26 Mayıs 2016 Perşembe







Fotoğraf Hikayesi 21: Taşrada bir yerli; Ahmet Uluçay
(yedi iklim dergisi mayıs sayısında yayınlanan bir değini, ilginize)
TAŞRADA BİR YERLİ: AHMET ULUÇAY
“Sen gözlerini ödünç veriyorsun bana. Öyküler anlatıyor, hayatı yaşanılır kılıyorsun. Hayatı çıplak gözle görmeye tahammülüm yok. Yalın gerçekle yüz yüze yaşayamayacak kadar zayıfım. Sevgisizliğin duman altında sanırım ilk ölecek ben olacağım Yakup." (Ahmet Uluçay/Küller ve Kemikler; s.14-15)
 Aslında başlık yerine şunu düşünmüştüm; lafla peynir gemisi yürütenlere inat karpuz kabuğundan gemiler yapan adam: Ahmet Uluçay… Hem uzun hem klişe diye vazgeçtim. Belki bendeki karşılığı tam da bu değil ondan. Bu yazıya konu “Küller ve Kemikler” adlı kitaba geçmeden onun hayat hikâyesine bakmak lazım. Yukarıda da göndermede bulunulan “Karpuz Kabuğundan Gemiler yapmak” adlı film; onu bize ve dünyaya tanıtan eseri. Onu biraz tanıyınca anladık ki bu film ortaya çıkana kadar başka filmlere, belgesellere konu olacak bir hayat yaşanmış. Kütahya Tavşanlı ilçesinin Tepecik adlı köyünde bir adam; çocukluğunda gördüğü bir film makinesinin peşinden giderek hayallerini hayata geçirmiş. Okuyunca, duyunca, izleyince anlıyoruz ki köy kahvesinde okeye dördüncü arayanların yan masasında kafa kafaya vermiş üç adamın tutkusu tutuşturmuş bütün hüzünleri, çocukça düşleri…
 Onu anlatmak için içimdeki klişeleri buraya koymadan ne konun aslına ne de beni en çok etkileyen yönlerine gelebileceğim. Onun için; bozkırın film çeken Neşet’i demek geliyor içimden ya da Anadolu’nun Tarkovski’si de diyebilirdim. Bu ilgi ve benzerlikler kurulmuştur ya da bu başlıklarda uzun yazılar yazılmıştır. Sinema alanında uzman yazarlarca; onun kamerası, bakışı ve senaryosu üzerine söylenecek söz, kurulacak cümle çoktur. Bu yazının konusu olan “Küller ve Kemikler” ile “Mühürlenmiş Zaman” arasında ilginç benzerlikler de kurarlar belki…
 İçinde bir taşra(lı)   gezdiren benim için ilginç olanı, yukarıda belirttiğim başlıkların dışında, taşrada diri kalıp içindeki çocuğu öldürmeden sanat yapılabileceğini göstermesidir. Maişeti kazanmak için gerekirse kamyon şoförlüğü dâhil pek çok iş yapıp gene sinemaya ve senaryoya dönmek nasıl bir çabadır? Bana göre: taşra müthiş bir değirmen; içindeki her şeyi öğüten, değiştiren ve dönüştüren bir değirmen. Yazmaya kışkırtan kitaplar ve kalemlerden uzakta, sinemanın ve filmlerin konuşulduğu salonların dışında olup yazma ve çekme hayalinden vazgeçmeme, asıl film burada sanki. Ahırından hayvanını yemleyip kahveye yorgunluk çayı içmeye gelmiş komşusunun sohbetine kendi dünyasını nasıl katmış? Uzun yol şoförlerinin mola verdiği o yol kenarlarında çay içerken bir sonraki yükü düşünmenin yanına Yakup’u nasıl yerleştirmiş? Yakup kim mi? Kahramanımız, “Küller ve Kemikler”in kahramanı.
 Bazılarının iç ses dediği, bazılarının ben, kendim diye adlandırmaya çalıştığı, kimilerince bilinç akışı dendiği belki de ehli tasavvufun dediği gibi nefs ve ruhun er meydanı, adını ne koyarsanız… Her yazarın yapmak istediği bir şeyi yapar bu kitapta Uluçay; kahramanıyla (Yakup) konuşur, konuşturur, dertleşir hatta tartışır. “Küller ve Kemikler”  çekimine 2007 de başlanılan ama bitirilemeyen “Bozkırda Deniz Kabuğu” adlı filminin senaryo günlüğü de denebilir. Şiirsel bir anlatım, doğulu ve batılı imge ve göndermelerle yüklü bir anlatı, illaki hüzün ve taşranın kıvrandıran çaresizliği sinmiş her satıra.
