FOTOĞRAF HİKAYESİ 35 (yedi iklimde ve bir ortak kitap çalışmasında yayınlanan yazı i.e)
1984’TE
ZORBA VE DİL
Bin dokuz yüz doksan yedide güney doğunun ücra bir
köyünde asker öğretmenlik yaparken “Ceylanı Vurdular” ve “Ceylana Mektup” adlı
iki hikâye yazdım. Fablı andıran bu iki devam hikâyesi; yangın çıkan bir
ormanda, ceylanın gözünden ormanı domuzların nasıl ele geçirdiğini anlatır. İki
bin dokuzda “Sinek”, geçen yıl içinde ise
“1948” adlı hikâyem yayınlandı. Farkındayım bir yazarın yazıya,kendi hikâyelerinden
bahsederek başlaması; en azından çiğ, bayağı bulunabilir. Bu yazının bendeki
karşılığının, öncesinin olduğunu ve beni nasıl etkilediğini okurla paylaşmak
istedim. Etki konusu bir benim üzerimde değil tabii; tür ve içerik olarak
altmış yıldan beri edebiyat ve sinema çevrelerini etkilemeye devam ediyor.
George Orwell “Hayvan Çiftliği” ve “1984” ile bir dönemi ya da ideolojiyi değil
insanlık tarihindeki tüm zorbaların ruh fotoğrafını çekmiştir adeta. Yıllar
geçtikçe bu karabasanın, ütopya sanılan gerçekliğiyle yüzleştikçe eser tam bir
klasik halini almıştır.
Aslında; üzerimde etkisi daha yoğun olan bilim kurgunun
dâhi yazarı Jules Verne’i yazmak isterdim. On sekizinci yüzyılın bilimsel
coşkusunun tamamını, bitmez bir merak ve macera tutkusuyla böyle güzel
harmanlamış yazarın, okuma sevincine katkısı elbette yazılmalıydı. Geleceğe
dair umutları yeşerten bu güzel eserlerin yanında dünya hızla değişiyor ve bin
dokuz yüzlü yılların karabasanı, zorbalar çağı olarak doğuyordu. Fransız
devrimiyle kralları deviren insanlık, yeni zorbalar türetirken, kaldırdığı
kölelik yerine daha ağır, makine köleleri icat etmiştir; hepsi de kölelerden
daha mekanik. Charlie Chaplin’in Şarlo’su makine dişlileri arasına sıkışıp
kalmıştır. Nazım’da “Makinalaşmak istiyorum/ trrrum/ trrrum/ trrrum/ trak tiki tak / Makinalaşmak istiyorum”
şeklinde karşılık bulan bu dönem, on sekizinci yüzyılın coşkusunu yitirip,
yirminci yüzyılın karabasanına doğru koşmaktadır. Edebiyat başta olmak üzere
bütün sanat dallarının da bu değişimden etkilenmemesi mümkün değildi. Zorba,
zorunu kurarken, çiçekli böcekli güzel sözlerden oluşan bir bohçaya sarıyordu
zehrini.
George
Orwell, yukarıda ana hatlarını çizmeye çalıştığım dönemin içinde yaşamış,
Hindistan’da kısa bir dönem polis olarak görev yaparken, zorbanın her zoruna
şahit olmuştur. Verem tedavisi gördüğü bin dokuz yüz kırklı yılların başında
yazmaya başladığı eserini 1948 de tamamlamıştır. Ütopya yazmak; doğu ve batıda
neredeyse bir gelenek ise de bu eser için karşı ütopya tanımlaması daha doğru
bulunmuştur. İçerisinde manifesto içeren düşlerden oluşan bu ütopyaların
yanında 1984 bir karabasan, bir karşı ütopya olarak kalmıştır. Bilim kurgu ya
da distopya olarak adlandırılması bu yönüyle daha doğru diye düşünüyorum.
Yazıldığı dönem içinde komünist eleştiri gibi yorumlansa da ( ki bunu haklı
çıkaracak sebepler varsa da) günümüzden bakıldığında ideolojilerden ve
inançlardan bağımsız olarak insanın içinde gezdirdiği karanlık yanının izini
sürmüş ve insanlığı buna karşı uyarmış bir distopya romanıdır.
