20 Şubat 2015 Cuma




Bu gün seyr fm radyosunda "teyzemin radyosu" nu konuşacağız. Bu üçüncü konuşma olacak... Heyacanlıyım smile ifade simgesi ( program saati 17:30 ile 19:00 arası fr. 102.2) (diğer konuşmalar...https://www.youtube.com/watch?v=iuvixxke4Y0   https://www.youtube.com/watch?v=QPvxCDL4gj8  )

Program sonrası Recep Bey'le günün anısını kaydettik...

18 Şubat 2015 Çarşamba

Babamın Gazali
Yeni aya karşı dua ederdi
Ağlardı kesilen zeytin dalına
Ağlardı evliya kıssalarına
Saksıda taşırdı kışın baharı

Korkuyu sevinci yayan gözleri
Kitaba gözlüktü derin gözleri
Anamın en kutsal barınağıydı
Esli alfabeyi candan severdi

Toprağa dosttu ölüme hazır
Taşırdı soyunu gövdesi gibi
Bir destan büyüttü namustan aşktan
Midenin harama düşmanlığından
Mehmet Akif İnan
Her kurban bayramında yeniden inerdi kurban İsmail’e. Yüzüme bakar, saçımı okşar, camii kürsüsünde imamın gözyaşlarıyla anlattığı kıssayı yinelerdi. İmam gibi olmasa da kendi samimiyetiyle söyler, bıçak İsmail’in boğazına dayanınca görüp görebileceğim en samimi gözyaşlarıyla ağlardı. “Ağlardı kesilen zeytin dalına/ Ağlardı evliya kıssalarına” çevrede yatır, tekke ne varsa bakımına kendini vazifeli bilir, hepsine koşardı. Asıl rengi hâki olduğu sezilen o solgun gocuğun yakaları kalkar, tipinin kar izleri saçlarını dolaşır hoyrat... Gocuğun altında bir kabartı "Saksıda taşırdı kışın baharı" kıştan bahara yeşil bir selam saklardı. Taze fidan, yetişkin ağaç olana dek haberi olmazdı kimsenin. Bir bahar; selamı gelirdi,  Issız bir dağ yolunun kenarına, kimsesiz mezar başına diktiği yeşilin.
 Sağ'a Sol'a savrulmuş dayılarıma çekeceğimi hisseder, korkardı. " Korkuyu sevinci yayan gözleri" elimde - kırmızı- kitapları görünce farklı bir ürperti yaydı. Bildiği bir savrulma değildi bu, sonunda hapisten işkenceden başka bir yol vardı. Cu’lu ci’li yaftalar giydirirlerdi üstüme, biliyordu. Gözlerime bakar, gözlüklerimi bahane eder, uykularıma gönderirdi beni. Oysa uykulardan önce beni o kitaplara gönderen onun gözleriydi “Kitaba gözlüktü o derin gözleri” köy odasında hangi bayram öncesi hangi kandil hatırlamasam da her aşır okuyuşumdan sonra hatrımdan çıkmayan yaşlı gözleri değil mi beni bu sayfalara süren… “Korkuyu sevinci yayan gözleri”ne bu ürpertiyi konduramamıştım. Ben ne yaparsam sevmeye, benimle gurur duymaya hazır anam; öyle değildi. “Anamın en kutsal barınağıydı” benim okuyup yazmam. “Esli alfabeyi candan severdi ”okuldaki en iyi okuyanın kendisi olduğunu anlatır, yazdıklarımı ilk o okurdu. Anam anlatmayı sever, ben onu dinlemeyi. Onun gibi bir anlatıcı olamayacağımı fark ettiğimden sanırım bu yazma çabam. Hikâyemin anlatıcısı anam kahramanı babam olunca hikâyenin aile hikâyesi olması beklenirdi. Babam kıssaları getirirdi önüme anam ayrılıkları, cümlelerim o yüzden hüzne kardı zahir…
Babam bahçelere kuyular açardı. Artıcancı derdi o kendine, okulda öğrendim artezyen kuyusu açtığını. Beni de götürürdü bazen; suya ulaşana kadar kazılır, suyu suyla çağırırdı yere. Su bahçeye gelince tüm  yorgunluk biterdi. Saçından paçasına kadar milli çamura belenmiş olsa da su gelince gülerdi. Ter ve toprak kokardı " Toprağa dosttu ölüme hazır" Babama ben anlattım kuyuyu ve güzelini. O Yakup oldu,  beni koklayıp ağladı. Su kanallarının kenarında dinlenirken, komşunun ağacından düşen elmayı alma demeden önce sadece tadını hissettiği için yedi yıl kapıya hizmeker ( hizmetkâr) olan dervişin menkıbesini anlatırdı. Elma akar gider önümden su kalırdı elimde. Sonra ateşten bahsederdi mideleri dolduran ateşten, korkardım.
" Bir destan büyüttün namustan aşktan " bir ben bilirdim içinde uyuttuğu efeyi. Elinde mavzeri ateş almamış, tetiğin ucunda gözleri ölüm kokan bir adam. Ateş almayan tetikten ötürü bir ömür sahibine şükreden… Tetiğin ucundaki adamın helallik isteyişi, bitmeyen tesellisiydi. Namustan ve aşktan bir destanı var, aramızda sır...
Dede ve babayız şimdi. Buluşmalarımızda, önümüzde yürüyen baba ve oğlun izine basıyoruz. Toprağa yürüyüşlerimiz sessiz, “Dede !” ünlemesi kıssaların toplamı, gözlerinde o bildik yaş, anlıyorum bıçak İsmail’in boynuna dayanmış. “Midenin harama düşmanlığından”  yazdığı destanı sıvazlıyor torunun saçlarına. Ben ona bakıp güzel adamları, güzel atları düşünüyorum. Ben çocuk o gençken açtığı kuyulardan gelen güzele, gömlekler biçiyorum. “Bir destan büyüttü namustan aşktan /Midenin harama düşmanlığından” mısralarını giyinmiş bayramlık gömlek gibi. Elimden tutup, İsmail’e götürür mü beni Yakup diye iç geçiriyor içimdeki çocuk…
İbrahim EYİBİLİR





 ( Yedi İklim Dergisi Ocak 2015 Mehmet Akif İnan özel sayısında yayınlanan yazım, ilginize)

6 Şubat 2015 Cuma




Heceöykü Şubat-Mart sayısında Teyzemin Radyosu'na değinen Necip Tosun ve Merve Koçak Kurt'a teşekkür ederim. Yine aynı sayının soruşturma bölümünün sorularının bana ulaştırıp Teyzemin Radyosu'ndan bahsetmemi sağlayan Hayriye Ünal Hanım 'a da çok teşekkür ederim.

5 Şubat 2015 Perşembe


(Yedi İklim Dergisi'nin Şubat sayısında aşağıdaki yazı kısaltılmış olarak yayınlandı. Bir edebiyat dergisi için oldukça uzun olan bu yazı benim için çok değerli. Tamamını sizinle paylaşmak istedim. Teyzemin Radyosu hakkında bu değerli incelemeyi kaleme alan değerli hocam Profesör Dr. Şaban Sağlık Bey'e, Yazıya dergilerinin sayfalarını açan Ali Haydar Haksal Bey'e çok teşekkür ederim. i.e)

Şaban Sağlık

EKRAN ÇAĞINA İTİRAZ EDEN ÖYKÜLER

“Sen şairsin, konuşmadan önce görmelisin.”
(İbrahim Eyibir, Şair Masalı)

