(Yedi İklim Dergisi'nin Şubat sayısında aşağıdaki yazı kısaltılmış olarak yayınlandı. Bir edebiyat dergisi için oldukça uzun olan bu yazı benim için çok değerli. Tamamını sizinle paylaşmak istedim. Teyzemin Radyosu hakkında bu değerli incelemeyi kaleme alan değerli hocam Profesör Dr. Şaban Sağlık Bey'e, Yazıya dergilerinin sayfalarını açan Ali Haydar Haksal Bey'e çok teşekkür ederim. i.e)
Şaban Sağlık
EKRAN
ÇAĞINA İTİRAZ EDEN ÖYKÜLER
“Sen
şairsin, konuşmadan önce görmelisin.”
(İbrahim
Eyibir, Şair Masalı)
Dünya
Bir Gündür, O da Bugündür:
Tüm güzel
sanatlar gibi edebiyat sanatlarının da insanın dikkatini sürekli olarak
“şimdiye çekmek” gibi bir özelliği vardır. İster şiir ister roman isterse öykü
olsun, kısaca bu formlardan hangisi olursa olsun ve hangi gramatikal zamanı
içerirse içersin, edebiyat her zaman “şimdi”yi anlatır. Bu durum özellikle
masallar için de geçerlidir. Özellikle masallarda bildiğimiz gibi çok uzak
geçmiş zamanlar anlatılır. Bu, zahirde böyledir. Dikkatle bakılırsa çok uzak
geçmişi anlatan masallar bile esasında masalı anlatanın “şimdi”si ile
ilintilidir. Bu durum, sadece geçmiş zamanlar için mi geçerlidir? Hayır…
Geleceği anlatan ya da içeren fütürist metinler için de aynı hükmü verebiliriz.
Burada bizi edebi metnin içerdiği gramatikal zaman aldatmasın. Mesela tarihi
roman veya hikayelerde hep farklı kipleriyle geçmiş zaman yer alır. Buradaki
zaman kipine bakarak söz konusu hikaye ya da romanın geçmiş zamanı anlattığı
hükmü sorgulanmalıdır.
Burada şunu da iddia ediyor değiliz.
Sadece bir zaman vardır ve o da “şimdiki zaman”dır. Bizim gramer kitaplarında
yazılı olan ve çeşitleri ayrıntılı olarak açıklanan zaman kiplerine de bir
itirazımız yok. Vurgulamaya çalıştığımız husus, genelde sanat kavramıyla özelde
ise edebiyatla ilgilidir. Esasında bir “ifade” olan sanat, insanın “an” ya da
“hal” içindeki herhangi bir refleksini, çatışmasını, travmasını ya da
“etkilenme”sini hedef alır. Refleks, çatışma, travma ya da etkilenme gibi
insani tepkiler “an” ya da “hal” içinde vuku bulur. Bu da insanın içinde
bulunduğu “an”, yani “şimdi” demektir. Bu durumda “şimdi” adeta bir istasyon ya
da terminal gibi bir kalkış noktası oluyor. Başka bir ifade ile söylersek, bu
durumun insan psikolojisindeki karşılığı “bilinç” oluyor. Bilinç, bu durumda
“şimdi”nin kendisinden baş bir şey de değildir.
Belirli ve sabit bir “yön”ü olmayan bilinç, kendisini kuşatan refleks,
çatışma, travma ya da herhangi bir dış etkiye endeksli olarak yön belirler.
Buna göre de ya geçmişe ya da geleceğe yönelir. Burada bilincin nereye
yöneldiğinden çok, bilincin kendisi önemlidir. Yukarıda da değindiğimiz gibi,
bilincin kendisi ise “şimdi”dir, haldir.
Şimdi ya da “hal”in, yani bilincin
de çok önemli bir eksikliği vardır. O da “boşluk” kavramıyla ifade edilebilir.
Bilinç ne zaman boş kalsa, işte o boşluğu ya geçmiş (hatıra) ya da gelecek
(hayal) ile dolduruyor. Yani bilinci boş bırakmamak gerekir. Türkçede mevcut
olan “Kızı kendi haline bırakırsan ya davulcuya ya da zurnacıya kaçar” sözü
burada bilinç için de bir analoji olmaktadır. Sanat kavramını da bilinçteki bu
boşluk ya da boşluğu doldurma konseptinde arayabiliriz.
Peki, bilinç her zaman boş mudur?
Hayır… “Anı yaşamak”, “dolu dolu yaşamak” ya da “mutlu olmak” gibi durumlar
bilincin dolu olduğu anlardır. Bilinç dolu ise geçmiş ya da geleceğe kaçmaz.
Kaynağı konusunda çeşitli rivayetler
olan şu söz, belki de benim söylemek istediklerimin veciz ifadesi: Dünya bir gündür, o da bugündür.
Bilinç, mutluluk, geçmişe kaçma,
geleceğe kaçma, boşluk vs. gibi bütün bu kavramları burada gündeme getirmemiz
boşuna değil. Genç öykücü İbrahim Eyibilir’in “Teyzemin Radyosu” adlı ilk kitabını
okuduktan sonra zihnimde yukarıda özetlemeye çalıştığım düşünceler döndü
dolaştı. Her ne kadar ilk kitap desem de, esasında ben İbrahim Eyibilir’i ta
öğrencilik yıllarından beri tanırım. Hoca-öğrenci, çay ve muhabbet arkadaşı,
yol arkadaşı, vefalı dost, yaşadığı şehre gidince mutlaka ziyaret ettiğim;
yaşadığım şehre o gelince de mutlaka bizleri ziyaret eden, kısaca iflah olmaz
bir ağabey-kardeş ilişkisi yaşadığımız eşi nadir bulunan bir insan olan İbrahim
Eyibilir, ne düşünmüşse ne yazmışsa bizleri mutlaka haberdar etmiştir. Yani
kafasından geçenler kadar kaleminden dökülenlere de aşina olduğumuz biri. Zaten
her görüşmemizde adeta kendisine baskı yaparak, “Şu güzel öykülerin ne zaman
kitaplaşacak” diye bıktırıcı sözlerimiz nihayet karşılık buldu ve bu değerli
öykücü ilk kitap olarak “Teyzemin Radyosu”nu yayımladı. Böylece yukarıda
kuramsal arka planı hakkında hafif felsefe soslu açıklamalar yapmaya çalıştığım
“Teyzemin Radyosu” hakkında bütünsel bir değerlendirme yapma imkanı da oluşmuş
oldu.
