma bana öyle evet
onları da…
-
İhsan
Amca! İhsan Amca!
-
Hımm
-
İhsan
Amca! Uyanın ilaç saatiniz geldi.
-
Canım geçmiş
evladım, duymadım.
-
Olsun
İhsan Amca! Buyurun bu da suyunuz. Ha! Sizin kitapları getirttik sonunda.
-
Hımm
iyi… Onlar bile buraya gelmekte nazlandılar demek ha! …
İbrahim EYİBİLİR
(Yedi iklim dergisi/mayıs 2013)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder