20 Ocak 2022 Perşembe

 FOTOĞRAF HİKAYESİ 35 (yedi iklimde ve bir ortak kitap çalışmasında yayınlanan yazı i.e)



1984’TE ZORBA VE DİL

            Bin dokuz yüz doksan yedide güney doğunun ücra bir köyünde asker öğretmenlik yaparken “Ceylanı Vurdular” ve “Ceylana Mektup” adlı iki hikâye yazdım. Fablı andıran bu iki devam hikâyesi; yangın çıkan bir ormanda, ceylanın gözünden ormanı domuzların nasıl ele geçirdiğini anlatır. İki bin dokuzda “Sinek”, geçen yıl içinde ise  “1948” adlı hikâyem yayınlandı. Farkındayım bir yazarın yazıya,kendi hikâyelerinden bahsederek başlaması; en azından çiğ, bayağı bulunabilir. Bu yazının bendeki karşılığının, öncesinin olduğunu ve beni nasıl etkilediğini okurla paylaşmak istedim. Etki konusu bir benim üzerimde değil tabii; tür ve içerik olarak altmış yıldan beri edebiyat ve sinema çevrelerini etkilemeye devam ediyor. George Orwell “Hayvan Çiftliği” ve “1984” ile bir dönemi ya da ideolojiyi değil insanlık tarihindeki tüm zorbaların ruh fotoğrafını çekmiştir adeta. Yıllar geçtikçe bu karabasanın, ütopya sanılan gerçekliğiyle yüzleştikçe eser tam bir klasik halini almıştır.

            Aslında; üzerimde etkisi daha yoğun olan bilim kurgunun dâhi yazarı Jules Verne’i yazmak isterdim. On sekizinci yüzyılın bilimsel coşkusunun tamamını, bitmez bir merak ve macera tutkusuyla böyle güzel harmanlamış yazarın, okuma sevincine katkısı elbette yazılmalıydı. Geleceğe dair umutları yeşerten bu güzel eserlerin yanında dünya hızla değişiyor ve bin dokuz yüzlü yılların karabasanı, zorbalar çağı olarak doğuyordu. Fransız devrimiyle kralları deviren insanlık, yeni zorbalar türetirken, kaldırdığı kölelik yerine daha ağır, makine köleleri icat etmiştir; hepsi de kölelerden daha mekanik. Charlie Chaplin’in Şarlo’su makine dişlileri arasına sıkışıp kalmıştır. Nazım’da “Makinalaşmak istiyorum/ trrrum/ trrrum/ trrrum/  trak tiki tak / Makinalaşmak istiyorum” şeklinde karşılık bulan bu dönem, on sekizinci yüzyılın coşkusunu yitirip, yirminci yüzyılın karabasanına doğru koşmaktadır. Edebiyat başta olmak üzere bütün sanat dallarının da bu değişimden etkilenmemesi mümkün değildi. Zorba, zorunu kurarken, çiçekli böcekli güzel sözlerden oluşan bir bohçaya sarıyordu zehrini. 

George Orwell, yukarıda ana hatlarını çizmeye çalıştığım dönemin içinde yaşamış, Hindistan’da kısa bir dönem polis olarak görev yaparken, zorbanın her zoruna şahit olmuştur. Verem tedavisi gördüğü bin dokuz yüz kırklı yılların başında yazmaya başladığı eserini 1948 de tamamlamıştır. Ütopya yazmak; doğu ve batıda neredeyse bir gelenek ise de bu eser için karşı ütopya tanımlaması daha doğru bulunmuştur. İçerisinde manifesto içeren düşlerden oluşan bu ütopyaların yanında 1984 bir karabasan, bir karşı ütopya olarak kalmıştır. Bilim kurgu ya da distopya olarak adlandırılması bu yönüyle daha doğru diye düşünüyorum. Yazıldığı dönem içinde komünist eleştiri gibi yorumlansa da ( ki bunu haklı çıkaracak sebepler varsa da) günümüzden bakıldığında ideolojilerden ve inançlardan bağımsız olarak insanın içinde gezdirdiği karanlık yanının izini sürmüş ve insanlığı buna karşı uyarmış bir distopya romanıdır.