“Göstermek”ten
Çok “Hissettiren” / “Duyuran” Öyküler: Teyzemin Radyosu:
Öncelikle başlığa da yansıttığım bir
saptama ile öykülerin dünyasına giriş yapmak istiyorum. Teyzemin Radyosu’ndaki
öykülerin hemen hemen tamamı ekran çağına itiraz ediyorlar. Bu ne demektir?
İnsanoğlunun yaşadığı zamanları - bilinen çağ adlandırmalarını istisna kabul
edersek- kendi içinde bazı başka adlarla nitelendirebiliriz. Bu
nitelendirmelerde kriter aldığımız unsur ise teknolojik araç-gereçlerdir.
Mesela önemli bir medya unsuru olan “gazeteler ve dergiler” bizce bir çağın
adıdır. Çünkü gazeteler ve dergiler hayatımıza girince, öylesine etkili
sonuçlar doğurmuştur ki, insanların hemen her eylemi gazete ile
irtibatlandırılır olmuştur. Bunun en büyük delili de gazete ve dergilerle
beraber dile giren deyim ve kalıp ifadelerdir. “Hayatımı yazsam roman olur”
(gazetelerdeki tefrika geleneğinden arda kalan söz), “gazeteye düşmek”,
“gazeteler öyle yazıyor” vs..
Gazete ve
dergilerden sonra hayatımıza “radyo” girdi. Gerçi radyo, gazete ve dergilerin
önemini azaltmadı. Şöyle de söyleyebiliriz: Gazete ve dergilerin ulaşmasının
imkansız olduğu uzak kasaba ve köylere kadar giren yegane medya aracı radyo
oldu. Gazete ve dergilerin kentliliğine karşılık radyo “taşralılığın”
temsilcisi gibidir. Halk arasında “türkü” dinlemek ve “ajas” (ajans), yani
haber dinlemek radyo ile birlikte hayata dahil oldu. Radyosu olanlar
entelektüel ve aydın sayıldı. Çünkü onlar dünyada olup biteni anında ajastan
öğrenme imkanına sahip idiler. Derken hem gazete ve dergilerin hem de radyonun
papucunu dama atan “sinema” hayatımıza girdi. Halk sinema ile hoşça vakit
geçirirken onu da sollayan televizyonlar hemen her eve konuk oldu. Bu da
yetmedi, adeta sinemaları evin içine sokan videolar bu sefer gündeme geldi.
Bütün bunlar hayatı allak bullak ederken, insanlar, özellikle gençler birden
bire bilgisayarla tanıştı. İlk önceleri mükemmel bir daktilo zannedilen ve
daktilo işlevinde kullanılan bilgisayarlar, internete dönüşünce, yazma
(daktilo) işlevi unutulup diğer bütün unsurların yerini aldı. İnsanlar artık
bilgisayarı hem gazete ve dergi, hem radyo, hem televizyon, hem sinema hem de
eğlence aracı olarak kullanmaya başladı. Bütün bu gelişmeler yaşanırken bir de
gördük ki herkesin elinde (her ne kadar cep telefonu adını taşısa da ve cepte
olması gerekse de) bir telefon belirdi. Cep telefonları ise kendisinden önceki
bütün teknolojik cihazların yerini aldı.
Medya ve iletişim alanındaki bu
hızlı değişim, adeta insanların başını döndürdü. Burada önemli bir farklılığa
da dikkat çekmek gerekiyor. Aşağı yukarı bir asır önce insanlar bir teknolojiye
alışınca, onu kültüre mal edecek kadar geniş zamanlara sahiptiler. Yani bir
şeyin kültüre mal olması geniş ve uzun bir zaman dilimini gerekli kılar.
Yukarıda değindiğimiz gibi, gazete ve dergiler kültüre mal olma fırsatı
bulmuştu. Radyo ve sinema da öyle. Ancak günümüz bilgisayar ve cep telefonu
teknolojisindeki hızlı akış, kültüre engel oluyor. Çünkü herhangi bir uygulama,
yeterince kurumsallaşıp kültüre mal olacak zamanı bulamadan yerini başka bir
uygulamaya bırakıyor.
Özet olarak sunmaya çalıştığım medya
ve iletişim dünyamızdaki bu problem işte İbrahim Eyibilir öykücülüğünün arka
planını oluşturuyor. Bir yönüyle sosyolojik dekor olarak gördüğümüz bu
gelişmeler acaba insana nasıl yansıyor? İşte “Teyzemin Radyosu”ndaki öyküler bu
temel soruya cevap teşkil ediyor.
Hayatımıza giren iletişim
teknolojileri esasında bizim duyularımıza da etki ediyor. Mesela gazete ve
dergiler gözümüze ve okuma sürecinde zihinsel dikkatimize seslenmekteydi. Radyo
ise kulağımızı esir aldı. Sinema ve televizyona gelince, bu iki iletişim
vasıtası hem gözümüzü hem de kulağımızı esir aldı. Bilgisayar ve interneti de
göz ve kulak işgalcisi olarak nitelendirebiliriz. Bunlar içinde sadece “ses”
olarak varlık gösteren ve insanın kulağından hareketle diğer bütün duyuları
harekete geçiren “radyo”yu ayırabiliriz. Çünkü bir şey sadece “ses” olarak
varsa, o şey insanın “hayal” ve “imge” dünyasını zenginleştirebilir. Radyonun
ve tabii ki musikinin böyle bir işlevi vardır. Oysa, gazete, dergi, sinema,
televizyon ve bilgisayar gibi görsellik içeren iletişim araçları insanın
“hayal” ve “imge” dünyalarına ister istemez zarar veriyorlar. Ses’in sınırsız
ve özgür yapısına karşılık “görüntü”nün sınırlı ve bağımlı (dar) bir özelliği
vardır. Sadece şu örneği verelim. Eskiden Hamzanameler’de Hz. Hamza’nın
cenkleri ve kahramanlıkları anlatılırken ve dinlenirken, anlatanlar ve
dinleyenler zihninde öyle “Hamzalar” tasavvur ediyorlardı ki, bu büyük insan
(Hz. Hamza) her okunuşta ve dinlenişte adeta yeniden vücut buluyordu. Onun
belirli ve donuk bir portresi yoktu. Ne zaman ki Mustafa Akat, meşhur “Message”
(Çağrı) filminde Hz. Hamza’ı görsel hale getirdi, işte o filmden beri insanlar
Hz. Hamza deyince gözlerinin önüne Anthony Quinn geliyor. Hz. Hamza bir kere
Anthony Quinn olarak zihinlerde sabitlenip dondurulunca, artık başka bir Hamza
portresi tasavvurunun da önü kapatılmış oluyor. İslam kültüründe Hz.