            Dünya Bir Gündür, O da Bugündür:
Tüm güzel sanatlar gibi edebiyat sanatlarının da insanın dikkatini sürekli olarak “şimdiye çekmek” gibi bir özelliği vardır. İster şiir ister roman isterse öykü olsun, kısaca bu formlardan hangisi olursa olsun ve hangi gramatikal zamanı içerirse içersin, edebiyat her zaman “şimdi”yi anlatır. Bu durum özellikle masallar için de geçerlidir. Özellikle masallarda bildiğimiz gibi çok uzak geçmiş zamanlar anlatılır. Bu, zahirde böyledir. Dikkatle bakılırsa çok uzak geçmişi anlatan masallar bile esasında masalı anlatanın “şimdi”si ile ilintilidir. Bu durum, sadece geçmiş zamanlar için mi geçerlidir? Hayır… Geleceği anlatan ya da içeren fütürist metinler için de aynı hükmü verebiliriz. Burada bizi edebi metnin içerdiği gramatikal zaman aldatmasın. Mesela tarihi roman veya hikayelerde hep farklı kipleriyle geçmiş zaman yer alır. Buradaki zaman kipine bakarak söz konusu hikaye ya da romanın geçmiş zamanı anlattığı hükmü sorgulanmalıdır.
            Burada şunu da iddia ediyor değiliz. Sadece bir zaman vardır ve o da “şimdiki zaman”dır. Bizim gramer kitaplarında yazılı olan ve çeşitleri ayrıntılı olarak açıklanan zaman kiplerine de bir itirazımız yok. Vurgulamaya çalıştığımız husus, genelde sanat kavramıyla özelde ise edebiyatla ilgilidir. Esasında bir “ifade” olan sanat, insanın “an” ya da “hal” içindeki herhangi bir refleksini, çatışmasını, travmasını ya da “etkilenme”sini hedef alır. Refleks, çatışma, travma ya da etkilenme gibi insani tepkiler “an” ya da “hal” içinde vuku bulur. Bu da insanın içinde bulunduğu “an”, yani “şimdi” demektir. Bu durumda “şimdi” adeta bir istasyon ya da terminal gibi bir kalkış noktası oluyor. Başka bir ifade ile söylersek, bu durumun insan psikolojisindeki karşılığı “bilinç” oluyor. Bilinç, bu durumda “şimdi”nin kendisinden baş bir şey de değildir.  Belirli ve sabit bir “yön”ü olmayan bilinç, kendisini kuşatan refleks, çatışma, travma ya da herhangi bir dış etkiye endeksli olarak yön belirler. Buna göre de ya geçmişe ya da geleceğe yönelir. Burada bilincin nereye yöneldiğinden çok, bilincin kendisi önemlidir. Yukarıda da değindiğimiz gibi, bilincin kendisi ise “şimdi”dir, haldir.
            Şimdi ya da “hal”in, yani bilincin de çok önemli bir eksikliği vardır. O da “boşluk” kavramıyla ifade edilebilir. Bilinç ne zaman boş kalsa, işte o boşluğu ya geçmiş (hatıra) ya da gelecek (hayal) ile dolduruyor. Yani bilinci boş bırakmamak gerekir. Türkçede mevcut olan “Kızı kendi haline bırakırsan ya davulcuya ya da zurnacıya kaçar” sözü burada bilinç için de bir analoji olmaktadır. Sanat kavramını da bilinçteki bu boşluk ya da boşluğu doldurma konseptinde arayabiliriz.
            Peki, bilinç her zaman boş mudur? Hayır… “Anı yaşamak”, “dolu dolu yaşamak” ya da “mutlu olmak” gibi durumlar bilincin dolu olduğu anlardır. Bilinç dolu ise geçmiş ya da geleceğe kaçmaz.
            Kaynağı konusunda çeşitli rivayetler olan şu söz, belki de benim söylemek istediklerimin veciz ifadesi: Dünya bir gündür, o da bugündür.
            Bilinç, mutluluk, geçmişe kaçma, geleceğe kaçma, boşluk vs. gibi bütün bu kavramları burada gündeme getirmemiz boşuna değil. Genç öykücü İbrahim Eyibilir’in “Teyzemin Radyosu” adlı ilk kitabını okuduktan sonra zihnimde yukarıda özetlemeye çalıştığım düşünceler döndü dolaştı. Her ne kadar ilk kitap desem de, esasında ben İbrahim Eyibilir’i ta öğrencilik yıllarından beri tanırım. Hoca-öğrenci, çay ve muhabbet arkadaşı, yol arkadaşı, vefalı dost, yaşadığı şehre gidince mutlaka ziyaret ettiğim; yaşadığım şehre o gelince de mutlaka bizleri ziyaret eden, kısaca iflah olmaz bir ağabey-kardeş ilişkisi yaşadığımız eşi nadir bulunan bir insan olan İbrahim Eyibilir, ne düşünmüşse ne yazmışsa bizleri mutlaka haberdar etmiştir. Yani kafasından geçenler kadar kaleminden dökülenlere de aşina olduğumuz biri. Zaten her görüşmemizde adeta kendisine baskı yaparak, “Şu güzel öykülerin ne zaman kitaplaşacak” diye bıktırıcı sözlerimiz nihayet karşılık buldu ve bu değerli öykücü ilk kitap olarak “Teyzemin Radyosu”nu yayımladı. Böylece yukarıda kuramsal arka planı hakkında hafif felsefe soslu açıklamalar yapmaya çalıştığım “Teyzemin Radyosu” hakkında bütünsel bir değerlendirme yapma imkanı da oluşmuş oldu.

            “Göstermek”ten Çok “Hissettiren” / “Duyuran” Öyküler: Teyzemin Radyosu:
            Öncelikle başlığa da yansıttığım bir saptama ile öykülerin dünyasına giriş yapmak istiyorum. Teyzemin Radyosu’ndaki öykülerin hemen hemen tamamı ekran çağına itiraz ediyorlar. Bu ne demektir? İnsanoğlunun yaşadığı zamanları - bilinen çağ adlandırmalarını istisna kabul edersek- kendi içinde bazı başka adlarla nitelendirebiliriz. Bu nitelendirmelerde kriter aldığımız unsur ise teknolojik araç-gereçlerdir. Mesela önemli bir medya unsuru olan “gazeteler ve dergiler” bizce bir çağın adıdır. Çünkü gazeteler ve dergiler hayatımıza girince, öylesine etkili sonuçlar doğurmuştur ki, insanların hemen her eylemi gazete ile irtibatlandırılır olmuştur. Bunun en büyük delili de gazete ve dergilerle beraber dile giren deyim ve kalıp ifadelerdir. “Hayatımı yazsam roman olur” (gazetelerdeki tefrika geleneğinden arda kalan söz), “gazeteye düşmek”, “gazeteler öyle yazıyor” vs..
Gazete ve dergilerden sonra hayatımıza “radyo” girdi. Gerçi radyo, gazete ve dergilerin önemini azaltmadı. Şöyle de söyleyebiliriz: Gazete ve dergilerin ulaşmasının imkansız olduğu uzak kasaba ve köylere kadar giren yegane medya aracı radyo oldu. Gazete ve dergilerin kentliliğine karşılık radyo “taşralılığın” temsilcisi gibidir. Halk arasında “türkü” dinlemek ve “ajas” (ajans), yani haber dinlemek radyo ile birlikte hayata dahil oldu. Radyosu olanlar entelektüel ve aydın sayıldı. Çünkü onlar dünyada olup biteni anında ajastan öğrenme imkanına sahip idiler. Derken hem gazete ve dergilerin hem de radyonun papucunu dama atan “sinema” hayatımıza girdi. Halk sinema ile hoşça vakit geçirirken onu da sollayan televizyonlar hemen her eve konuk oldu. Bu da yetmedi, adeta sinemaları evin içine sokan videolar bu sefer gündeme geldi. Bütün bunlar hayatı allak bullak ederken, insanlar, özellikle gençler birden bire bilgisayarla tanıştı. İlk önceleri mükemmel bir daktilo zannedilen ve daktilo işlevinde kullanılan bilgisayarlar, internete dönüşünce, yazma (daktilo) işlevi unutulup diğer bütün unsurların yerini aldı. İnsanlar artık bilgisayarı hem gazete ve dergi, hem radyo, hem televizyon, hem sinema hem de eğlence aracı olarak kullanmaya başladı. Bütün bu gelişmeler yaşanırken bir de gördük ki herkesin elinde (her ne kadar cep telefonu adını taşısa da ve cepte olması gerekse de) bir telefon belirdi. Cep telefonları ise kendisinden önceki bütün teknolojik cihazların yerini aldı.
            Medya ve iletişim alanındaki bu hızlı değişim, adeta insanların başını döndürdü. Burada önemli bir farklılığa da dikkat çekmek gerekiyor. Aşağı yukarı bir asır önce insanlar bir teknolojiye alışınca, onu kültüre mal edecek kadar geniş zamanlara sahiptiler. Yani bir şeyin kültüre mal olması geniş ve uzun bir zaman dilimini gerekli kılar. Yukarıda değindiğimiz gibi, gazete ve dergiler kültüre mal olma fırsatı bulmuştu. Radyo ve sinema da öyle. Ancak günümüz bilgisayar ve cep telefonu teknolojisindeki hızlı akış, kültüre engel oluyor. Çünkü herhangi bir uygulama, yeterince kurumsallaşıp kültüre mal olacak zamanı bulamadan yerini başka bir uygulamaya bırakıyor.
            Özet olarak sunmaya çalıştığım medya ve iletişim dünyamızdaki bu problem işte İbrahim Eyibilir öykücülüğünün arka planını oluşturuyor. Bir yönüyle sosyolojik dekor olarak gördüğümüz bu gelişmeler acaba insana nasıl yansıyor? İşte “Teyzemin Radyosu”ndaki öyküler bu temel soruya cevap teşkil ediyor.
            Hayatımıza giren iletişim teknolojileri esasında bizim duyularımıza da etki ediyor. Mesela gazete ve dergiler gözümüze ve okuma sürecinde zihinsel dikkatimize seslenmekteydi. Radyo ise kulağımızı esir aldı. Sinema ve televizyona gelince, bu iki iletişim vasıtası hem gözümüzü hem de kulağımızı esir aldı. Bilgisayar ve interneti de göz ve kulak işgalcisi olarak nitelendirebiliriz. Bunlar içinde sadece “ses” olarak varlık gösteren ve insanın kulağından hareketle diğer bütün duyuları harekete geçiren “radyo”yu ayırabiliriz. Çünkü bir şey sadece “ses” olarak varsa, o şey insanın “hayal” ve “imge” dünyasını zenginleştirebilir. Radyonun ve tabii ki musikinin böyle bir işlevi vardır. Oysa, gazete, dergi, sinema, televizyon ve bilgisayar gibi görsellik içeren iletişim araçları insanın “hayal” ve “imge” dünyalarına ister istemez zarar veriyorlar. Ses’in sınırsız ve özgür yapısına karşılık “görüntü”nün sınırlı ve bağımlı (dar) bir özelliği vardır. Sadece şu örneği verelim. Eskiden Hamzanameler’de Hz. Hamza’nın cenkleri ve kahramanlıkları anlatılırken ve dinlenirken, anlatanlar ve dinleyenler zihninde öyle “Hamzalar” tasavvur ediyorlardı ki, bu büyük insan (Hz. Hamza) her okunuşta ve dinlenişte adeta yeniden vücut buluyordu. Onun belirli ve donuk bir portresi yoktu. Ne zaman ki Mustafa Akat, meşhur “Message” (Çağrı) filminde Hz. Hamza’ı görsel hale getirdi, işte o filmden beri insanlar Hz. Hamza deyince gözlerinin önüne Anthony Quinn geliyor. Hz. Hamza bir kere Anthony Quinn olarak zihinlerde sabitlenip dondurulunca, artık başka bir Hamza portresi tasavvurunun da önü kapatılmış oluyor. İslam kültüründe Hz. Muhammed’in tasvir edilmemesi de böyle bir gerekçeye bağlı olsa gerek. Neyse bu ayrı bir tartışma…
            İbrahim Eyibilir, bu konuları bilen ya da hatırlatmak isteyen biri olarak öykülerini genellikle radyo, dinlemek ve musiki gibi olgular üzerine kurmuş. Bu da söz konusu öykülere “şiirsel” bir nitelik katıyor. Çünkü olay ve olguları sabitleyip, tasvir etme, dolayısıyla dondurma tarzına karşılık gelen klasik roman ve hikayeye inat, şiir ve öykü adeta bunların tersini yapar. Yani şiir ve öykü görselliği değil, duyusallığı (gözden çok kulağı) hedef alır. Bu yüzden de insanların hayal ve imgelerini çokça kışkırtır. İşte İbrahim Eyibilir’in öykülerinin genel niteliğini böyle saptayabiliriz. Şimdi öykülere bu açıdan bir göz atalım:

