Fotoğraf Hikayesi 21: Taşrada bir yerli; Ahmet Uluçay
(yedi iklim dergisi mayıs sayısında yayınlanan bir değini, ilginize)
TAŞRADA BİR YERLİ: AHMET ULUÇAY
“Sen gözlerini ödünç veriyorsun bana. Öyküler anlatıyor, hayatı yaşanılır kılıyorsun. Hayatı çıplak gözle görmeye tahammülüm yok. Yalın gerçekle yüz yüze yaşayamayacak kadar zayıfım. Sevgisizliğin duman altında sanırım ilk ölecek ben olacağım Yakup." (Ahmet Uluçay/Küller ve Kemikler; s.14-15)
Aslında başlık yerine şunu düşünmüştüm; lafla peynir gemisi yürütenlere inat karpuz kabuğundan gemiler yapan adam: Ahmet Uluçay… Hem uzun hem klişe diye vazgeçtim. Belki bendeki karşılığı tam da bu değil ondan. Bu yazıya konu “Küller ve Kemikler” adlı kitaba geçmeden onun hayat hikâyesine bakmak lazım. Yukarıda da göndermede bulunulan “Karpuz Kabuğundan Gemiler yapmak” adlı film; onu bize ve dünyaya tanıtan eseri. Onu biraz tanıyınca anladık ki bu film ortaya çıkana kadar başka filmlere, belgesellere konu olacak bir hayat yaşanmış. Kütahya Tavşanlı ilçesinin Tepecik adlı köyünde bir adam; çocukluğunda gördüğü bir film makinesinin peşinden giderek hayallerini hayata geçirmiş. Okuyunca, duyunca, izleyince anlıyoruz ki köy kahvesinde okeye dördüncü arayanların yan masasında kafa kafaya vermiş üç adamın tutkusu tutuşturmuş bütün hüzünleri, çocukça düşleri…
Onu anlatmak için içimdeki klişeleri buraya koymadan ne konun aslına ne de beni en çok etkileyen yönlerine gelebileceğim. Onun için; bozkırın film çeken Neşet’i demek geliyor içimden ya da Anadolu’nun Tarkovski’si de diyebilirdim. Bu ilgi ve benzerlikler kurulmuştur ya da bu başlıklarda uzun yazılar yazılmıştır. Sinema alanında uzman yazarlarca; onun kamerası, bakışı ve senaryosu üzerine söylenecek söz, kurulacak cümle çoktur. Bu yazının konusu olan “Küller ve Kemikler” ile “Mühürlenmiş Zaman” arasında ilginç benzerlikler de kurarlar belki…
İçinde bir taşra(lı) gezdiren benim için ilginç olanı, yukarıda belirttiğim başlıkların dışında, taşrada diri kalıp içindeki çocuğu öldürmeden sanat yapılabileceğini göstermesidir. Maişeti kazanmak için gerekirse kamyon şoförlüğü dâhil pek çok iş yapıp gene sinemaya ve senaryoya dönmek nasıl bir çabadır? Bana göre: taşra müthiş bir değirmen; içindeki her şeyi öğüten, değiştiren ve dönüştüren bir değirmen. Yazmaya kışkırtan kitaplar ve kalemlerden uzakta, sinemanın ve filmlerin konuşulduğu salonların dışında olup yazma ve çekme hayalinden vazgeçmeme, asıl film burada sanki. Ahırından hayvanını yemleyip kahveye yorgunluk çayı içmeye gelmiş komşusunun sohbetine kendi dünyasını nasıl katmış? Uzun yol şoförlerinin mola verdiği o yol kenarlarında çay içerken bir sonraki yükü düşünmenin yanına Yakup’u nasıl yerleştirmiş? Yakup kim mi? Kahramanımız, “Küller ve Kemikler”in kahramanı.
Bazılarının iç ses dediği, bazılarının ben, kendim diye adlandırmaya çalıştığı, kimilerince bilinç akışı dendiği belki de ehli tasavvufun dediği gibi nefs ve ruhun er meydanı, adını ne koyarsanız… Her yazarın yapmak istediği bir şeyi yapar bu kitapta Uluçay; kahramanıyla (Yakup) konuşur, konuşturur, dertleşir hatta tartışır. “Küller ve Kemikler” çekimine 2007 de başlanılan ama bitirilemeyen “Bozkırda Deniz Kabuğu” adlı filminin senaryo günlüğü de denebilir. Şiirsel bir anlatım, doğulu ve batılı imge ve göndermelerle yüklü bir anlatı, illaki hüzün ve taşranın kıvrandıran çaresizliği sinmiş her satıra.
“-Bilge Kişi de böyle anlatırdı, diyor Yakup.
- Böyle anlatırdı, diyorum. Biz de böyle anlatacağız. Unutmayacağız Yusuf’u kör kuyularda. Biz üvey kardeşler değiliz ki, biz Bünyamin’iz, biz Yakup’uz… Vefa unutulmuş bir duygu değil bizim için.” (s. 18)
Hani sinema salonlarında film başlamadan gelecek filmlerin fragmanı döner ya işte öyle; vefa bu sinemada gelecek program! Diye bir klişeyle bitirmek isterdim ama öyle değil sevgili seyirci/okuyucu, taşra; kör kuyularda unutulan Yusufların evi. Üvey kardeşleri; akıllarına düşürülen karpuz kabuklarına inat lafla peynir gemisi yürütüyor karada. Bozkır yine mahzun; Neşet susmuş, Yakup gitmiş ve lakin umut kavi. (Küller ve Kemikler: Ahmet Uluçay, Hazırlayan: Ayşe Pay, Küre Yayınları, Kasım 2015, 119 sayfa)
İbrahim EYİBİLİR