Muhammed’in tasvir edilmemesi de böyle bir gerekçeye bağlı olsa gerek. Neyse bu
ayrı bir tartışma…
İbrahim Eyibilir, bu konuları bilen
ya da hatırlatmak isteyen biri olarak öykülerini genellikle radyo, dinlemek ve
musiki gibi olgular üzerine kurmuş. Bu da söz konusu öykülere “şiirsel” bir
nitelik katıyor. Çünkü olay ve olguları sabitleyip, tasvir etme, dolayısıyla
dondurma tarzına karşılık gelen klasik roman ve hikayeye inat, şiir ve öykü
adeta bunların tersini yapar. Yani şiir ve öykü görselliği değil, duyusallığı
(gözden çok kulağı) hedef alır. Bu yüzden de insanların hayal ve imgelerini
çokça kışkırtır. İşte İbrahim Eyibilir’in öykülerinin genel niteliğini böyle
saptayabiliriz. Şimdi öykülere bu açıdan bir göz atalım:
Musiki
Yüklü Dramlar Yahut Şiirsel Öyküler:
Kitapta yer alan ilk öykü “Nihavent
Ayak İzleri” adını taşımaktadır. Öyküye adını veren “nihavent” kavramı ilk
planda bizi musikiye, özellikle klasik Türk musikisine götürüyor. Öyküye
şiirsellik de katan bu kavram (nihavent), özellikle kızlara isim olarak
verilir. Renk olarak da “pembe”ye karşılık gelir. Musikideki nihavent makamı,
bilhassa öğleden sonra, yani ikindi vakti etkisini hissettirir. Bu yüzden olsa
gerek insanlar, o saatte yürümeyi ve özellikle güneşin batışını seyretmeyi
severler. Eyibilir’in öyküsü bizi ilk planda bütün bu verili olgularla yüz yüze
getirir. Öyküde ise bu olgulara uygun durumlar anlatılır. Nedir bu durumlar? En
başta vuslatla bitmeyen bir aşk, ki bu durum Doğu anlatılarının temel yapısını
oluşturur. Bu aşka dekor oluşturan toplumsal manzara ise sosyolojik anlamda
“merkez-taşra” karşıtlığıdır. 1980’ler sonrası Türkiye’de belirgin olarak
görülen köyden kente göç, gecekondulaşma ve bütün bunların musikideki ifadesi
olan arabesk müzik furyası. Yine bu yıllarda yaygınlaşmaya başlayan dershaneler
ve bu kurumların lise ile üniversite arasında aracı kurum olması. Özellikle
taşralı gençler adeta ilk üniversite temrinlerini kentin kötü, dar, ışıksız
evleri ya da yurt adlı toplu kalma yerlerinde yaşamışlardı. Buralardan üniversite
kazanıp başka kentlere gidenler de vardı. Kısaca 1980’ler sonrasında taşralı
gençlerin üniversiteye giriş maceraları sosyolojik anlamda bir fenomen olmuştur
ve genç Türk hikayesinin kaynaklarından biri de bu fenomendir. İbrahim
Eyibilir’in “Nihavent Ayak İzleri” işte böyle bir fenomeni yansıtmaktadır.
Burada Eyilir’e bir de eleştirim olacak. Taşralı bir gencin yaşadığı platonik
nitelikli aşka o yıllarda eşlik edecek en iyi müzik arabesk ya da türkü iken,
neden öykünün kahramanı şehirli ve Osmanlı üst sınıfı insanının zevkini
yansıtan “nihavent”i tercih etmiştir. Tamam, bu genç okudu, eğitildi, zevki
gelişti. Arabesk ya da türküden “nihavent”e geçiş yaptı. Öyküde neden bu gencin
arabesk ya da türkü çağı yer almaz veya değinilmez. Bu durum bence öyküde
sosyolojiyi zorlayan bir problemdir. Çünkü “taşra estetiğinde” musiki deyince
akla gelen ilk kavram “türkü”dür. Taşradan şehre gelince hem türkü hem de onun
yanında “arabesk”i görürüz.
Kitapta yer alan “Gökkuşağı Rüyası”
ise “Nihavent Ayak İzleri”nin devamı ama kendi içinde bağımsız bir öyküdür. Bu
öykü bir varoluş unsuru olarak hem “rüya”ları hem de tabiat unsuru olarak da
“gökkuşağı”nı içerir. Her iki unsur da öykünün şiirsel yönünü
güçlendirmektedir. Ayrıca, ilk öyküde
mevcut olan anlatıcının Gül Hanım adlı birine aşık olması durumu da bu
şiirselliğin adeta efektini oluşturur.
“Arafta Kalan Yırtık Gömlek” adlı
öykü ise, hem gönderme yaptığı Hz. Yusuf’un yırtık gömleği hem de merkez
dışında yaşayan insanların dünyasını yansıtan “tandır” Sofuköy”, “Nazife hanım”
(türkünün kahramanı) gibi kavramlar aracılığı ile bizi yine taşraya götürüyor.
Taşra denilince aklımıza gelen bütün hissi kavramlar (yoksulluk, gurbet, hüzün,
ayrılık vs.) da bu bağlamda bizi sarıyor. Yani kendimizi hüzünlü bir musiki
dinlerken veya şiirsel atmosferde hissediyoruz.
“Usta İşi” adlı öyküde de kendimizi
“taşra”da hissediyoruz. Çünkü öyküde kentten kaçış, uzaklık, bir kıyı
kasabasında yalnız olarak yaşama gibi dramlar anlatılıyor. Ancak öykünün
anlatıcısı, kentte eğitim almış biri olduğu için, olup bitenleri aktarırken
kentsel duyarlılıkları göz ardı etmiyor. Türk tarihinin en büyük
mütefekkirlerinden biri saydığımız Mevlana, öykünün satır aralarında özellikle
Mesnevi öyküleri ile boy gösteriyor. Burada Mevlana’nın devrinin “şehirlisi”
olarak “köyden” ve “köylüden” nefret ettiğini özellikle hatırlatalım. Öykünün
anlatıcısı bunu hissettirircesine, adeta kent değerlerini taşraya taşıyarak
kurmuştur öyküsünü. Dolayısıyla öykü içerdiği taşra dolayımında bizi
şiirselliğe ve taşra hüznüne davet etmektedir.