Steven
Spielberg’in Azınlık Raporu ya da günümüzün popüler dizisi Black Mirror (Kara Ayna)
gibi sinema filmi ve dizilerde etkisini ve izini gördüğümüz 1984 hakkında,
kitap boyutunda inceleme yazılması gereken bir fenomen artık. Bu sebepten
yazının alanı başlıktan da anlaşılacağı üzere daraltıldı. Orwell’ın neredeyse
eserin tamamında inşa ettiği “Yeni söylem” zorbalık tarihinin ortak zulmü desek
yanlış olmaz. Zorbanın, dil üzerindeki zorbalığı bu yazının temelini
oluşturacak.
Edebi
eserler için neredeyse klişeye dönüşmüş olan -atmosfer oluşturmak- nedir
sorusunun cevabı diyebileceğimiz bir romanla karşı karşıyayız. Gri, köhne,
kaynamış lahana kokusu, taşmış lağım ve kasvetli bir hava bu bahsettiğimiz
atmosferi oluşturur. Bu atmosfer roman karakterlerinin güvensiz, belirsiz ve
ifadesiz tiplemeleriyle pekiştirilir.“Savaş Barıştır/ Özgürlük Köleliktir/
Cahillik Güçtür” sloganıyla Okyanusya’nıntüm duvarları doldurulmuştur. Bu
slogan İngsocideolojisinin beyin yıkama temel kodudur neredeyse. Okyanusya’nın
her yeri Büyük Birader’in gözleriyle donanmıştır. Evin en ücrasını görecek
şekilde konumlanmış tele-ekran aracılığıyla gözetlemeye her yerde her an devam
etmektedir. Winston ana karakter, Varlık
Bakanlığında arşiv görevlisi olarak çalışmaktadır. Kitapta bakanlık adları
binaları ve bunlarla ilgili kısaltmalar detaylıca verilmektedir. Her durum ve
yer için arka fonda ( tele ekranlar aracılığıyla) bir slogan yer almakta, artık
hareketlerin yüzde yüz kontrol edilmesi yetmemiş zihinlerin de
şekillendirilmesi ve yönetilmesi amaçlanmıştır. Bireyler birbirinin en büyük
tehdidi, çocuklar ebeveynlerinin her an celladı haline gelmiştir. “Nefret
Haftası” gibi etkinlikler yıkanmış beyinlerin kontrol edilme anıdır. Bir anlık
bakış, îma düşünce polisine gidebilecek bir ihtimaldir. “Buharlaşma” sistemin
yok etme biçimine verilen addır.
Kelimenin tam anlamıyla buharlaştırılan insanlar; fiziken, fiilen ve
fikren tüm kayıtları silinen insanlar. Winston bu silişlerin ve yazılışların
düzenlendiği bakanlıkta Büyük Biraderin tutmayan öngörülerini tutarlı yapıp,
geçmişi ve geleceği düzenlemektedir. Geçmişi kontrol etmenin geleceği de
kontrol etmek olarak gören anlayış, neredeyse zaman ve mekân algısını yok etmek
üzeredir. Bir kalem bir defter ve tele ekrandan saklı bir köşe,Winston için bir
çıkış bir kaçış noktası olmaktadır.
Kirli,
kasvetli, boğucu atmosfer içinde Winston için insan kokan iki şey vardır;
annesini gördüğü rüyası ve belinde kırmızı kuşağıyla cinsellik karşıtı olduğunu
gösteren Julia… Sistem eleştirisi,
kitabın tamamına o kadar sinmiştir ki kurgunun en insani yanı; Winston’ın
çocukluğu ve Julia’ya olan ilgisi sisler arkasındadır. Hatta bu ilişki
üzerinden bir başka yasak eleştirilmiştir. Kendi olmanın ve belleğini geri
almanın, bunu bir şekilde geleceğe bırakmanın sancısı Winston’a günlük
tutturur. Böyle bir şey yapmak değil aklından geçirmenin düşünce suçu olduğunu
bilir. Buharlaşma ihtimalini göze alarak yazar…
Girişte
de değinildiği gibi bu distopya, etkisini yayınlandıktan sonra artırarak
sürdürdü. Bu etki gücünü, geçmişten bakarak günümüz devletleri ve
politikalarını çok iyi öngörebilmesinde yatmaktadır. Sinema, bu etkinin yoğun
olarak görüldüğü alanların başında gelmektedir. Yaklaşık on iki sinema filminin
bu etkiden yola çıkarak çekildiği söylenebilir. Bu sayı günümüzde
çoğaltılabilir de. Bu başlı başına başka bir yazı konusu olacak, öyleyse bu
yazıda; 1984’te ironik bir şekilde İngiltere’de aynı adla (1984) çekilen filmi
temel alacağız. Yönetmen Michael Radford
tarafından sinemaya uyarlandı. John Hurt, Richard Burton, Suzanna Hamilton’un
oynadığı bu filmin senaryosu da yönetmene aittir.