            Musiki Yüklü Dramlar Yahut Şiirsel Öyküler:
            Kitapta yer alan ilk öykü “Nihavent Ayak İzleri” adını taşımaktadır. Öyküye adını veren “nihavent” kavramı ilk planda bizi musikiye, özellikle klasik Türk musikisine götürüyor. Öyküye şiirsellik de katan bu kavram (nihavent), özellikle kızlara isim olarak verilir. Renk olarak da “pembe”ye karşılık gelir. Musikideki nihavent makamı, bilhassa öğleden sonra, yani ikindi vakti etkisini hissettirir. Bu yüzden olsa gerek insanlar, o saatte yürümeyi ve özellikle güneşin batışını seyretmeyi severler. Eyibilir’in öyküsü bizi ilk planda bütün bu verili olgularla yüz yüze getirir. Öyküde ise bu olgulara uygun durumlar anlatılır. Nedir bu durumlar? En başta vuslatla bitmeyen bir aşk, ki bu durum Doğu anlatılarının temel yapısını oluşturur. Bu aşka dekor oluşturan toplumsal manzara ise sosyolojik anlamda “merkez-taşra” karşıtlığıdır. 1980’ler sonrası Türkiye’de belirgin olarak görülen köyden kente göç, gecekondulaşma ve bütün bunların musikideki ifadesi olan arabesk müzik furyası. Yine bu yıllarda yaygınlaşmaya başlayan dershaneler ve bu kurumların lise ile üniversite arasında aracı kurum olması. Özellikle taşralı gençler adeta ilk üniversite temrinlerini kentin kötü, dar, ışıksız evleri ya da yurt adlı toplu kalma yerlerinde yaşamışlardı. Buralardan üniversite kazanıp başka kentlere gidenler de vardı. Kısaca 1980’ler sonrasında taşralı gençlerin üniversiteye giriş maceraları sosyolojik anlamda bir fenomen olmuştur ve genç Türk hikayesinin kaynaklarından biri de bu fenomendir. İbrahim Eyibilir’in “Nihavent Ayak İzleri” işte böyle bir fenomeni yansıtmaktadır. Burada Eyilir’e bir de eleştirim olacak. Taşralı bir gencin yaşadığı platonik nitelikli aşka o yıllarda eşlik edecek en iyi müzik arabesk ya da türkü iken, neden öykünün kahramanı şehirli ve Osmanlı üst sınıfı insanının zevkini yansıtan “nihavent”i tercih etmiştir. Tamam, bu genç okudu, eğitildi, zevki gelişti. Arabesk ya da türküden “nihavent”e geçiş yaptı. Öyküde neden bu gencin arabesk ya da türkü çağı yer almaz veya değinilmez. Bu durum bence öyküde sosyolojiyi zorlayan bir problemdir. Çünkü “taşra estetiğinde” musiki deyince akla gelen ilk kavram “türkü”dür. Taşradan şehre gelince hem türkü hem de onun yanında  “arabesk”i görürüz.
            Kitapta yer alan “Gökkuşağı Rüyası” ise “Nihavent Ayak İzleri”nin devamı ama kendi içinde bağımsız bir öyküdür. Bu öykü bir varoluş unsuru olarak hem “rüya”ları hem de tabiat unsuru olarak da “gökkuşağı”nı içerir. Her iki unsur da öykünün şiirsel yönünü güçlendirmektedir.  Ayrıca, ilk öyküde mevcut olan anlatıcının Gül Hanım adlı birine aşık olması durumu da bu şiirselliğin adeta efektini oluşturur.
            “Arafta Kalan Yırtık Gömlek” adlı öykü ise, hem gönderme yaptığı Hz. Yusuf’un yırtık gömleği hem de merkez dışında yaşayan insanların dünyasını yansıtan “tandır” Sofuköy”, “Nazife hanım” (türkünün kahramanı) gibi kavramlar aracılığı ile bizi yine taşraya götürüyor. Taşra denilince aklımıza gelen bütün hissi kavramlar (yoksulluk, gurbet, hüzün, ayrılık vs.) da bu bağlamda bizi sarıyor. Yani kendimizi hüzünlü bir musiki dinlerken veya şiirsel atmosferde hissediyoruz.
            “Usta İşi” adlı öyküde de kendimizi “taşra”da hissediyoruz. Çünkü öyküde kentten kaçış, uzaklık, bir kıyı kasabasında yalnız olarak yaşama gibi dramlar anlatılıyor. Ancak öykünün anlatıcısı, kentte eğitim almış biri olduğu için, olup bitenleri aktarırken kentsel duyarlılıkları göz ardı etmiyor. Türk tarihinin en büyük mütefekkirlerinden biri saydığımız Mevlana, öykünün satır aralarında özellikle Mesnevi öyküleri ile boy gösteriyor. Burada Mevlana’nın devrinin “şehirlisi” olarak “köyden” ve “köylüden” nefret ettiğini özellikle hatırlatalım. Öykünün anlatıcısı bunu hissettirircesine, adeta kent değerlerini taşraya taşıyarak kurmuştur öyküsünü. Dolayısıyla öykü içerdiği taşra dolayımında bizi şiirselliğe ve taşra hüznüne davet etmektedir.
İbrahim Eyibilir’in musikiye karşı büyük bir ilgisinin olduğunu söylemiştik. Kitapta yer alan “Nazik” adlı öykü yazarın bu özelliğini tam olarak yansıtıyor. Çünkü bu öykü (öyküden çok hikaye demek daha isabetli) bir halk türküsünün hikayesidir. Yunanlılar Milli Mücadele yıllarında Afyon’u işgal eder. Yunanlı komutan köyün güzel kızı Nazik’i kaçırır. Nazik’in Yunalıdan çocukları falan olur ve çocuğuna da kavuşamadığı nişanlısı Mehmet’in adını koyar. Ancak Nazik’in aklı hep memleketindedir. Öyküyü okurken adeta bir Yeşilçam filmi izlemiş gibi de oluyoruz.
İbrahim Eyibilir, folklorik değeri olan konulara da büyük bir önem veriyor ve onları öyküleştiriyor. Bu bağlamda onun en dikkate değer öyküsü “Behiye”dir. Yahya Kemal ve Tanpınar’ın “türkülerimizin bizim romanımız olduğu”na dair görüşlerini hatırlatırcasına yazar, pek çoğu türkülere konu olan hikayeleri adeta yeniden yazar. Özellikle “Elif” adı Anadolu’da kızlara verilen isimdir ve bu ismi içeren pek çok türkü vardır. Yani Anadolu’da “Elif” türküleri meşhurdur. Buna bir de Karacaoğlan’ın “Elif Elif diye” redifli şiirini/türküsünü eklersek, Eyibilir’in ne kadar zengin bir folklorik geleneği tevarüs ettiğini anlayabiliriz. “Behiye” öyküsünde bütün bu durumlar mevcuttur. Bu öyküde çok ilginç bir olay (şehit olan ağabeyini iki yıldır toprağa vermeyen bir genç kız) da gündeme getirilir. Böyle ilginç olaylar ancak Anadolu’da yaşanır. Öyküde ayrıca bir köy düğünü bağlamında öykü diliyle kültürel yorumlar da yapılır.