İbrahim
Eyibilir’in musikiye karşı büyük bir ilgisinin olduğunu söylemiştik. Kitapta
yer alan “Nazik” adlı öykü yazarın bu özelliğini tam olarak yansıtıyor. Çünkü
bu öykü (öyküden çok hikaye demek daha isabetli) bir halk türküsünün
hikayesidir. Yunanlılar Milli Mücadele yıllarında Afyon’u işgal eder. Yunanlı
komutan köyün güzel kızı Nazik’i kaçırır. Nazik’in Yunalıdan çocukları falan
olur ve çocuğuna da kavuşamadığı nişanlısı Mehmet’in adını koyar. Ancak
Nazik’in aklı hep memleketindedir. Öyküyü okurken adeta bir Yeşilçam filmi
izlemiş gibi de oluyoruz.
İbrahim
Eyibilir, folklorik değeri olan konulara da büyük bir önem veriyor ve onları
öyküleştiriyor. Bu bağlamda onun en dikkate değer öyküsü “Behiye”dir. Yahya
Kemal ve Tanpınar’ın “türkülerimizin bizim romanımız olduğu”na dair görüşlerini
hatırlatırcasına yazar, pek çoğu türkülere konu olan hikayeleri adeta yeniden
yazar. Özellikle “Elif” adı Anadolu’da kızlara verilen isimdir ve bu ismi içeren
pek çok türkü vardır. Yani Anadolu’da “Elif” türküleri meşhurdur. Buna bir de
Karacaoğlan’ın “Elif Elif diye” redifli şiirini/türküsünü eklersek, Eyibilir’in
ne kadar zengin bir folklorik geleneği tevarüs ettiğini anlayabiliriz. “Behiye”
öyküsünde bütün bu durumlar mevcuttur. Bu öyküde çok ilginç bir olay (şehit
olan ağabeyini iki yıldır toprağa vermeyen bir genç kız) da gündeme getirilir.
Böyle ilginç olaylar ancak Anadolu’da yaşanır. Öyküde ayrıca bir köy düğünü
bağlamında öykü diliyle kültürel yorumlar da yapılır.
Poetik
Öyküler:
İbrahim Eyibilir’in kitabında,
“poetik öykü” olarak adlandırabileceğimiz tarzda metinler de vardır. Yazar,
öyküden ne anladığını bir anlamda bu metinler aracılığı ile hissettirir. Bu
manada kitapta yer alan en ilginç öykülerden
biri “Şair Masalı” adını taşımaktadır. Bu öykü adeta “poetik” bir metindir ve
İbrahim Eyibilir öykücülüğünün poetikasını içermektedir. Öykünün adından da
anlaşılacağı gibi, metin ayrıca bolca “masal” unsuru da taşımaktadır. Eyilir bu
öyküsünde de musiki unsurlarına geniş yer ayırır. Mesela öyküdeki kadın “mahur
kadın”dır. Öyküde adı geçen evde “hüzzam bir koku” vardır. Yine öyküsü
anlatılan şair, “mahur bir sonbahar akşamı nihavent kayıplara karışmış”tır.
Masalın en önemli özelliği “anlatılması”dır. Oysa kentsel anlatı ürünleri
(roman, hikaye) “okunur”. “Dinleme” edimi ister musiki ister masal olsun bizi
ister istemez “taşra”ya götürür. Bu öykü için söylediklerimiz aşağı yukarı
“İstasyonda Bir Şiir” adlı öykü için de geçerlidir. Çünkü “İstasyonda Bir Şiir”
adlı öykü de poetik nitelikli bir metindir. Bu öyküde otobiyografik göndermeler
biraz fazla belirgin. Çocukluğundan beri, hem öğrencilik hem de öğretmenlik
yıllarında çokça yolculuk yapan Eyilir, yazdığı öykülerin büyük çoğunluğunu bu
yolculuklardan devşirmiştir. Gerçi bu durum bir kusur değil, belki de İbrahim
Eyilir öykücülüğünün “karakteristik” tarafıdır.
Kitaptaki
“Göçer” adlı öykü de poetik bir metindir. Bu öyküde Eyibilir, üstkurmaca
tekniğini kullanarak bir öyküyü nasıl yazdığını ifşa eder. Otobiyografik
özelliği de hissedilen öyküde yazar memleketi Afyon’un iklim özelliğini,
özellikle soğuğunu vurgular. Afyon’dan kalkan bir otobüste hem anlatıcı hem de
bir başka yere göç eden göçerler yolcu olarak yer alırlar. Anlatıcı kulağı ile
otobüsün radyosunda çalan “Elif” türküsünü dinlerken gözü ile de yolcuları
izler. Dinlediği ve gözlemlediği şeylerden de bir öykü çıkarır.
İbrahim Eyibilir, bütün duyularını
öykü için seferber etmiş gibidir. Bu yüzden olsa gerek, gördüğü, dinlediği,
kokladığı, dokunduğu, tattığı; ayrıca yaşadığı, etkilendiği hemen her şeyden
bir öykü çıkarıyor. “Hasta” adlı öyküsü buna örnektir. Çünkü öyküde bir hastanede
gördüğü bir manzara hemen öyküye dönüşmüştür. Öyküde anlatıcının bir hastanede
gördüğü bir çocuğun durumu anlatılmaktadır. Daha doğrusu anlatıcı bu çocuğun
durumundan ve dramından çokça etkilenmiş, adeta travmalar yaşamıştır. Eyibilir
söz konusu etkilenmeyi ve travmayı çok başarılı bir şekilde öyküye dönüştürmüş.
Herhangi bir durumdan etkilenen insanlar, bazen söz konusu etki sebebiyle
etraflarında ne olup bittiklerini fark edemezler. Yazar bu insani durumu “flu”
diyebileceğimiz tasvirlerle çok başarılı olarak resmediyor. “Hasta” öyküsü
bunun en önemli kanıtıdır.
Kitaptaki poetik
öykülerden bir diğeri “Bir Çiçek Ölümü” adını taşır. Temelde bir aşka dayanan
bir durum ve bu durumun şiirsel ifadesi. Buna bir şiirin hikayesi de
diyebiliriz. Yazar bu öyküsünde kendini kurgulamıştır; yani kendi adını
(İbrahim) kullanarak otobiyografi tekniğini de kullanarak bir yalnızlık öyküsü
anlatmıştır. Bunu yaparken, söz konusu durumu anlatan en başarılı şiirlerden
bir olan Sezai Karakoç’un “Kar” adlı şiirine de gönderme yapmıştır. Bu metin
için kısaca “öykü biçiminde yazılan bir şiir” desek yanlış olmaz. Çünkü bir
metin çok çağrışım ve pek çok anlam söz konusu metinde bir araya gelmiş.