Uyarlamalar,
her zaman aslı eksiltmiştir. Eksiltmiş derken bir eksiklik vurgusu için değil
yapısı gereği iki farklı disiplin - kitap ve film-olduğundan bubir
mecburiyettir. Yoksa “1984”en iyi uyarlama filmlerinden biridir. Yeniden
çekilmesi gündemde olan romanın, bu uyarlamada da aynı başarıyı yakalaması ya
da geçmesi temennimizdir. Yazarın
kitapta oluşturduğu atmosferi sinemanın imkânlarıyla yakalamış yönetmen.
Yazarın sayfalarca anlattığı giriş ve Nefret Haftası etkinliklerine kadar olan
bölümü geriye dönüşler jest mimiklerle başarılı bir şekilde tek sahnede
yansıtmıştır. Bazı yerlerde kitabı aştığı da söylenebilir. Slogan ve beyin
yıkama seanslarının sonunda Büyük Biraderin ilk harfleri olan B Byi trans
halinde, başka bir deyişle vecd ile BBleyen sürü, ürkütücü bir yığın olarak
perdeye yığılır. Kitabın atmosferinde boğulan aşk ve anne, filmde daha fark
edilir durumdadır. Kitapta felsefi eleştiri ve yazma tutkusu daha belirgin iken
filmde sönük kaldığı söylenebilir. Sistemin kayıtsız iman edeni Winston’un
komşusu ve arkadaşı perdede kitapta olduğundan daha başarılı bir şekilde
yansıtılmıştır. Türk efsanelerinde yer alan, bize Cengiz Aytmatov tarafından
yeniden hatırlatılan “mankurt” varlığının nasıl olabileceğinin, bu tiplerde ete
kemiğe bürünmüş gibidir adeta. Aslında zorbanın ya da insanlık tarihindeki tüm
zorbaların hedefinde böyle köleler oluşturmak yatmaktadır. Fikren ve fiilen
denetlenebilen bedenen ve ruhen tam teslim olmuş “vatandaşlar” yaratmak. Tüm
zorba tarih boyunca düşünceyi denetlemenin ilk yolu dili denetlemek olarak
ortaya çıkmıştır. Filmde ve kitapta bu dil değiştirme ve denetleme zorbalığı
her yönüyle başarılı bir şekilde ortaya konmuştur.
“Çok
basitti. Tek gereken, kendi belleğinize karşı sonu gelmeyen zaferler
kazanmamızdı. “gerçeklik denetimi” diyorlardı buna: Yeni Söylem ’de “çiftdüşün”
(1984/s.45) bu satırlarda çerçevesi çizilen insan beynini ve ruhunu
buharlaştırma tasarısı başka bir diyalogda şöyle belirtilir: “ Winston,
gürültüyü bastırmak için sesini yükselterek, “Sözlük nasıl gidiyor?” diye
sordu.
“Yavaş
gidiyor,” dedi Syme. “Sıfatlara geldim. Büyüleyici.”
Yenisöylem’den
söz açılınca canlanıvermişti. Yemek kabını yana itti, zarif ellerini uzatıp
ekmeğini ve peynirini aldı, bağırmadan konuşabilmek için masanın üzerine
eğildi.
“On
Birinci Baskı, nihai baskı,” dedi. “Dile son biçimini veriyoruz; başka bir dil
konuşan hiç kimse kalmadığında alacağı biçimi. Sözlüğü tamamladığımızda, senin
gibilerin dili yeni baştan öğrenmeleri gerekecek. Bana öyle geliyor ki, sizler
asıl işimizin yeni sözcükler icat etmek olduğunu sanıyorsunuz. Oysa ilgisi yok!