            Poetik Öyküler:
            İbrahim Eyibilir’in kitabında, “poetik öykü” olarak adlandırabileceğimiz tarzda metinler de vardır. Yazar, öyküden ne anladığını bir anlamda bu metinler aracılığı ile hissettirir. Bu manada kitapta yer alan en ilginç öykülerden biri “Şair Masalı” adını taşımaktadır. Bu öykü adeta “poetik” bir metindir ve İbrahim Eyibilir öykücülüğünün poetikasını içermektedir. Öykünün adından da anlaşılacağı gibi, metin ayrıca bolca “masal” unsuru da taşımaktadır. Eyilir bu öyküsünde de musiki unsurlarına geniş yer ayırır. Mesela öyküdeki kadın “mahur kadın”dır. Öyküde adı geçen evde “hüzzam bir koku” vardır. Yine öyküsü anlatılan şair, “mahur bir sonbahar akşamı nihavent kayıplara karışmış”tır. Masalın en önemli özelliği “anlatılması”dır. Oysa kentsel anlatı ürünleri (roman, hikaye) “okunur”. “Dinleme” edimi ister musiki ister masal olsun bizi ister istemez “taşra”ya götürür. Bu öykü için söylediklerimiz aşağı yukarı “İstasyonda Bir Şiir” adlı öykü için de geçerlidir. Çünkü “İstasyonda Bir Şiir” adlı öykü de poetik nitelikli bir metindir. Bu öyküde otobiyografik göndermeler biraz fazla belirgin. Çocukluğundan beri, hem öğrencilik hem de öğretmenlik yıllarında çokça yolculuk yapan Eyilir, yazdığı öykülerin büyük çoğunluğunu bu yolculuklardan devşirmiştir. Gerçi bu durum bir kusur değil, belki de İbrahim Eyilir öykücülüğünün “karakteristik” tarafıdır.
Kitaptaki “Göçer” adlı öykü de poetik bir metindir. Bu öyküde Eyibilir, üstkurmaca tekniğini kullanarak bir öyküyü nasıl yazdığını ifşa eder. Otobiyografik özelliği de hissedilen öyküde yazar memleketi Afyon’un iklim özelliğini, özellikle soğuğunu vurgular. Afyon’dan kalkan bir otobüste hem anlatıcı hem de bir başka yere göç eden göçerler yolcu olarak yer alırlar. Anlatıcı kulağı ile otobüsün radyosunda çalan “Elif” türküsünü dinlerken gözü ile de yolcuları izler. Dinlediği ve gözlemlediği şeylerden de bir öykü çıkarır.
            İbrahim Eyibilir, bütün duyularını öykü için seferber etmiş gibidir. Bu yüzden olsa gerek, gördüğü, dinlediği, kokladığı, dokunduğu, tattığı; ayrıca yaşadığı, etkilendiği hemen her şeyden bir öykü çıkarıyor. “Hasta” adlı öyküsü buna örnektir. Çünkü öyküde bir hastanede gördüğü bir manzara hemen öyküye dönüşmüştür. Öyküde anlatıcının bir hastanede gördüğü bir çocuğun durumu anlatılmaktadır. Daha doğrusu anlatıcı bu çocuğun durumundan ve dramından çokça etkilenmiş, adeta travmalar yaşamıştır. Eyibilir söz konusu etkilenmeyi ve travmayı çok başarılı bir şekilde öyküye dönüştürmüş. Herhangi bir durumdan etkilenen insanlar, bazen söz konusu etki sebebiyle etraflarında ne olup bittiklerini fark edemezler. Yazar bu insani durumu “flu” diyebileceğimiz tasvirlerle çok başarılı olarak resmediyor. “Hasta” öyküsü bunun en önemli kanıtıdır.
Kitaptaki poetik öykülerden bir diğeri “Bir Çiçek Ölümü” adını taşır. Temelde bir aşka dayanan bir durum ve bu durumun şiirsel ifadesi. Buna bir şiirin hikayesi de diyebiliriz. Yazar bu öyküsünde kendini kurgulamıştır; yani kendi adını (İbrahim) kullanarak otobiyografi tekniğini de kullanarak bir yalnızlık öyküsü anlatmıştır. Bunu yaparken, söz konusu durumu anlatan en başarılı şiirlerden bir olan Sezai Karakoç’un “Kar” adlı şiirine de gönderme yapmıştır. Bu metin için kısaca “öykü biçiminde yazılan bir şiir” desek yanlış olmaz. Çünkü bir metin çok çağrışım ve pek çok anlam söz konusu metinde bir araya gelmiş.

            Çocukluk Öyküleri:
            İbrahim Eyibilir öykülerinin özelliklerinden biri de “çocuk” ve “çocukluk” kavramlarına geniş yer vermesidir. Bu manada kitabın en ilginç öykülerinden biri “Kapı” adını taşımaktadır. Bu öykünün en dikkat çeken tarafı bir “çocukluk öyküsü” olmasıdır. Öyküde bir çocuğun eşya ile ilişkisi çok başarılı bir şekilde vurgulanmıştır. Bilindiği üzere, çok usta bir kurgucu (masalcı) olan çocuklar, hemen her şeye “oyun” (eğlence) gözüyle bakarlar. Bu yönleriyle çocuklar adeta insanların en “mistik”leridirler. Kur’an-ı Kerim’in pek çok ayetinde vurgulanan “Dünya hayatı bir oyun ve eğlenceden ibarettir” hükmünü hayatta en çok uygulayan çocuklar değil midir? Çocuklardan sonra gelenler ise “derviş”lerdir. Çünkü onlar da dünya malına ya da hayatına değer vermezler. Bu yüzden olsa gerek, hem çocuklar hem de dervişler dünyanın en “masum” en “günahsız” insanı değil midirler? “Kapı” adlı öyküde Eyilir bütün bunları akla getirir. Öyküdeki çocuk usta bir kurgucu (oyun ehli) olduğu için hemen her eşyaya “can” verir. Kısaca bu öykü de bir taşra ve doğallık öyküsüdür ve öyküde birinci şahıs anlatıcı figürü, anlatılanların hatıra-gerçek olduğunu hissettirir gibidir. Ayrıca öyküde hikayesi anlatılan “kapı” “ağaç”tandır ve modernizmin sembolü olan “demir kapı”ya inat, özellikle çocuk tarafından bambaşka bir varlık olarak sunulur. Burada “ağaç”ın doğallığı, toprağa bağlılığı, taşralılığı vs. gibi durumları da sadece hatırlatıp geçelim. Öykünün bünyesine yedirilen bütün bu göndermeler, aynı zamanda söz konusu metni şiirsel de kılıyor.
İbrahim Eyibilir’in öykülerinde en çok dikkat çeken konulardan biri de “çocuk”lardır. “Emanet Misafir” adlı öykü de esasında bir çocuk öyküsüdür. Yazar, çok başarılı bir öykü söylemine sahip olduğu için, mesela öyküsünde “hamile” sözünü kullanmıyor da, onun yerine halk arasın da tercih edilen “misafir” kavramını seçiyor. Gerçekten de halk irfanında hamile bir kadın için, genellikle “karnında çocuk taşıyor” şeklinde sözler kullanılmaz; bu sözün yerine “misafir” kelimesi tercih edilir. Halkın gözünde doğacak olan kişi herhangi bir insan değil, önemli bir misafirdir. Çocuk sevgisini ifade eden bu metafor, öykünün estetik değerine adeta tavan yaptırmaktadır. Sadece bu metafor da değil, öyküde otobiyografik göndermeler, aile ve çocuk ilişkisi, yağmur ve rüya gibi unsurlar da yerli yerinde kullanılarak, öykü adeta çok anlamlı, çok çağrışımlı ve çok sesli bir hale getirilmiştir. Bütün bunlar da bir başka açıdan “şiirselliğin” ifadesidir.