Çocukluk
Öyküleri:
İbrahim Eyibilir öykülerinin
özelliklerinden biri de “çocuk” ve “çocukluk” kavramlarına geniş yer
vermesidir. Bu manada kitabın en ilginç öykülerinden biri “Kapı” adını
taşımaktadır. Bu öykünün en dikkat çeken tarafı bir “çocukluk öyküsü”
olmasıdır. Öyküde bir çocuğun eşya ile ilişkisi çok başarılı bir şekilde
vurgulanmıştır. Bilindiği üzere, çok usta bir kurgucu (masalcı) olan çocuklar,
hemen her şeye “oyun” (eğlence) gözüyle bakarlar. Bu yönleriyle çocuklar adeta
insanların en “mistik”leridirler. Kur’an-ı Kerim’in pek çok ayetinde vurgulanan
“Dünya hayatı bir oyun ve eğlenceden ibarettir” hükmünü hayatta en çok
uygulayan çocuklar değil midir? Çocuklardan sonra gelenler ise “derviş”lerdir.
Çünkü onlar da dünya malına ya da hayatına değer vermezler. Bu yüzden olsa
gerek, hem çocuklar hem de dervişler dünyanın en “masum” en “günahsız” insanı
değil midirler? “Kapı” adlı öyküde Eyilir bütün bunları akla getirir. Öyküdeki
çocuk usta bir kurgucu (oyun ehli) olduğu için hemen her eşyaya “can” verir.
Kısaca bu öykü de bir taşra ve doğallık öyküsüdür ve öyküde birinci şahıs anlatıcı
figürü, anlatılanların hatıra-gerçek olduğunu hissettirir gibidir. Ayrıca
öyküde hikayesi anlatılan “kapı” “ağaç”tandır ve modernizmin sembolü olan
“demir kapı”ya inat, özellikle çocuk tarafından bambaşka bir varlık olarak
sunulur. Burada “ağaç”ın doğallığı, toprağa bağlılığı, taşralılığı vs. gibi
durumları da sadece hatırlatıp geçelim. Öykünün bünyesine yedirilen bütün bu
göndermeler, aynı zamanda söz konusu metni şiirsel de kılıyor.
İbrahim
Eyibilir’in öykülerinde en çok dikkat çeken konulardan biri de “çocuk”lardır.
“Emanet Misafir” adlı öykü de esasında bir çocuk öyküsüdür. Yazar, çok başarılı
bir öykü söylemine sahip olduğu için, mesela öyküsünde “hamile” sözünü
kullanmıyor da, onun yerine halk arasın da tercih edilen “misafir” kavramını
seçiyor. Gerçekten de halk irfanında hamile bir kadın için, genellikle
“karnında çocuk taşıyor” şeklinde sözler kullanılmaz; bu sözün yerine “misafir”
kelimesi tercih edilir. Halkın gözünde doğacak olan kişi herhangi bir insan
değil, önemli bir misafirdir. Çocuk sevgisini ifade eden bu metafor, öykünün
estetik değerine adeta tavan yaptırmaktadır. Sadece bu metafor da değil, öyküde
otobiyografik göndermeler, aile ve çocuk ilişkisi, yağmur ve rüya gibi unsurlar
da yerli yerinde kullanılarak, öykü adeta çok anlamlı, çok çağrışımlı ve çok
sesli bir hale getirilmiştir. Bütün bunlar da bir başka açıdan “şiirselliğin”
ifadesidir.
Çok
Sesli Öyküler:
İbrahim Eyibir, bazen bir romana
sığacak genişlikteki konuları bir öyküye sığdırıyor; bazen de hacim olarak
küçük olmasına rağmen bir öykünün içine pek çok meseleyi ustaca yerleştiriyor. “Bakkal”
adlı öykü işte bu niteliklere uyan çok göndermeli, çok meseleli bir metindir.
Neredeyse bir “roman”da anlatılacak olan olaylar adeta kısa bir öyküye
sıkıştırılmıştır. Ya da şöyle mi demeliyiz: Bir metin pek çok öykü… Özellikle
taşra ve köylerde ve de şehrin taşrası/köyü sayacağımız kenar mahallelerinde
çok önemli bir unsur olan “bakkal” kavramı, hemen her yetişkin insanın
hayatında yer etmiştir. Mahalle bakkalıyla irtibatı ya da bakkal hikayesi olmayan
hemen hiçbir mahalleli yoktur. Yıllar geçse de o bakkalla yaşanılanlar
unutulmaz. “Bakkal” öyküsünün böyle bir tarafı vardır. Bu öykü, aynı zamanda
“zamansal” bir nitelik gösterir. Özellikle tek parti döneminde köy ve
kasabalarda yaşanan sıkıntılar da öyküde belirgin olarak görülür. Ayrıca bu
dönem insanlarının sosyolojisi (giyim tarzları, eşyaları, birbirleriyle ve hükümetle
ilişkileri vs.) de öyküde göze çarpar. Bunlar gibi daha pek çok “katman” bu
öyküde karşımıza çıkar. Yukarıda da değindiğimiz gibi, bütün bu katmanlar
birleşip toplu olarak anlatılırsa, karşımıza “roman” çıkar. Bu durum öykü için
bir kusur mudur yoksa öykünün sosyolojik arka planını güçlendiren bir retorik
midir? Bu ayrı bir tartışmadır. Bu tartışmayı geçip, “Bakkal” adlı öykünün de
tipik bir “taşra” öyküsü olmasına dikkat çekelim. Yukarıda öykünün içerdiği
farklı katmanların (bakkal, çocuğun bakkalla ilişkisi, bakkalın modern
marketlere ve alışveriş merkezlerine yenilmesi…) her biri okuyanda belirli bir
duygusal refleks yaratıyor. Bu da öykünün “şiirselliğini” artırıyor. Özellikle
öykünün sonunda yer alan bakkalda yenilen iki “püskevit arası lokum” göndermesi
son derece “lirik” bir etki bırakıyor.
Sosyolojiyi
Dekor Olarak Kullanan Öyküler:
Öykü kitabına adını veren “Teyzemin
Radyosu” da çok ilginç bir metindir. Öyküde dikkat çeken en önemli şey,
“spleen” hali, yani şehir sıkıntısı ya da bunalımıdır. Hayatımıza giren pek çok
iletişim aracı, paradoksal bir şekilde insanlar arasında iletişimi değil,
iletişimsizliği artırmaktadır. Hemen herkesin elinde telefon vardır ama kimse
bir başkasıyla konuşmaz. Hemen herkesin kulağında kulaklık vardır ama kimse yanındaki
dinlemez. Öykü bu durumun eleştirisiyle başlıyor. Bu eleştiriyle beraber
anlatıcı, çocukluğunda hayatına giren ve kendisine unutulmaz anlar yaşatan
“teyzesinin radyosu”nu hatırlıyor. Burada bir hatırlatmada bulunalım:
Türkiye’de taşra ve köylü insanları
modernizmin hayatımıza soktuğu iki temel şeyi benimsemiş ve kabullenmiştir.