Steven Spielberg’in Azınlık Raporu ya da günümüzün popüler dizisi Black Mirror (Kara Ayna) gibi sinema filmi ve dizilerde etkisini ve izini gördüğümüz 1984 hakkında, kitap boyutunda inceleme yazılması gereken bir fenomen artık. Bu sebepten yazının alanı başlıktan da anlaşılacağı üzere daraltıldı. Orwell’ın neredeyse eserin tamamında inşa ettiği “Yeni söylem” zorbalık tarihinin ortak zulmü desek yanlış olmaz. Zorbanın, dil üzerindeki zorbalığı bu yazının temelini oluşturacak.

Edebi eserler için neredeyse klişeye dönüşmüş olan -atmosfer oluşturmak- nedir sorusunun cevabı diyebileceğimiz bir romanla karşı karşıyayız. Gri, köhne, kaynamış lahana kokusu, taşmış lağım ve kasvetli bir hava bu bahsettiğimiz atmosferi oluşturur. Bu atmosfer roman karakterlerinin güvensiz, belirsiz ve ifadesiz tiplemeleriyle pekiştirilir.“Savaş Barıştır/ Özgürlük Köleliktir/ Cahillik Güçtür” sloganıyla Okyanusya’nıntüm duvarları doldurulmuştur. Bu slogan İngsocideolojisinin beyin yıkama temel kodudur neredeyse. Okyanusya’nın her yeri Büyük Birader’in gözleriyle donanmıştır. Evin en ücrasını görecek şekilde konumlanmış tele-ekran aracılığıyla gözetlemeye her yerde her an devam etmektedir.  Winston ana karakter, Varlık Bakanlığında arşiv görevlisi olarak çalışmaktadır. Kitapta bakanlık adları binaları ve bunlarla ilgili kısaltmalar detaylıca verilmektedir. Her durum ve yer için arka fonda ( tele ekranlar aracılığıyla) bir slogan yer almakta, artık hareketlerin yüzde yüz kontrol edilmesi yetmemiş zihinlerin de şekillendirilmesi ve yönetilmesi amaçlanmıştır. Bireyler birbirinin en büyük tehdidi, çocuklar ebeveynlerinin her an celladı haline gelmiştir. “Nefret Haftası” gibi etkinlikler yıkanmış beyinlerin kontrol edilme anıdır. Bir anlık bakış, îma düşünce polisine gidebilecek bir ihtimaldir. “Buharlaşma” sistemin yok etme biçimine verilen addır.  Kelimenin tam anlamıyla buharlaştırılan insanlar; fiziken, fiilen ve fikren tüm kayıtları silinen insanlar. Winston bu silişlerin ve yazılışların düzenlendiği bakanlıkta Büyük Biraderin tutmayan öngörülerini tutarlı yapıp, geçmişi ve geleceği düzenlemektedir. Geçmişi kontrol etmenin geleceği de kontrol etmek olarak gören anlayış, neredeyse zaman ve mekân algısını yok etmek üzeredir. Bir kalem bir defter ve tele ekrandan saklı bir köşe,Winston için bir çıkış bir kaçış noktası olmaktadır.

Kirli, kasvetli, boğucu atmosfer içinde Winston için insan kokan iki şey vardır; annesini gördüğü rüyası ve belinde kırmızı kuşağıyla cinsellik karşıtı olduğunu gösteren Julia…  Sistem eleştirisi, kitabın tamamına o kadar sinmiştir ki kurgunun en insani yanı; Winston’ın çocukluğu ve Julia’ya olan ilgisi sisler arkasındadır. Hatta bu ilişki üzerinden bir başka yasak eleştirilmiştir. Kendi olmanın ve belleğini geri almanın, bunu bir şekilde geleceğe bırakmanın sancısı Winston’a günlük tutturur. Böyle bir şey yapmak değil aklından geçirmenin düşünce suçu olduğunu bilir. Buharlaşma ihtimalini göze alarak yazar…