            Çok Sesli Öyküler:
            İbrahim Eyibir, bazen bir romana sığacak genişlikteki konuları bir öyküye sığdırıyor; bazen de hacim olarak küçük olmasına rağmen bir öykünün içine pek çok meseleyi ustaca yerleştiriyor. “Bakkal” adlı öykü işte bu niteliklere uyan çok göndermeli, çok meseleli bir metindir. Neredeyse bir “roman”da anlatılacak olan olaylar adeta kısa bir öyküye sıkıştırılmıştır. Ya da şöyle mi demeliyiz: Bir metin pek çok öykü… Özellikle taşra ve köylerde ve de şehrin taşrası/köyü sayacağımız kenar mahallelerinde çok önemli bir unsur olan “bakkal” kavramı, hemen her yetişkin insanın hayatında yer etmiştir. Mahalle bakkalıyla irtibatı ya da bakkal hikayesi olmayan hemen hiçbir mahalleli yoktur. Yıllar geçse de o bakkalla yaşanılanlar unutulmaz. “Bakkal” öyküsünün böyle bir tarafı vardır. Bu öykü, aynı zamanda “zamansal” bir nitelik gösterir. Özellikle tek parti döneminde köy ve kasabalarda yaşanan sıkıntılar da öyküde belirgin olarak görülür. Ayrıca bu dönem insanlarının sosyolojisi (giyim tarzları, eşyaları, birbirleriyle ve hükümetle ilişkileri vs.) de öyküde göze çarpar. Bunlar gibi daha pek çok “katman” bu öyküde karşımıza çıkar. Yukarıda da değindiğimiz gibi, bütün bu katmanlar birleşip toplu olarak anlatılırsa, karşımıza “roman” çıkar. Bu durum öykü için bir kusur mudur yoksa öykünün sosyolojik arka planını güçlendiren bir retorik midir? Bu ayrı bir tartışmadır. Bu tartışmayı geçip, “Bakkal” adlı öykünün de tipik bir “taşra” öyküsü olmasına dikkat çekelim. Yukarıda öykünün içerdiği farklı katmanların (bakkal, çocuğun bakkalla ilişkisi, bakkalın modern marketlere ve alışveriş merkezlerine yenilmesi…) her biri okuyanda belirli bir duygusal refleks yaratıyor. Bu da öykünün “şiirselliğini” artırıyor. Özellikle öykünün sonunda yer alan bakkalda yenilen iki “püskevit arası lokum” göndermesi son derece “lirik” bir etki bırakıyor.

            Sosyolojiyi Dekor Olarak Kullanan Öyküler:
            Öykü kitabına adını veren “Teyzemin Radyosu” da çok ilginç bir metindir. Öyküde dikkat çeken en önemli şey, “spleen” hali, yani şehir sıkıntısı ya da bunalımıdır. Hayatımıza giren pek çok iletişim aracı, paradoksal bir şekilde insanlar arasında iletişimi değil, iletişimsizliği artırmaktadır. Hemen herkesin elinde telefon vardır ama kimse bir başkasıyla konuşmaz. Hemen herkesin kulağında kulaklık vardır ama kimse yanındaki dinlemez. Öykü bu durumun eleştirisiyle başlıyor. Bu eleştiriyle beraber anlatıcı, çocukluğunda hayatına giren ve kendisine unutulmaz anlar yaşatan “teyzesinin radyosu”nu hatırlıyor. Burada bir hatırlatmada bulunalım:
            Türkiye’de taşra ve köylü insanları modernizmin hayatımıza soktuğu iki temel şeyi benimsemiş ve kabullenmiştir. Bunlardan biri “radyo”, diğeri ise “sinema”dır. Genellikle teknoloji ve modernizmle problemli olan, hatta bunlara cephe aldığı için “gerici”  ya da “çağ dışı” gibi suçlamalara da maruz kalan taşra/Anadolu insanları her ne hikmetse hem radyo hem de sinema konusunda modernizm taraftarlarını şaşırtacak bir tavır içine girmişlerdir. Günümüzün usta hikayecisi Mustafa Kutlu özellikle bu duruma dikkat çeker ve bilhassa taşralı /Anadolulu insanların sinemaya düşkünlüklerini anlamlı bulur. Bu durum da sosyolojik manada araştırılması gereken bir meseledir. İbrahim Eyibilir’in “Teyzemin Radyosu” adını taşıyan öyküsü işte bütün bu meseleyi öykü diliyle adeta tartışmaya açar. Öyküde anlatıcı ikinci şahıs olarak konuşur. Bu durum öykü sanatında pek karşılaştığımız bir uygulama değildir. Öykü sanatında daha çok ya birinci şahıs (ben) ya da üçüncü şahıs (o) yer alır. Oysa Eyibilir ikinci şahıs anlatıcı figürünü tercih etmiştir. Öyküde ikinci şahsa hitaben konuşan birinci şahıs (ben) ve dinleyen (sen) olmak üzere iki zamirle yüz yüze geliriz. Öyle ki “ben” olarak konuşan şahıs taşra/köy değerlerini sembolize ederken; dinleyen durumundaki “sen” ise modern olanı işaret eder gibidir. Öykünün ironisi ve başarısı da burada karşımıza çıkar. Söz konusu öyküyü sadece “ben” ve “sen”  zamirleri bağlamında yorumlasak başlı başına bir yazı çıkar. Mesela “ben” konuşur, üretir; yani etkendir. Buna karşılık “sen” “dinler” ve “tüketir”; dolayısıyla edilgendir. Yazar bununla taşra ve Anadolu insanlarının etken ve üretken yönü ile kentte yaşayan insanların “edilgen” ve “tüketen” yönlerini ima eder adeta. Kısaca kitaba adını veren öykü hem içerdiği konu hem de öykünün kurgusu ve estetiği açısından kitabın en başarılı metinlerinden de biridir.
            “Aile” adlı öykü de köy-kent ekseninde geçenlerin anlatıldığı bir metindir. Şehre taşınan bir aile vardır. Bu ailenin kökleri köye dayanır. Şehirde memuriyet veya daha başka bir iş bularak özellikle genç aileler köyden ayrılırlar. Köyde ise yaşlı anne-baba kalır. Çünkü onlar “yuvayı beklerler”. Köydeki yaşlılar bakıma muhtaç hale gelince de şehirdeki evlatları onları yanına alır. Bu yaşlılar “toprak”tan uzak kaldıkları için asla şehirde mutlu olmazlar. Bilhassa Türkiye sosyolojisinde ailelerdeki bu durum hala günceldir. Özellikle yaşlı anne babaların durumları şiirsel bir dille aktarılmış, yer yer de “türkü” etkisi hissediliyor.
Kitaptaki “Huzur Evi” de sosyolojik bir karakter taşıyor. Yukarıda da değindiğimiz gibi köyde kalan yaşlı baba, onu ziyarete gelen şehirli oğul ve torunlar… Yaşlı baba, şehirden oğlu ve torunları gelince köydeki evinin huzur dolduğunu söylüyor. Bu öykünün satır aralarında Eyibilir, modern evlerdeki bir başka probleme de dikkat ekiyor. Modern evlerde yaşlılara yer verilmemesi bilinen bir gerçek. Pek çok evde özellikle kitap seven babanın kitaplığı da artık fazlalık olarak görülüyor. Yani modern evlerde artık kitaplığın yeri yok gibi. Bu yüzden pek çok kitapsever insan özellikle yaşlanınca hem kitapları hem de kendisi evsiz kalma tehlikesi yaşıyor. “Huzur Evi” adlı öykü bu hususu da gündeme taşıyor.