 “-Bilge Kişi de böyle anlatırdı, diyor Yakup.
 - Böyle anlatırdı, diyorum. Biz de böyle anlatacağız. Unutmayacağız Yusuf’u kör kuyularda. Biz üvey kardeşler değiliz ki, biz Bünyamin’iz, biz Yakup’uz… Vefa unutulmuş bir duygu değil bizim için.” (s. 18)
 Hani sinema salonlarında film başlamadan gelecek filmlerin fragmanı döner ya işte öyle; vefa bu sinemada gelecek program! Diye bir klişeyle bitirmek isterdim ama öyle değil sevgili seyirci/okuyucu, taşra; kör kuyularda unutulan Yusufların evi. Üvey kardeşleri; akıllarına düşürülen karpuz kabuklarına inat lafla peynir gemisi yürütüyor karada. Bozkır yine mahzun; Neşet susmuş, Yakup gitmiş ve lakin umut kavi. (Küller ve Kemikler: Ahmet Uluçay, Hazırlayan: Ayşe Pay, Küre Yayınları, Kasım 2015, 119 sayfa)
İbrahim EYİBİLİR

10 Mayıs 2016 Salı



Ftoğraf Hikayesi 22: Doktor ya da Molla Kasım...

Yunus Olan Yanımıza Bir de Molla Kasım Lazım

Uzun bir süreçten sonra ilk kitabınız yayınlandı. Şüphesiz sancılı, ağrılı pek çok yoldan geçildi. Her yazarın bir yazma hikâyesi vardır. Siz de hikâyenizi bize anlatabilir misiniz?
Yazmak başlı başına bir sancı, dediğiniz gibi, yazdıklarınızı yayınlatmak ise başka bir sancı. Beraber yola çıktığımız birçok yazar ve şair arkadaşımız halen bu sancıyı çekmekte. Eser ne kadar nitelikli olursa olsun yayınlatmak o kadar kolay olmuyor ki şairler için durum daha zor, maalesef.
Yazma hikâyesi; her yazan için ayrı bir macera demek aynı zamanda. Baştan başlarsak hikâye, uzun hikâye olacak, bunu yazma fiili olarak daraltmak gerekecek sanırım. Yatılı okul öğrencisiydim. Yazılı ilk işime ortaokul son öğrenci iken klasik sınıf gazetesi çıkarma ile başladığımı söyleyebilirim. Klasik bir sınıf gazetesi, “3/A’nın sesi” idi sanırım. Sınıf panosuna hazırlanan bu gazetedeki resim, şiir, yazı vs hepsi bana aitti. Orada kullandığım yazı ve şiirleri uzun süre sakladım, ne kadar içime işlediyse artık… Lise birde okulda açılan şiir ve hikâyede derece alınca bu önemli bir milat oldu. O yıllarda yapılan bir ankete verdiğim cevapta gazeteci olmak istediğimi, hatta detay verip bir gazetede köşe yazar olmak şeklinde belirtmişim. İlkokuldan sonra süreli yayınların iyi bir takipçisi oldum diyebilirim. Süreli yayın derken buna çizgi romanlar çocuk dergileri yaş ilerledikçe dini içerikli dergilerden tutun magazin dergilerine kadar geniş bir yelpazeyi takip ediyordum. Yatılı okuldaydım ve bunların çoğunu okumam yasaktı ve her yasak cazibeyi artırıyordu o yaşta. Yazmayı etkileyen yönü ise aktif bir okur olarak mutlaka mektup vb araçlarla takip ettiğim yayının içinde olma isteğim. Bununla beraber gelişen okuma geçmişi de oluşuyordu. Çok farklı bir okuma şeklim vardı. Müzik magazin dergisinden, Rızanur’un hatıratlarına, Cemal Kuntay’ın kalın ciltli kitaplarına, Bediüzzaman’ın Risalelerine kadar birbirinden farklı okumalarım oldu. Bu farklı okumaların halen katkısını hissettiğimi söyleyebilirim. Üniversite yıllarında okuma bilinci biraz daha gelişti; başta Sezai Karakoç olmak üzere Cemil Meriç, İsmet Özel ve tabii ki Üstat Necip Fazıl’la devam eden süreç doksan beşin Kasım’ında Yedi İklim’de ilk hikâyem yayınlanmasına kadar sürdü. İlk kitabı çıkarmak ise yirmi yıl sonraya kısmet oldu.