Bunlardan biri “radyo”, diğeri ise “sinema”dır. Genellikle teknoloji ve
modernizmle problemli olan, hatta bunlara cephe aldığı için “gerici” ya da “çağ dışı” gibi suçlamalara da maruz
kalan taşra/Anadolu insanları her ne hikmetse hem radyo hem de sinema konusunda
modernizm taraftarlarını şaşırtacak bir tavır içine girmişlerdir. Günümüzün
usta hikayecisi Mustafa Kutlu özellikle bu duruma dikkat çeker ve bilhassa
taşralı /Anadolulu insanların sinemaya düşkünlüklerini anlamlı bulur. Bu durum
da sosyolojik manada araştırılması gereken bir meseledir. İbrahim Eyibilir’in
“Teyzemin Radyosu” adını taşıyan öyküsü işte bütün bu meseleyi öykü diliyle
adeta tartışmaya açar. Öyküde anlatıcı ikinci şahıs olarak konuşur. Bu durum
öykü sanatında pek karşılaştığımız bir uygulama değildir. Öykü sanatında daha
çok ya birinci şahıs (ben) ya da üçüncü şahıs (o) yer alır. Oysa Eyibilir
ikinci şahıs anlatıcı figürünü tercih etmiştir. Öyküde ikinci şahsa hitaben
konuşan birinci şahıs (ben) ve dinleyen (sen) olmak üzere iki zamirle yüz yüze
geliriz. Öyle ki “ben” olarak konuşan şahıs taşra/köy değerlerini sembolize
ederken; dinleyen durumundaki “sen” ise modern olanı işaret eder gibidir.
Öykünün ironisi ve başarısı da burada karşımıza çıkar. Söz konusu öyküyü sadece
“ben” ve “sen” zamirleri bağlamında
yorumlasak başlı başına bir yazı çıkar. Mesela “ben” konuşur, üretir; yani
etkendir. Buna karşılık “sen” “dinler” ve “tüketir”; dolayısıyla edilgendir. Yazar
bununla taşra ve Anadolu insanlarının etken ve üretken yönü ile kentte yaşayan
insanların “edilgen” ve “tüketen” yönlerini ima eder adeta. Kısaca kitaba adını
veren öykü hem içerdiği konu hem de öykünün kurgusu ve estetiği açısından
kitabın en başarılı metinlerinden de biridir.
“Aile” adlı öykü de köy-kent
ekseninde geçenlerin anlatıldığı bir metindir. Şehre taşınan bir aile vardır.
Bu ailenin kökleri köye dayanır. Şehirde memuriyet veya daha başka bir iş
bularak özellikle genç aileler köyden ayrılırlar. Köyde ise yaşlı anne-baba
kalır. Çünkü onlar “yuvayı beklerler”. Köydeki yaşlılar bakıma muhtaç hale
gelince de şehirdeki evlatları onları yanına alır. Bu yaşlılar “toprak”tan uzak
kaldıkları için asla şehirde mutlu olmazlar. Bilhassa Türkiye sosyolojisinde
ailelerdeki bu durum hala günceldir. Özellikle yaşlı anne babaların durumları
şiirsel bir dille aktarılmış, yer yer de “türkü” etkisi hissediliyor.
Kitaptaki “Huzur
Evi” de sosyolojik bir karakter taşıyor. Yukarıda da değindiğimiz gibi köyde
kalan yaşlı baba, onu ziyarete gelen şehirli oğul ve torunlar… Yaşlı baba,
şehirden oğlu ve torunları gelince köydeki evinin huzur dolduğunu söylüyor. Bu
öykünün satır aralarında Eyibilir, modern evlerdeki bir başka probleme de
dikkat ekiyor. Modern evlerde yaşlılara yer verilmemesi bilinen bir gerçek. Pek
çok evde özellikle kitap seven babanın kitaplığı da artık fazlalık olarak
görülüyor. Yani modern evlerde artık kitaplığın yeri yok gibi. Bu yüzden pek
çok kitapsever insan özellikle yaşlanınca hem kitapları hem de kendisi evsiz
kalma tehlikesi yaşıyor. “Huzur Evi” adlı öykü bu hususu da gündeme taşıyor.
Otobiyografik
Öyküler:
İbrahim Eyibilir’in öykülerinde
otobiyografik unsurlar dikkat çekecek kadar çoktur. Bir öğretmen olarak Türkiye’nin birçok
yerinde görev yapan yazar, “Sağır Kaya” adlı öyküsünde hem kendi bireysel
tarihini hem de Türkiye’nin önemli sorunu terörün insanımız üzerindeki etkisini
ele alır. Özellikle Doğu’da şehit edilen öğretmenler, Milli Eğitimin özellikle
müfettiş merkezli taşra problemleri (teftişler, öğretmeni azarlayan anlayışsız
müfettişler, bürokratik engeller vs.), öğretmenin şahsında temsil edilen devlet
kavramıyla köylünün ilişkisi ve bütün bunlara dekor olan Doğu gerçeği öykü
diliyle masaya yatırılmıştır. Bu öyküde dikkat çeken husus, anlatılan hikayenin
geleneksel ve epik karakterli olması, anlatıcının ise modern bir yansıtma
duyarlılığına sahip olmasıdır. Özellikle anlatılan her bir öykü kesitinin
efektinde ağıt ya da türkü seslerini hisseder gibiyiz. Bu da öyküye şiirsel bir
tat katıyor. “Kartal Yuvası” adlı öykü ise adeta “Sağır Kaya”nın devamı gibi.
Eyibilir bu öyküsünde, Türkiye’nin Doğu’sunda görev yapan aydın bir bireyin
kendisiyle hesaplaşmasına yer verir. Öykünün anlatıcısı adeta “yanlış yerdeki
doğru adam”dır. Bu adam tipik bir Türkiye gerçeği olan “sürgün olma” durumunun da muhasebesini yapar. Öykü
özellikle iç konuşma ve öznenin kendi kendisiyle hesaplaşması bağlamında
oldukça başarılı bir öykü dili de içerir.