            Otobiyografik Öyküler:
            İbrahim Eyibilir’in öykülerinde otobiyografik unsurlar dikkat çekecek kadar çoktur.  Bir öğretmen olarak Türkiye’nin birçok yerinde görev yapan yazar, “Sağır Kaya” adlı öyküsünde hem kendi bireysel tarihini hem de Türkiye’nin önemli sorunu terörün insanımız üzerindeki etkisini ele alır. Özellikle Doğu’da şehit edilen öğretmenler, Milli Eğitimin özellikle müfettiş merkezli taşra problemleri (teftişler, öğretmeni azarlayan anlayışsız müfettişler, bürokratik engeller vs.), öğretmenin şahsında temsil edilen devlet kavramıyla köylünün ilişkisi ve bütün bunlara dekor olan Doğu gerçeği öykü diliyle masaya yatırılmıştır. Bu öyküde dikkat çeken husus, anlatılan hikayenin geleneksel ve epik karakterli olması, anlatıcının ise modern bir yansıtma duyarlılığına sahip olmasıdır. Özellikle anlatılan her bir öykü kesitinin efektinde ağıt ya da türkü seslerini hisseder gibiyiz. Bu da öyküye şiirsel bir tat katıyor. “Kartal Yuvası” adlı öykü ise adeta “Sağır Kaya”nın devamı gibi. Eyibilir bu öyküsünde, Türkiye’nin Doğu’sunda görev yapan aydın bir bireyin kendisiyle hesaplaşmasına yer verir. Öykünün anlatıcısı adeta “yanlış yerdeki doğru adam”dır. Bu adam tipik bir Türkiye gerçeği olan “sürgün olma”  durumunun da muhasebesini yapar. Öykü özellikle iç konuşma ve öznenin kendi kendisiyle hesaplaşması bağlamında oldukça başarılı bir öykü dili de içerir.
            İbrahim Eyibilir’in öykücülüğünde “birbirinin devamı öyküler” diyeceğimiz bir öykü retoriği vardır. “Sağır Kaya”, “Kartal Yuvası” ve en son “Yansıma” adlı öykü adeta birbirlerini tamamlar. Bu üç öykü aynı zamanda küçük bir roman olarak okunabilir. “Sağır Kaya”da bir köy öğretmeni ile karılaşan okur, “Kartal Yuvası”nda bu öğretmenin pek çok şeyle hesaplaşmasına şahit olur. “Yansıma”da ise bu öğretmenin hal ve hareketlerinin devlet nezdinde nasıl “suç” olarak telakki edildiğini görürüz. Çünkü bu öğretmen köyde bir teftiş ya da soruşturma geçirir. Savunma yapmak üzere de şehirdeki Hükümet Konağı’na gelir. Kendisi gibi daha birçok “suçlu!..”, hükümet konağında “sıra” beklemektedir. Sıra beklerken “Kıyafetinizi düzeltiniz!” uyarısının olduğu aynaya bakar. Öğretmen aynaya bakarken hemen her şeyle hesaplaşamaya devam eder. Öyküde geçen “ayna” bir yansıtma ya da gösterme objesi olarak önemli bir imgedir ve şiirseldir. Eyibilir, üzerinde “Kıyafetinizi düzeltiniz!” yazısının yer aldığı bir “ayna”dan yola çıkarak Türkiye eleştirisi yapar. Bu küçük obje hem yazarı hem de okuru o kadar çok şeyle yüzleştirir ki… Mesela “Kıyafetinizi düzeltiniz!” uyarısı ile Türkiye’nin kanayan yarası darbe dönemleri çağrıştırılır. Çünkü böyle uyarı yazıları askeri bir nitelik gösterir. Hükümet konağında yer alan ayna üzerinde uyarı yazısının yer alması, yazar tarafından ironik amaçlı olarak kullanılmıştır ve buradaki ironi de oldukça başarılı bir tercihtir. Öyküde ayrıca “Fizan’a sürgüne gönderilmek” gibi tarihsel problemlere de açıkça gönderme yapılıyor. Öyküdeki tahliller oldukça başarılı ve her bir tahlil açıkça şiirsel bir dille yapılmıştır.
           
            Geleneğin Sesini Yansıtan Öyküler:
            İbrahim Eyibilir, öykülerinde geleneği adeta yeniden üretir. Onun öykülerinde geleneksel form ve unsurlar hep kendilerini hissettirirler. Kitapta yer alan “Ceylanı Vurdular” adlı öykü bu bağlamda dikkat çeken ve adeta modern zamanların kıssası sayacağımız bir metindir. Çevreci bir duyarlığı yanıtsan öyküde daha çok semboller konuşur. Mesela öykünün esas karakteri bir “Çınar” ağacıdır. Bu ağaç bir yangında tehlike atlatmıştır. Yangından sonra ortaya “domuzlar” çıkmıştır. Çınarlar kalmayınca adeta korumasız ve evsiz kalan “ceylanlar” ise artık tehlike içindedir. Kentle yetinmeyen modernizm, gözünü tabiata dikmiş; ağaç kesmeler, yeşili ve otları yok edip beton yığınları inşa etmeler vs. gibi uygulamalarla yaşanabilir “çevre”yi tehdit etmeye başlamıştır. Öykü şiirsel ve sembolik bir dille ve bir kıssa ile bu tehlikeye dikkat çekiyor. Kitaptaki “Sinek” adlı öykü de bu bağlamda yorumlanabilir.
Kitapta dikkat çeken öykülerden biri de “Akış” adını taşır. Eyibilir, bir obje ya da hareketten yola çıkıp kendi dramını yorumlayan birçok öykü yazmıştır. Bu da o öykülerden biridir. Öykü bir adamın öfkeli olarak evinden ayrılışı ile başlar. Bu adam bir nehirde sandala biner ve kürek çeker. Kürek çekerken suyun akışının sandalı nasıl yönettiğine şahit olur. Adam, suyun akışı, sandalın bu akışa kapılması vs. gibi durumlardan kendine dair sonuçlar çıkarmaya başlar. Burada nehir ve sandal çok başarılı bir metafor olarak seçilmiştir. Yazarın derdi seçtiği objeler aracılığı ile insanı anlatmaktır. Bu da şiirsellikten çok şiirin ta kendisidir.
“Kuş Çeşmesi” adlı öykü de modern bir kıssa gibidir. Köy ve taşra gerçekliğinin gerçek boyutuyla işlendiği öykü, kültürümüzde mevcut olan “ilim” ile “irfan” ehli inanların çatışmasını akla getiriyor. Öğrendiği ve bildiği her şeyi kitaplara ve okula borçlu olan bir oğul ile, hemen her şeyi hayatta tecrübe ederek ve yaşayarak öğrenen bir baba vardır. Kısaca oğul ilim ehlidir ama irfanı eksiktir; buna karşılık baba ise irfan ehli olup kitabi şeylere mesafeli biridir. Daha önce de değindiğimiz gibi, modern hayat bu babayı gelecekte kente ve oğlunun evine bir sığıntı olarak gitmeğe zorlamaktadır. Mustafa Kutlu’nun hayıflandığı da işte bu insanlardır. Kısaca bu hikaye de “toprak”, “tabiat”, “yaşlı insanların köy ve toprak özlemi” gibi durumları içermesiyle bizi “türkü”lerin dünyasına davet ediyor.
“Buğu” adlı öykü de sembolik bir nitelik gösteriyor. Baştan sona metaforlarla dolu olan yani şiirsel olan bu öyküde, anlatıcı bir “buğu”dur. Burada bilinen bir metafor olan “damlanın denize kavuşma isteği”nin başka bir ifadesiyle karşı karşıyayız. Burada damlanın yerini “buğu” almış ve bu “buğu” Ela deniz”e kavuşmak istiyor. Buğu figürünün anlatıcı olarak seçilmesi, öykünün estetik değerini bir hayli yükseltiyor. Adeta bir seyyah gibi bütün evreni dolaşan buğu, çöller ve denizler aşıyor. Bu buğu en çok askerlerin üzerinde odaklanıyor. Dolayısıyla buğu, deniz, çöl, asker, şehitlik, memleket özlemi, gözyaşı gibi kavramlar hem birer sembol hem de birer metafor olarak metni şiirin alanına taşıyorlar. Bu öykü de çok başarılı metinlerden biridir.