Sözcükleri yok ediyoruz; her gün onlarcasını, yüzlercesini ortadan
kaldırıyoruz. Dili en aza indiriyoruz. On Birinci Baskı ’da, 2050 yılından önce
eskiyecek tek bir sözcük bile bulunmayacak.” (1984/s.61 çv: Celâl Üster)
Sürekli
bir savaş hali içinde, tedirgin ve tehditkâr kitleden oluşan Okyanusya’da,
tele-ekranın altında tüm bunlara isyanını yazan adamın dramı, trajedisi adını
ne koyarsanız, soğuk ve öfkeli bir ağıtın kayıtları kitabın sayfalarına, filmin
perdesine düşmektedir. Kitap da film de okur ve izleyici de farklı karşılıklar
bulacağı muhakkaktır. Bir yazarın umudu, Winston’un kaleminde ve kâğıdında
görmesi,benim için en etkileyici olanıdır. Karabasanın en karanlık anında bile
sözcüklere sarılması en insani olanı sanki.
Günümüzde
her anını gönüllü tele ekrana kaydeden insanlar, 1984’ün gönüllü yurttaşları
neredeyse. Bu verilerin seçimleri etkilediği fark edilmese, sorgulanmayacak bir
“Nefret Haftası” etkinliği gibi sonu BBleyerek bitecek bir körlüktü. Büyük
Birader bizi tüm dünyada gözlemeye devam ediyor. Hatta Çin’de tek tek yüzleri
tarayarak, not vererek, milyarlarca insanı bir hayal âleminde yaşatabilmektedir.
Bunu yapamadığı Okyanusya dışındakilerin de ruhunu satın alarak, Uygur Türklerini
kamplara alarak soy kırmaktadır. Tele-ekranlara bakarak kedi videoları
izlemektedir, 1984’ün sade vatandaşları.
Başta
da belirttiğim gibi kitap ya da film için kitap boyutunda yazmak mümkün. Dil en
büyük yara idi benim için bu yönüne kısa bir değini bu yazı. Bu konuya ilgi
duymayı sağlar ilham verirse amacını gerçekleştirmiş olacaktır.
1977’de
kitaba son söz yazan Erich Fromm “1984” için en iyi değerlendirmelerden birini
yapmıştır. Yazıyı bu değerlendirmeyle bitirmek okuru esere yönlendirecektir
diye umuyorum.
“George
Orwell’ın Bin dokuz Yüz Seksen Dört’ü bir ruh halinin dile getirilmesi ve bir
uyarıdır. Dile getirilen ruh hali, insanoğlunun geleceğineilişkin handiyse bir
umarsızlık, uyarı ise, tarihin akışı değişmediği sürece dünyanın dört bir
yanındaki insanların en insani niteliklerini yitirecekleri, ruhsuz otomatlara
(mankurta i.e) dönüşecekleri, üstelik bunun farkına bile varamayacaklarıdır.
Orwell, öteki olumsuz ütopyaların yazarları gibi, bir felaket kâhini değildir.
Bizi uyarmak ve uyandırmak ister. Hâlâ umudu vardır; ama Batı toplumunun daha
önceki evrelerindeki ütopyaların yazarlarının tersine, umarsız bir umuttur bu.
Bin Dokuz Yüz Seksen Dört, bize, bu umudun ancak, bugün tüm insanların karşı
karşıya oldukları tehlikenin, bireyselliği, aşkı, eleştirel düşünceyi tümden
yitireceği gibi bunun ayırdına bile varamayacak bir otomatlar toplumu olup
çıkma tehlikesinin farkına vararak kavranabileceğini öğretir. Orwell’ın bu
yapıtı gibi kitaplar güçlü birer uyarıdır; okuyucu, Bin Dokuz Yüz Seksen Dört’ü
yüzeysel bir biçimde Stalinci barbarlığın bir başka tanımlaması olarak yetinir
ve bizi de (batı) kastettiğini görmezse çok yazık olur…” ( 1984 s. 343 çv.
Celâl Üster)