İbrahim Eyibilir’in öykücülüğünde
“birbirinin devamı öyküler” diyeceğimiz bir öykü retoriği vardır. “Sağır Kaya”,
“Kartal Yuvası” ve en son “Yansıma” adlı öykü adeta birbirlerini tamamlar. Bu
üç öykü aynı zamanda küçük bir roman olarak okunabilir. “Sağır Kaya”da bir köy
öğretmeni ile karılaşan okur, “Kartal Yuvası”nda bu öğretmenin pek çok şeyle
hesaplaşmasına şahit olur. “Yansıma”da ise bu öğretmenin hal ve hareketlerinin
devlet nezdinde nasıl “suç” olarak telakki edildiğini görürüz. Çünkü bu
öğretmen köyde bir teftiş ya da soruşturma geçirir. Savunma yapmak üzere de
şehirdeki Hükümet Konağı’na gelir. Kendisi gibi daha birçok “suçlu!..”, hükümet
konağında “sıra” beklemektedir. Sıra beklerken “Kıyafetinizi düzeltiniz!”
uyarısının olduğu aynaya bakar. Öğretmen aynaya bakarken hemen her şeyle
hesaplaşamaya devam eder. Öyküde geçen “ayna” bir yansıtma ya da gösterme
objesi olarak önemli bir imgedir ve şiirseldir. Eyibilir, üzerinde
“Kıyafetinizi düzeltiniz!” yazısının yer aldığı bir “ayna”dan yola çıkarak
Türkiye eleştirisi yapar. Bu küçük obje hem yazarı hem de okuru o kadar çok
şeyle yüzleştirir ki… Mesela “Kıyafetinizi düzeltiniz!” uyarısı ile Türkiye’nin
kanayan yarası darbe dönemleri çağrıştırılır. Çünkü böyle uyarı yazıları askeri
bir nitelik gösterir. Hükümet konağında yer alan ayna üzerinde uyarı yazısının
yer alması, yazar tarafından ironik amaçlı olarak kullanılmıştır ve buradaki
ironi de oldukça başarılı bir tercihtir. Öyküde ayrıca “Fizan’a sürgüne
gönderilmek” gibi tarihsel problemlere de açıkça gönderme yapılıyor. Öyküdeki
tahliller oldukça başarılı ve her bir tahlil açıkça şiirsel bir dille
yapılmıştır.
Geleneğin
Sesini Yansıtan Öyküler:
İbrahim Eyibilir, öykülerinde
geleneği adeta yeniden üretir. Onun öykülerinde geleneksel form ve unsurlar hep
kendilerini hissettirirler. Kitapta yer alan “Ceylanı Vurdular” adlı öykü bu
bağlamda dikkat çeken ve adeta modern zamanların kıssası sayacağımız bir
metindir. Çevreci bir duyarlığı yanıtsan öyküde daha çok semboller konuşur.
Mesela öykünün esas karakteri bir “Çınar” ağacıdır. Bu ağaç bir yangında
tehlike atlatmıştır. Yangından sonra ortaya “domuzlar” çıkmıştır. Çınarlar
kalmayınca adeta korumasız ve evsiz kalan “ceylanlar” ise artık tehlike
içindedir. Kentle yetinmeyen modernizm, gözünü tabiata dikmiş; ağaç kesmeler,
yeşili ve otları yok edip beton yığınları inşa etmeler vs. gibi uygulamalarla
yaşanabilir “çevre”yi tehdit etmeye başlamıştır. Öykü şiirsel ve sembolik bir
dille ve bir kıssa ile bu tehlikeye dikkat çekiyor. Kitaptaki “Sinek” adlı öykü
de bu bağlamda yorumlanabilir.
Kitapta dikkat
çeken öykülerden biri de “Akış” adını taşır. Eyibilir, bir obje ya da
hareketten yola çıkıp kendi dramını yorumlayan birçok öykü yazmıştır. Bu da o
öykülerden biridir. Öykü bir adamın öfkeli olarak evinden ayrılışı ile başlar.
Bu adam bir nehirde sandala biner ve kürek çeker. Kürek çekerken suyun akışının
sandalı nasıl yönettiğine şahit olur. Adam, suyun akışı, sandalın bu akışa
kapılması vs. gibi durumlardan kendine dair sonuçlar çıkarmaya başlar. Burada
nehir ve sandal çok başarılı bir metafor olarak seçilmiştir. Yazarın derdi
seçtiği objeler aracılığı ile insanı anlatmaktır. Bu da şiirsellikten çok
şiirin ta kendisidir.
“Kuş Çeşmesi”
adlı öykü de modern bir kıssa gibidir. Köy ve taşra gerçekliğinin gerçek
boyutuyla işlendiği öykü, kültürümüzde mevcut olan “ilim” ile “irfan” ehli
inanların çatışmasını akla getiriyor. Öğrendiği ve bildiği her şeyi kitaplara
ve okula borçlu olan bir oğul ile, hemen her şeyi hayatta tecrübe ederek ve
yaşayarak öğrenen bir baba vardır. Kısaca oğul ilim ehlidir ama irfanı
eksiktir; buna karşılık baba ise irfan ehli olup kitabi şeylere mesafeli
biridir. Daha önce de değindiğimiz gibi, modern hayat bu babayı gelecekte kente
ve oğlunun evine bir sığıntı olarak gitmeğe zorlamaktadır. Mustafa Kutlu’nun
hayıflandığı da işte bu insanlardır. Kısaca bu hikaye de “toprak”, “tabiat”,
“yaşlı insanların köy ve toprak özlemi” gibi durumları içermesiyle bizi
“türkü”lerin dünyasına davet ediyor.
“Buğu” adlı öykü
de sembolik bir nitelik gösteriyor. Baştan sona metaforlarla dolu olan yani
şiirsel olan bu öyküde, anlatıcı bir “buğu”dur. Burada bilinen bir metafor olan
“damlanın denize kavuşma isteği”nin başka bir ifadesiyle karşı karşıyayız.
Burada damlanın yerini “buğu” almış ve bu “buğu” Ela deniz”e kavuşmak istiyor.
Buğu figürünün anlatıcı olarak seçilmesi, öykünün estetik değerini bir hayli
yükseltiyor. Adeta bir seyyah gibi bütün evreni dolaşan buğu, çöller ve
denizler aşıyor. Bu buğu en çok askerlerin üzerinde odaklanıyor. Dolayısıyla
buğu, deniz, çöl, asker, şehitlik, memleket özlemi, gözyaşı gibi kavramlar hem
birer sembol hem de birer metafor olarak metni şiirin alanına taşıyorlar. Bu
öykü de çok başarılı metinlerden biridir.
Yakın
Tarihi Güncelleyen Öyküler:
İbrahim Eyibilir, öyküleriyle
Türkiye’nin yakın tarihine tanıklık eder. Özellikle 28 Şubat olarak kodlanan
süreçte pek çok dram yaşanmış, pek çok toplumsal huzursuzluk belirmiştir.