            Yakın Tarihi Güncelleyen Öyküler:
            İbrahim Eyibilir, öyküleriyle Türkiye’nin yakın tarihine tanıklık eder. Özellikle 28 Şubat olarak kodlanan süreçte pek çok dram yaşanmış, pek çok toplumsal huzursuzluk belirmiştir. Kitaptaki “O” adlı öyküde yazar buna işaret eder. Özellikle “başörtüsü sorunu” olarak adlandırılan sorun Türkiye’de 28 Şubat 1997’den sonra başlamıştır. “O” adlı öyküde bu sorunun trajik boyutu gözler önüne serilir. Başörtülü bir anne asker olan oğlunun yemin törenine alınmaz. Başörtülü anne orduda görevli subay olan oğlunun evine (lojmanına) dahi sokulmaz. Sadece bunlar da değil, askeri vesayetin aileleri nasıl parçaladığı, komşuların arasını nasıl açtığı, dostlukları ve kadim değerleri nasıl bozduğu da öyküde hissettirilir. Öyküde sık sık anlatıcı değişir. Her bir anlatıcı da yeni hikaye demektir. İbrahim Eyibilir bu anlatıcı değişimi ve çokluğu ile adeta 28 Şubat sürecinde anlatılacak pek çok hikaye olduğunu ima eder gibidir. Bir başka açıdan bu da modern ile geleneğin bir başka karşı karşıya gelişidir.
Türkiye’nin yakın tarihindeki bütün önemli olaylar ve gelişmeler Eyibilir’in öykü dünyasında karşılık bulduğunu söylemiştik. Yakın tarihimizdeki önemli gelişmelerden biri de “eğitim” ve “öğretmen” eksenli bir oluşum olan yurt dışındaki Türk Okulları meselesidir. Bu okullar Türkiye’de “hizmet” kavramı ya da “Hizmet hareketi” (Cemaat) kavramlarıyla anılır. Bu kavramlar konseptinde yurt içinde pek çok kişi yurt dışına gitmiştir. “Sibirya” adlı öykü, bu konuyu içerir. Anadolu’nun dindar ve öz değerlerine bağlı insanları, çok büyük fedakarlıklarla çocuklarını okutup bir mesleğin mensubu yapmak çabası içinde olmuştur. Yurt dışında Türk Okulları açan Hizmet Hareketi, yurt içinde de dershane ve öğrenci yurtları ile Anadolu insanlarının bu çabalarına destek vermişlerdir. Böylece pek çok Anadolu genci iş ya da meslek sahibi olup ülkelerine ekonomik-kültürel bağlamda katkı sunmuşlardır. Evlatlarının bu başarıları anne ve babaları sadece gururlandırmamış, bu gençler anne ve babalarının güvenci de olmuşlardır. Ancak burada şiddet dozu yüksek olmayan bir “çatışma” da vuku bulmuştur. Çünkü, bir mesleğin mensubu olarak hayata dahil olan bu gençler, belirli bir zaman sonra, çoğu anne babanın muhalefetine rağmen yurt dışındaki Türk Okullarına gönderilmeğe başlanmıştır. Bunların Türkiye’de kalan anne ve babaları ise hüzün ve gurbet sarmalında yaşamağa devam etmişlerdir. İşte “Sibirya” öyküsü bütün bunları içerir. Öyküde büyük fedakarlıklarla okuyup meslek sahibi olan bir Anadolu gencinin Sibirya’daki bir Türk Okulu’na gidişi konu olarak seçilmiştir. Bu genç alışık olmadığı soğuk bir coğrafyada eşiyle beraber bir kaza geçirir. Hastaneye kaldırılır. Bu genç, biraz kendine gelince adeta önceki hayatı “bir film şeridi” gibi gözlerinin önünden geçer. Bu anda bilinçaltı devreye girer. Delikanlı köyde geçen çocukluğunu, babasının büyük fedakarlıklarla kendisini nasıl okuttuğunu falan hatırlar. Bilnçaltından geçen bu düşünlerde çok önemli sosyolojik gerçekler vurgulanır. Dolayısıyla öykü son derece başarılı bir bilinçaltı öyküsüdür aynı zamanda.[1]
            Kitapta yer alan son öykü de “Hizmet” hareketinin bakış açısına uygun bir metindir. Hizmet hareketi adına yayın yapan televizyon kanallarında eski kıssaları andıran, menkıbe motiflerini işleyen, “iyi insan-kötü insan mücadelesi” klişesine uygun film ve diziler çokça yayınlanmaktadır. Hatta söz konusu film ya da dizileri Hizmet hareketi bizzat finanse etmektedir.  Bu film ve dizilerde “iyi” ve “fedakar” (kusursuz) insanlar ile bu insanlara fırsat vermek istemeyen “kötü” ve fitnebaz insanlar arasındaki mücadeleler işlenir. İyi ve fedakar insanlar hem çok çile çekerler hem de çok büyük belalara maruz kalırlar. Onlar bu dramları ile adeta İslamın ilk geldiği günlerde peygamberimizin ve ashab-ı şeriflerinin yaşadıkları zulümleri hatırlarlar. Ancak geri adım atmayıp büyük bedeller ödeseler de sonunda zaferi kazanırlar. Hatta onların bu büyük erdemleri, onlara kötülük eden kişinin “hidayete” ermesine ve değişmesine de sebep olur.
İbrahim Eyibilir “Kamera Şakası” hikayesinde (çünkü metin öyküden çok klasik hikaye yapısına uygun) işte bütün bunları gündeme getirir. Kitaptaki en anlaşılır metinlerden biri olan bu hikayede “haylaz” bir öğrenci ile, bu öğrenciyi yola getirmek isteyen “idealist” bir öğretmenin ilişkisi anlatılır. Bu öğretmenin en büyük yardımcısı, en az kendisi kadar idealist olan “eşi”dir. Sinematik özelliği çok yüksek olan bu hikayede, ailesi tarafından her isteği karşılanan şımarık bir kız öğrenci vardır. Bu öğrenci okulun yasak saydığı hemen her şeyi icra eder. İdealist öğretmen birçok kez suçüstü yaptığı bu öğrenciyi nedense disipline vermez. Çünkü bu öğretmene göre suçlu öğrenciden çok ailedir. Çünkü aile veli toplantılarına falan pek gelmez. İdealist öğretmenin kendisine “taktığını” düşünen öğrenci ise, çareyi bu öğretmene komplo kurmakta bulur. Bu öğrenci televizyon hastası teyzesinin de yardımıyla sansasyonal haber peşinde koşan bir televizyon kanalını adeta bu öğrencinin emrine verir. Öğrenci idealist öğretmene iftira atar ve der ki “bu öğretmen beni dövdü, bana şiddet uyguladı”. Böyle bir haberi aslını araştırmadan kamuoyunun gündemine taşıyan televizyon, böylece o öğretmeni toplumun nezdinde aşağılamış ve lekelemiş olur. Hikayede böyle bir olay konu edinilir.
Yazar, bu hikayede bile satır aralarında bazı “şey”lere dikkat çekmeyi başarır. Mesela özel televizyon kanallarının denetimsiz ve kendini savunma imkanı olmayan kişileri “yargılama” problemi hala ülkemizde mevcuttur. Buna dikkat çekilir. Yine özellikle özel televizyon kanallarında mevcut olan “kamera şakası” programlarının nelere mal olduğu da hissettirilir. Ayrıca hikayede “haylaz” olan öğrencinin elinden son model cep telefonunun hiç düşmemesi, bu öğrencinin cep telefonu tarzı eğlence araçları yüzünden kitaptan ve derslerden uzak kalması da hikayenin satır aralarında eleştiriye tabi tutulur. Her ne kadar klasik hikaye şablonuna uygun bir metin olsa da “Kamera Şakası” da esasında “çok sesli” olma özelliğine sahiptir. Bu da yazarının başarısıdır.
           
            Bilinçaltı (Varoluş) Öyküleri:
            “Gümüş Kız” adlı metin ise bir bilinçaltı öyküsüdür. Öyküde “geçmişe sığınan” bir adam anlatılır. Bu adam, içinde yaşadığı an’ı ise sarhoşlukla geçirir. Yukarıda da değindiğimiz gibi, sarhoşluk bir varoluş biçimidir. Varoluş, bilinaltının bilinç düzeyine çıkması anlamına da gelir. Sarhoşluk anında ise bilinçaltı bilinç üstüne çıkar. Sarhoşluk, bilinç altını bilinç düzeyine çıkarma gibi var oluş unsurlarıyla harekete geçen adam, (çünkü var oluş harekete geçmek anlamına da gelir) bir arayışa girer ve yakınındaki “denizi” fark eder ve denize sığınır. Bütün bu semboller, yani sarhoşluk, deniz, denizin büyülü etkisi vs. öyküye fantastik bir renk katar. Fantastik bir renk ise bizi şiire (dolayısıyla metafiziğe) götürür.