Girişte de değinildiği gibi bu distopya, etkisini yayınlandıktan sonra artırarak sürdürdü. Bu etki gücünü, geçmişten bakarak günümüz devletleri ve politikalarını çok iyi öngörebilmesinde yatmaktadır. Sinema, bu etkinin yoğun olarak görüldüğü alanların başında gelmektedir. Yaklaşık on iki sinema filminin bu etkiden yola çıkarak çekildiği söylenebilir. Bu sayı günümüzde çoğaltılabilir de. Bu başlı başına başka bir yazı konusu olacak, öyleyse bu yazıda; 1984’te ironik bir şekilde İngiltere’de aynı adla (1984) çekilen filmi temel alacağız.  Yönetmen Michael Radford tarafından sinemaya uyarlandı. John Hurt, Richard Burton, Suzanna Hamilton’un oynadığı bu filmin senaryosu da yönetmene aittir.

Uyarlamalar, her zaman aslı eksiltmiştir. Eksiltmiş derken bir eksiklik vurgusu için değil yapısı gereği iki farklı disiplin - kitap ve film-olduğundan bubir mecburiyettir. Yoksa “1984”en iyi uyarlama filmlerinden biridir. Yeniden çekilmesi gündemde olan romanın, bu uyarlamada da aynı başarıyı yakalaması ya da geçmesi temennimizdir.  Yazarın kitapta oluşturduğu atmosferi sinemanın imkânlarıyla yakalamış yönetmen. Yazarın sayfalarca anlattığı giriş ve Nefret Haftası etkinliklerine kadar olan bölümü geriye dönüşler jest mimiklerle başarılı bir şekilde tek sahnede yansıtmıştır. Bazı yerlerde kitabı aştığı da söylenebilir. Slogan ve beyin yıkama seanslarının sonunda Büyük Biraderin ilk harfleri olan B Byi trans halinde, başka bir deyişle vecd ile BBleyen sürü, ürkütücü bir yığın olarak perdeye yığılır. Kitabın atmosferinde boğulan aşk ve anne, filmde daha fark edilir durumdadır. Kitapta felsefi eleştiri ve yazma tutkusu daha belirgin iken filmde sönük kaldığı söylenebilir. Sistemin kayıtsız iman edeni Winston’un komşusu ve arkadaşı perdede kitapta olduğundan daha başarılı bir şekilde yansıtılmıştır. Türk efsanelerinde yer alan, bize Cengiz Aytmatov tarafından yeniden hatırlatılan “mankurt” varlığının nasıl olabileceğinin, bu tiplerde ete kemiğe bürünmüş gibidir adeta. Aslında zorbanın ya da insanlık tarihindeki tüm zorbaların hedefinde böyle köleler oluşturmak yatmaktadır. Fikren ve fiilen denetlenebilen bedenen ve ruhen tam teslim olmuş “vatandaşlar” yaratmak. Tüm zorba tarih boyunca düşünceyi denetlemenin ilk yolu dili denetlemek olarak ortaya çıkmıştır. Filmde ve kitapta bu dil değiştirme ve denetleme zorbalığı her yönüyle başarılı bir şekilde ortaya konmuştur.

“Çok basitti. Tek gereken, kendi belleğinize karşı sonu gelmeyen zaferler kazanmamızdı. “gerçeklik denetimi” diyorlardı buna: Yeni Söylem ’de “çiftdüşün” (1984/s.45) bu satırlarda çerçevesi çizilen insan beynini ve ruhunu buharlaştırma tasarısı başka bir diyalogda şöyle belirtilir: “ Winston, gürültüyü bastırmak için sesini yükselterek, “Sözlük nasıl gidiyor?” diye sordu.

“Yavaş gidiyor,” dedi Syme. “Sıfatlara geldim. Büyüleyici.”

Yenisöylem’den söz açılınca canlanıvermişti. Yemek kabını yana itti, zarif ellerini uzatıp ekmeğini ve peynirini aldı, bağırmadan konuşabilmek için masanın üzerine eğildi.

