Beyhude Denemeler 5: Ramazana dair... (geçen yıl ramazan ayında Yedi İklim Dergisi'nde yayınlanan bir deneme. hayırlı ramazanlar niyetine... i.e)
Eskimeyen Eski Ramazanlar
“Gökyüzü gibi bir şey bu çocukluk,
nereye gitsen gitmiyor.” Edip Cansever
Gökyüzüne baktığında yerinde
olmadığını görsen, kendini sekizinci katın balkonundan sarkan, tekini kaybetmiş
bebek patiğine bakarken bulsan? İşte o zaman patiğin hikâyesinde göğünü
ararsın. Gitmelerin şarkısına tutunursun ki bilirsin faturalara tutturulmuş
raptiyeler gibi iğretidir şarkıların. Önceden sıkıcı, banal bulduğun sorulardan
bir yanık kokusu yükselir, şaşırırsın... Mesela " Ahh nerede o eski
Ramazanlar!" tanıdık bir gökyüzünü çağırır gözlerine, burnun sızlar, bir ahh da sen eklersin.
Kimseye anlatmak istemezsin onlar da anlamak istemeyecektir zaten... Kabul
edersin orta yaşı geçtiğini, Ramazan’ın her mevsimde ayrı gelişini hatırlarsın;
tek kanallı televizyonlarda Karagöz Hacivat, cami avlusunda lokum şerbet
vardır. Henüz iftarın vaktini, teravihin
sayısını şaşırtmayı dine hizmet sanan hocalar icat olmamıştır. Kalbimizle
gelmişizdir, aklımız başımıza geldiğinde, şaşırmamıştır inandıklarımıza.
İkindi vakti kokudan bir kervan
kalkar sokaklardan; fırından yükselen pide kokusuna, Ayşe Teyze'nin pişirdiği
yayla çorbasından kekik, nane, yarpuz kokusu katılır. Akşama misafir bekleyen
Elif Hala, erkenden eritmeye başlamıştır tereyağını, koku kervanı bir olup
üstüne gelir. Yutkunursun. En fakir evden en zenginine kadar tüm sofralar bir
ziyafettir. Ramazan’ın bir yılın her mevsimini gezdiğini görmüşsen, üstünde
dolaşan gök gibi çocukluk mevsimindekine takılır kalırsın. Oysa şimdi sofra
daha zengindir, ziyafetler oteller boyu, gene de bir şey eksiktir. Şaşırırsın.
İftar vakti suya koşuşların, tulumbadan içtiğin soğuk suyun tadı yoktur
ısmarlama şilelerde. Her şeyde bir naylon, plastik tadı damağına vurur. Şimdi her
şey parmakların ucundadır; komşu Raziye Abla'nın kapısını çalmaktan daha
kolaydır Afrika da bir fukaraya ulaşmak. Paramız çok ya! Sahurunu Selimiye'de
yaptığımız orucun iftarını Süleymaniye'de açarız. Akıllı telefonumuzun entır
tuşu yeter vicdanımızın mutmain olmasına. Bağışımızı yapmışız büyükleri de
"alolamışız" iyi ama ağzımızdan gitmeyen bu plastik tat ne?
Bizim zamanımız diye baktığın fotoğraftır
belki ilk yanıldığın yer. Sonrasında kirlenmeye başlayan gökyüzü, ufku kaplayan
karabulutlar büyüyüp yaşlandığını ya da kirlendiğini kendine söyleyemeyişindir.
Seninle kirlenen ne varsa tesellin olur. Olgunlaşırsın ve anlarsın çocuk
saflığının samimiyeti gelmeyecektir. Eski diye andığın ne varsa eskimeyen o
gelmeyendir.
Şimdinin eskimeyen
Ramazanlarını yaşayanlarına bakınca fark edersin; bunlar da eskidiklerini
unutup eski Ramazanlar sayıklarlar mı diye iç geçirirsin. Ekranlara
bıraktıkları izlerin peşine düşerler belki çocukluklarının kokusu sinmiştir
diye. Önce kendine anlatırsın samimiyet adlı kumaşı eskitmemen gerektiğini.
Sonra küçük meleklerin ellerine koyarsın serçe ürkekliği sinmiş eskimeyen
vaktin güzelliğini. Avucunu açtığında, sabah babaannesine sattığı orucun
karşılığını ya da nane kokulu bir şeker bulur. Yıllar sonra hala tebessümle
anılır düşler konar ikindi vakti iftarı bekleyen çocukların gözlerinin
saçaklarına. Gözlerine bakınca senin göğüne kanat çırpan turnalar görürsün, sözün
biter, susarsın.