            Yazılmamış Hikayeleri Anlatan Öyküler:
            İbrahim Eyibilir öykücülüğünün bir önemli özelliği de Müslümanların yeterince yazılmamış hikayelerini anlatmaktır. Müslüman bir duyarlılıkla ve Müslümanca bir bakış açısıyla Müslümanların mahremleri (hikayeleri) anlatılabilir mi? Daha doğrusu anlatılmalı mı? Hikaye anlatmanın bir “özeleştiri yapma” (itiraf) işlevini dikkate alırsak, sorunun cevabını “evet” olarak verebiliriz. Kitapta yer alan “Kırmız Dut” adlı öykü ilk planda bize bunu düşündürüyor. Eyibilir öyküsünde Kur’an kursları, Hafızlık eğitimi, mahalle mektepleri, İmam-Hatip Liseleri vs. yerlerde verilen eğitimi sorgular. Buralardaki katı ve yer yer şiddet (dayak) ve nefse eziyet etme gibi uygulamaların hikayeleri yeterince yazılmamıştır. Yazılanlar ise art niyetli ve genellikle “dışarıdan birileri” (oryantalist tavır) tarafından ortaya konulmuştur. İbrahim Eyibilir, “içeriden biri” olarak bu konuya temas ediyor. Öyküde öncelikle çatışma eksenindeki genç bireyler anlatılıyor. Hafızlık eğitimi alan kanı kaynayan bir genç var. Bu genç hafızlık eğitimi alıp adeta hayattan koparken, dışarıda ise sinema vardır, deniz vardır, kısaca hayatın güzellikleri vardır. Genç, hayata ve dış dünyaya ait olarak sadece hafızlık eğitimi aldığı kursun bahçesinde yer alan “kırmızı dut”u ve bahçedeki birkaç çiçeği görür.  Çoğu zaman o dutları yemesi de izne tabidir. Öyküde bu gencin çatışmaları çok başarılı tahlillerle verilmiştir. Özellikle gencin iç dünyası ve bilinçaltı iki çizgi arası ifadelerle aktarılmıştır. Ayrıca öyküde başta “gölge” olmak üzere pek çok sembol ve imge kullanılmıştır. Bütün bunlar da öyküyü şiirsel kılmağa yetiyor.

Sonuç
            Yukarıda sanatın, dolayısıyla edebiyatın ve öykünün “zamanının” gramatikal bağlamda değil de hayattaki işlevselliği bağlamında “sürekli şimdi” olduğunu vurgulamıştık. Eyibilir “Teyzemin Radyosu” adlı kitabında yer verdiği otuz öyküde adeta bunu yapmıştır. Yazar, kendisine yöneltilen “İbrahim Eyibilir öykücülüğünü nasıl tanımlayabiliriz?” sorusuna şu karşılığı verir:  “Geleneğin içinde yer alan kadim dil, tasavvuf, müzik bilgisine dayanan sinema ve şiir rehberliğinde kendi dilini bulmaya (oluşturmaya) çalışan metinler diyebiliriz.”[2] Yazarın bu cevabında yer alan “kendi dilini bulmaya (oluşturmaya) çalışan metinler” ifadesini söz konusu kitap için de kullanabiliriz.
            İbrahim Eyibilir’in öykülerinde dikkat çeken hususları yazıda bir alt başlık olarak ele aldık ve şu saptamaları yaptık:
“Teyzemin Radyosu”ndaki öyküler “göstermek”ten çok “hissettiren” / “duyuran” öykülerdir; bu öyküler musiki yüklü dramları içeren şiirsel metinlerdir; öykülerin birçoğu “poetik” bir nitelik gösterir ve Eyibilir’in “öykü yazma” sırrını ifşa ederler.  Bu öykülerde “çocuk”lar ve “çocukluk” dönemi ayrı bir önem arz eder. Şiirsel niteliğinden olsa gerek, öykülerde “çok sesli”, “çok çağrışımlı” bir yapı göze çarpar. “Teyzemin Radyosu”ndaki öykülerin en dikkat çeken özelliklerinden biri de bu öykülerin sosyolojiyi dekor olarak kullanmasıdır. Öykülerde bilhassa yazar olarak İbrahim Eyibilir’in hayat hikayesinden yansımalar (otobiyografik unsurlar( göze çarpar. Pek çok öyküsünde yazar “geleneğin sesini yansıtır” ya da adeta “geleneği yeniden inşa eder”. “Teyzemin Radyosu”ndaki öykülerde  yakın tarihin yansımaları da ayrıntılı olarak imgeleştirilir. Öykülerin hemen hepsinde “bilinçaltı” (varoluş) özellikle varlığını belli eder. Bir de bu öyküler, henüz yeterince “sanata aksetmemiş ve yazılmamış hikayelerimizi” içerir.
            Öyküler hakkında yaptığımız bu tespitler, sadece bir ya da belirli hikayeler için geçerli değildir. Şöyle söyleyelim: Kitapta yer alan otuz öykünün otuzunda da aşağı yukarı bu nitelikler söz konusudur. Yazar, unutulmazlık, değişim, hatıra gibi unsurları bir leitmotiv olarak kullanır ve bu durum adeta öykülerin temel niteliğidir. İbrahim Eybilir’in öykülerinde kişi isimleri pek yer almaz. Bununla öyküde anlatılanların evrensel olduğu ve herkesi ilgilendirdiği ima ediliyor gibidir. Bir de Afyon, radyo, türkü gibi kavramlar sanki İbrahim Eyibilir öyküsünün temel kavramları (kodları) olarak tasarruf edilmiştir.
            Bütün bunlardan sonra şunu ifade ederek yazıyı bitirelim: İbrahim Eyibilir, yazının başında dikkat çektiğimiz “sürekli şimdi” halini öyküleri aracılığı ile hissettirir. Malzemesini zamansal olarak genelde “geçmişten” seçse de onun derdi, içinde yaşadığı “hal”dir, yani “şimdi”dir. Bunu da “öykü anlatıcısının şimdisi” olarak öykülerinde kodlar. Dolayısıyla öykülerdeki “anlatıcı”ların bilinç halleri ve zamansal sapmalarından yola çıkan dikkatli okuyucu, yazarın “şimdisi” (hali) konusunda gerekli verileri elde eder. Bütün bu veriler de gelip şuna dayanır: İbrahim Eyibilir, öyküleriyle “ekran çağına” itiraz ediyor; yani bir tür hayatımızdaki bütün “değerleri ters-yüz eden modernizme baş kaldırıyor. Bir sanatçı olarak yazarın böyle bir hakkı yok mudur?...




[1] Türkiye’de 17 Aralık 2013 tarihinde başlayan yeni bir süreç, İbrahim Eyibilir’in “Sibirya” öyküsü bağlamında yapacağımız  değerlendirmenin tam tersi yönünde gelişim göstermiştir. İsmi “Hizmet Hareketi” ya da “Cemaat” olarak anılan Türkiye’deki bir grup, dünyanın pek çok ülkesinde “Türk Okulu” adı altında eğitim kurumu açmıştır. Özellikle Türkiye’nin adeta açıldığı ülkedeki temsilcisi ya da elçisi gibi işlev gören, Türkiye ile açıldığı ülke arasında pek çok olumlu ilişki kuran, dünya barışına katkı sağlayan, açıldığı ülkelerde Türk kültürünü tanıtan; özellikle son yıllarda uluslar arası bir organizasyonla “Türkçe Olimpiyatları” adıyla çok önemli bir faaliyet gerçekleştiren Türk Okulları, bu yönüyle özellikle Hükümet tarafından takdir edilip desteklenmiştir. Ayrıca, aralarında küçük nüanslar olan Milliyetçilik fikrine sahip kişi ya da kuruluşlar da Türk Okulları’nı açıktan ya da gizli olarak destekleyip takdir etmişlerdir. Ancak 17 Aralık 2013’ten sonra başlayan yeni süreçte bütün bu değerlendirmemizin neredeyse tersi diyebileceğimiz gelişmeler yaşanmıştır. Söz konusu gelişmeler siyasi bir nitelik taşıdığı için burada o gelişmelere dair yorum yapmayacağız.  Şunu bir kere daha vurgulayalım ki, bizim burada “Sibirya” öyküsü bağlamında yapacağımız değerlendirme, öykü zamanını da içeren 17 Aralık 2013 öncesi Türkiye şarlarına göre yapılacaktır.
[2] Merve Koçak Kurt, Star Gazete, 12 Haziran 2014.

 FOTOĞRAF HİKAYESİ 35 (yedi iklimde ve bir ortak kitap çalışmasında yayınlanan yazı i.e) 1984’TE ZORBA VE DİL             Bin dokuz yüz do...