Hikâyelerinizde Anadolu ve bolca toprak kokusu var. Aynı zamanda entelektüel bir duyuşun etkisini de görüyoruz. Hikâyeleriniz henüz kentli olamamış göçmen edasında. Kenti yazamamış olmanız, hala Anadolu’yu yaşıyor olmanız yazınsalınızda bir seçim mi bir aşama mı?
Hikâyemle ilgili tespitleriniz doğru. Toprak kokusu üzerime sinmiş olmalı ki yazdıklarıma da yansıyor. Kentli öykü yazamamış olmaya Teyzemin Radyosu'ndan bir kaç kentli "öykü" örneği vererek savunmaya geçebilirim. Buna gerek yok, benim hissettiğim toprak kokusunu okura yansıtabilmiş olmaktan hoşnutum. Oysa fiili olarak ilkokuldan sonra hep kentlerde geçti hayatım, doğal olarak bir kentlilik ve kent "öyküsü" yazacak birikim vardı. Ben çocukluğumdan başka hiç bir yerin yerlisi olmadım, olamadım. Edip Cansever'in mısralarındaki o "gök " üzerimden hiç gitmedi. O toprak kokusunun altında yaşlı kadınların anlatıları var. Anneanne, büyük hala, teyze elinde geçmiş bir çocukluk, yazları yaylada dinlenilen söylenceler, masallar, türküler, halk hikâyeleri... Baştan beri kendimi hep hikayeci hissettim. Kafka benim dinlediğim bozlağı dinlese Milenoya öyle yazmazdı diye düşünmüşümdür hep.
Göç, göçebe, göçer hikâyelerimde sık kullandığım imgelerden. İçimde bir yere yerleşemeyen hiç bir yerin yerlisi olamayan bir deli göçer bir yaban taşraları taşıyor olmalıyım. Bir de kentli bireyin öyküsü o kadar çok yazıldı ki ben yazmasam bir şey eksilmez diye düşünüyorum. Kısaca hissedilmeyen şey kaleme de gelmiyor.
Sosyal medyada bir fotoğrafın altında kendi kurguladığı bir karakterle atışan bir yazar görüyoruz. Sosyal medya çoğumuz için özgürce konuştuğumuz bir ortam. Bunu sorgulayamam. Fakat bir yazara bu türlü bir atışma şüphesiz bir şeyler katıyordur. Doktor, İbrahim Eyibilir’e neler öğretiyor?
Zarif dikkatiniz için teşekkür ederim. Bir gökyüzü fotoğrafının altına yapılan yorumlardan gelişen bir karakter, doktor. Aslında bir kaçış alanı idi o fotoğraf altı. Daha önce Yedi İklim’de yayınlanan “Aklım Hasta Doktor” adlı hikâyemin hazırlık aşamasında başladı bu konuşmalar. Benim için etkili bir karakter, etkisi bir sonraki hikâyede de devam etti. Sanırım yazdığım en uzun hikâye olan “otopsi” adlı hikâyede İpsiz Sami ile beraber en önemli karakterdi doktor.
Basit bir hikâye karakterinden öte anlamlar yüklemeye başladım zamanla. Kibir insan karakterinin, bana göre, intiharı. Sanatın her alanı “ben”i önceleyen bir tutum izliyor. Burada enaniyete kapılmadan yol almak hayli zor. Tutunduğunuz önemli bir dal olmazsa hepimiz uçurumlardan düşebiliriz. İçimizin Yunus olan yanına bir de Molla Kasım lazım. Benim Molla Kasım biraz öfkeli biraz da ağzı bozuk. Ortada eseri olmadan elinde keseri olan türedi tiplerin ortalarda görünmek uğruna her türlü taklayı attığı bir ortamda, sadece iyi eserler vermek üzerine yoğunlaşmamı hatırlatan bir dost lazımdı bana, her defasında laf dokundursa da doktor bu işi yapıyor. Kendimi eleştireceksem en sert en acımasız ben yapmalıyım ki haddi aşmayayım.
Son dönem hikâyecilikte özellikle sembolizmin ağırlığını hissediyoruz. Türlerin çoğu alanda iç içe geçmiş olması, yazılanlara daha çok entelektüel kesime hitap ediyor havası katıyor. Sanat amacına hizmet ediyor mu ya da sanat kim içindir?