“On Birinci Baskı, nihai baskı,” dedi. “Dile son biçimini veriyoruz; başka bir dil konuşan hiç kimse kalmadığında alacağı biçimi. Sözlüğü tamamladığımızda, senin gibilerin dili yeni baştan öğrenmeleri gerekecek. Bana öyle geliyor ki, sizler asıl işimizin yeni sözcükler icat etmek olduğunu sanıyorsunuz. Oysa ilgisi yok! Sözcükleri yok ediyoruz; her gün onlarcasını, yüzlercesini ortadan kaldırıyoruz. Dili en aza indiriyoruz. On Birinci Baskı ’da, 2050 yılından önce eskiyecek tek bir sözcük bile bulunmayacak.” (1984/s.61 çv: Celâl Üster)

Sürekli bir savaş hali içinde, tedirgin ve tehditkâr kitleden oluşan Okyanusya’da, tele-ekranın altında tüm bunlara isyanını yazan adamın dramı, trajedisi adını ne koyarsanız, soğuk ve öfkeli bir ağıtın kayıtları kitabın sayfalarına, filmin perdesine düşmektedir. Kitap da film de okur ve izleyici de farklı karşılıklar bulacağı muhakkaktır. Bir yazarın umudu, Winston’un kaleminde ve kâğıdında görmesi,benim için en etkileyici olanıdır. Karabasanın en karanlık anında bile sözcüklere sarılması en insani olanı sanki.

Günümüzde her anını gönüllü tele ekrana kaydeden insanlar, 1984’ün gönüllü yurttaşları neredeyse. Bu verilerin seçimleri etkilediği fark edilmese, sorgulanmayacak bir “Nefret Haftası” etkinliği gibi sonu BBleyerek bitecek bir körlüktü. Büyük Birader bizi tüm dünyada gözlemeye devam ediyor. Hatta Çin’de tek tek yüzleri tarayarak, not vererek, milyarlarca insanı bir hayal âleminde yaşatabilmektedir. Bunu yapamadığı Okyanusya dışındakilerin de ruhunu satın alarak, Uygur Türklerini kamplara alarak soy kırmaktadır. Tele-ekranlara bakarak kedi videoları izlemektedir, 1984’ün sade vatandaşları.

Başta da belirttiğim gibi kitap ya da film için kitap boyutunda yazmak mümkün. Dil en büyük yara idi benim için bu yönüne kısa bir değini bu yazı. Bu konuya ilgi duymayı sağlar ilham verirse amacını gerçekleştirmiş olacaktır.

1977’de kitaba son söz yazan Erich Fromm “1984” için en iyi değerlendirmelerden birini yapmıştır. Yazıyı bu değerlendirmeyle bitirmek okuru esere yönlendirecektir diye umuyorum.

“George Orwell’ın Bin dokuz Yüz Seksen Dört’ü bir ruh halinin dile getirilmesi ve bir uyarıdır. Dile getirilen ruh hali, insanoğlunun geleceğineilişkin handiyse bir umarsızlık, uyarı ise, tarihin akışı değişmediği sürece dünyanın dört bir yanındaki insanların en insani niteliklerini yitirecekleri, ruhsuz otomatlara (mankurta i.e) dönüşecekleri, üstelik bunun farkına bile varamayacaklarıdır. Orwell, öteki olumsuz ütopyaların yazarları gibi, bir felaket kâhini değildir. Bizi uyarmak ve uyandırmak ister. Hâlâ umudu vardır; ama Batı toplumunun daha önceki evrelerindeki ütopyaların yazarlarının tersine, umarsız bir umuttur bu. Bin Dokuz Yüz Seksen Dört, bize, bu umudun ancak, bugün tüm insanların karşı karşıya oldukları tehlikenin, bireyselliği, aşkı, eleştirel düşünceyi tümden yitireceği gibi bunun ayırdına bile varamayacak bir otomatlar toplumu olup çıkma tehlikesinin farkına vararak kavranabileceğini öğretir. Orwell’ın bu yapıtı gibi kitaplar güçlü birer uyarıdır; okuyucu, Bin Dokuz Yüz Seksen Dört’ü yüzeysel bir biçimde Stalinci barbarlığın bir başka tanımlaması olarak yetinir ve bizi de (batı) kastettiğini görmezse çok yazık olur…” ( 1984 s. 343 çv. Celâl Üster)

İbrahim Eyibilir

 FOTOĞRAF HİKAYESİ 35 (yedi iklimde ve bir ortak kitap çalışmasında yayınlanan yazı i.e) 1984’TE ZORBA VE DİL             Bin dokuz yüz do...