Yaşanılan çağın ve çevrenin sanata etkisi kaçınılmaz. Ekranlara gömülmüş başların yazıyla ilişkisi de değişti. Herkesin kişisel medyası ve şöhreti(!) olduğu bu demlerde sahih sanatın söyleyeceklerinin sıradan olandan ayrılması için farklı bir dil kullanması gerekiyor. Sizin de belirttiğiniz gibi sembolik anlatım bunlardan biri. Kişisel düşüncem; ben de birçok hikâyemde şiirin alanına girerek kurgudan kopup imgelere sığındığım oluyor. Buna sinema ve müzik ilgisini ekleyebiliriz. Ne anlattığınız ve nasıl anlattığınız, ortaya koyduğunuz eserin nitelik ve nicelik yönünü belirliyor. Amaca hizmet ediyor mu ya da sanat kim için? Eser ortaya koyan ile onu talep eden (okur/izleyici/dinleyici…) arasında ortak verilecek bir cevap diye düşünüyorum. Ortaya koyan ya da talep eden sayısı bu cevabın çokluğunu ve farklılığını belirler…
ikinci kitabınızın dosyasının da hazır, basılmayı bekliyor olduğunu söylemiştiniz. Okuyucularınız yine bu kitapta da Anadolu ve toprak kokusunu duyumsayacak mı? Yeni kitabınızdan bize bahseder misiniz?
Dosya aşamasında olduğu için kesinleşmiş, bir ismi yok henüz. Aklımdan geçen bir iki isim var ama kesin karar vermiş değilim. Teyzemin Radyosu’na göre daha az sayfalı bir kitap olacağını söyleyebilirim. Teyzemin Radyosu yirmi yıllık uzun bir zaman aralığına yayıldığı için bir birinden çok farklı hikâyeler toplamıydı. Gerçi kitabı okuyanlar bilir; çok farklı da olsa kendi aralarında kurgusal ilişkiler olan hikâyelerdi, mesela aralarında on dört yıl olan “ceylanı vurdular” ile “sinek” arasında tematik bir ilgi okurun gözünden kaçmadı. Yayınlanmasını eylülde beklediğim kitap dosyam ise daha kısa bir zaman aralığında ve ortak bir tema (baba/oğul) etrafında gelişen hikâyeler. Anadolu ve toprak kokusu bu dilin mayasında (türkü, deyim, atasözü, şiir vs) var dolaysıyla yazdıklarımda o kokunun olması için çaba sarf edeceğim. Okurlara da bunu hissettirmek isterim. Umarım sesim ses bulur.
Bu dosyada; şimdiye kadar yazdığım en uzun hikâye (otopsi) yer aldığı gibi en kısa hikâye (Musa) de yer aldı. Küçürek öykü, minimal öykü son zamanlarda tivit öykü dedikleri türde hikâyelerim var. Fazla değil ama bu dosyada bunun birkaç örneğini okura sunmak istiyorum. İleride kısmet olursa “kıs(s)a hikâyeler” adında kitaplaştırmayı hayal ettiğim projemin ilk ayak izleri.
Yazdıklarınızın okunmaması kaygısını yaşadınız mı hiç?
Yazan herkesin bu kaygıyı yaşadığını düşünüyorum. Anlaşılmadığını karşılık bulmadığını hissetmek kalemin kadim hüzünlerindendir. Benim için de böyle; yazmasam da olur dediğimde küçük bir yankı yeniden kaleme sarılmama sebep oluyor. Hiç kimse okumasa bile öyle oluyor ki kalem yükünü yıkmasa yanacak ve yakacak…
Son olarak; Kitap Haber okurları için neler söylemek istersiniz?
Kişisel olarak; Teyzemin Radyosu yayınlandığından beri dostane desteğini içimde hissettiğim Kitap Haber’e ne kadar teşekkür etsem azdır. Bir edebiyatsever olarak; bir gayya kuyusuna dönen internet ortamında nefes alma aralıkları koyup edebiyata dair sahih haberler verdiğiniz için sizi ve Kitap Haber sitesine emeği geçen tüm dostları tebrik ederim. Yolunuz açık yardımcınız Allah(cc) olsun. Muhabbetle…
Teşekkür ediyoruz.
Ayşe Bağca - 10.05.2016
http://www.kitaphaber.com.tr/yunus-olan-yanimiza-bir-de-molla-kasim-lazim-k2361.html
Kafka benim dinlediğim bozlağı dinlese Milano'ya öyle yazmazdı dediğim bir söyleşi. Kitaphaber ve Ayşe Bağca'ya teşekkürlerimle...
İbrahim Eyibilir

 FOTOĞRAF HİKAYESİ 35 (yedi iklimde ve bir ortak kitap çalışmasında yayınlanan yazı i.e) 1984’TE ZORBA VE DİL             Bin dokuz yüz do...