Kitaptaki “O” adlı öyküde yazar buna işaret eder. Özellikle “başörtüsü sorunu”
olarak adlandırılan sorun Türkiye’de 28 Şubat 1997’den sonra başlamıştır. “O”
adlı öyküde bu sorunun trajik boyutu gözler önüne serilir. Başörtülü bir anne
asker olan oğlunun yemin törenine alınmaz. Başörtülü anne orduda görevli subay
olan oğlunun evine (lojmanına) dahi sokulmaz. Sadece bunlar da değil, askeri
vesayetin aileleri nasıl parçaladığı, komşuların arasını nasıl açtığı,
dostlukları ve kadim değerleri nasıl bozduğu da öyküde hissettirilir. Öyküde
sık sık anlatıcı değişir. Her bir anlatıcı da yeni hikaye demektir. İbrahim
Eyibilir bu anlatıcı değişimi ve çokluğu ile adeta 28 Şubat sürecinde
anlatılacak pek çok hikaye olduğunu ima eder gibidir. Bir başka açıdan bu da
modern ile geleneğin bir başka karşı karşıya gelişidir.
Türkiye’nin
yakın tarihindeki bütün önemli olaylar ve gelişmeler Eyibilir’in öykü
dünyasında karşılık bulduğunu söylemiştik. Yakın tarihimizdeki önemli
gelişmelerden biri de “eğitim” ve “öğretmen” eksenli bir oluşum olan yurt
dışındaki Türk Okulları meselesidir. Bu okullar Türkiye’de “hizmet” kavramı ya
da “Hizmet hareketi” (Cemaat) kavramlarıyla anılır. Bu kavramlar konseptinde
yurt içinde pek çok kişi yurt dışına gitmiştir. “Sibirya” adlı öykü, bu konuyu
içerir. Anadolu’nun dindar ve öz değerlerine bağlı insanları, çok büyük
fedakarlıklarla çocuklarını okutup bir mesleğin mensubu yapmak çabası içinde
olmuştur. Yurt dışında Türk Okulları açan Hizmet Hareketi, yurt içinde de
dershane ve öğrenci yurtları ile Anadolu insanlarının bu çabalarına destek vermişlerdir.
Böylece pek çok Anadolu genci iş ya da meslek sahibi olup ülkelerine
ekonomik-kültürel bağlamda katkı sunmuşlardır. Evlatlarının bu başarıları anne
ve babaları sadece gururlandırmamış, bu gençler anne ve babalarının güvenci de
olmuşlardır. Ancak burada şiddet dozu yüksek olmayan bir “çatışma” da vuku
bulmuştur. Çünkü, bir mesleğin mensubu olarak hayata dahil olan bu gençler,
belirli bir zaman sonra, çoğu anne babanın muhalefetine rağmen yurt dışındaki
Türk Okullarına gönderilmeğe başlanmıştır. Bunların Türkiye’de kalan anne ve
babaları ise hüzün ve gurbet sarmalında yaşamağa devam etmişlerdir. İşte
“Sibirya” öyküsü bütün bunları içerir. Öyküde büyük fedakarlıklarla okuyup
meslek sahibi olan bir Anadolu gencinin Sibirya’daki bir Türk Okulu’na gidişi
konu olarak seçilmiştir. Bu genç alışık olmadığı soğuk bir coğrafyada eşiyle
beraber bir kaza geçirir. Hastaneye kaldırılır. Bu genç, biraz kendine gelince
adeta önceki hayatı “bir film şeridi” gibi gözlerinin önünden geçer. Bu anda
bilinçaltı devreye girer. Delikanlı köyde geçen çocukluğunu, babasının büyük
fedakarlıklarla kendisini nasıl okuttuğunu falan hatırlar. Bilnçaltından geçen
bu düşünlerde çok önemli sosyolojik gerçekler vurgulanır. Dolayısıyla öykü son
derece başarılı bir bilinçaltı öyküsüdür aynı zamanda.
Kitapta yer alan son öykü de
“Hizmet” hareketinin bakış açısına uygun bir metindir. Hizmet hareketi adına
yayın yapan televizyon kanallarında eski kıssaları andıran, menkıbe motiflerini
işleyen, “iyi insan-kötü insan mücadelesi” klişesine uygun film ve diziler
çokça yayınlanmaktadır. Hatta söz konusu film ya da dizileri Hizmet hareketi
bizzat finanse etmektedir. Bu film ve
dizilerde “iyi” ve “fedakar” (kusursuz) insanlar ile bu insanlara fırsat vermek
istemeyen “kötü” ve fitnebaz insanlar arasındaki mücadeleler işlenir. İyi ve
fedakar insanlar hem çok çile çekerler hem de çok büyük belalara maruz
kalırlar. Onlar bu dramları ile adeta İslamın ilk geldiği günlerde
peygamberimizin ve ashab-ı şeriflerinin yaşadıkları zulümleri hatırlarlar. Ancak
geri adım atmayıp büyük bedeller ödeseler de sonunda zaferi kazanırlar. Hatta
onların bu büyük erdemleri, onlara kötülük eden kişinin “hidayete” ermesine ve
değişmesine de sebep olur.
İbrahim Eyibilir
“Kamera Şakası” hikayesinde (çünkü metin öyküden çok klasik hikaye yapısına
uygun) işte bütün bunları gündeme getirir. Kitaptaki en anlaşılır metinlerden
biri olan bu hikayede “haylaz” bir öğrenci ile, bu öğrenciyi yola getirmek
isteyen “idealist” bir öğretmenin ilişkisi anlatılır. Bu öğretmenin en büyük yardımcısı,
en az kendisi kadar idealist olan “eşi”dir. Sinematik özelliği çok yüksek olan
bu hikayede, ailesi tarafından her isteği karşılanan şımarık bir kız öğrenci
vardır. Bu öğrenci okulun yasak saydığı hemen her şeyi icra eder. İdealist
öğretmen birçok kez suçüstü yaptığı bu öğrenciyi nedense disipline vermez.
Çünkü bu öğretmene göre suçlu öğrenciden çok ailedir. Çünkü aile veli
toplantılarına falan pek gelmez. İdealist öğretmenin kendisine “taktığını”
düşünen öğrenci ise, çareyi bu öğretmene komplo kurmakta bulur. Bu öğrenci
televizyon hastası teyzesinin de yardımıyla sansasyonal haber peşinde koşan bir
televizyon kanalını adeta bu öğrencinin emrine verir. Öğrenci idealist
öğretmene iftira atar ve der ki “bu öğretmen beni dövdü, bana şiddet uyguladı”.
Böyle bir haberi aslını araştırmadan kamuoyunun gündemine taşıyan televizyon,
böylece o öğretmeni toplumun nezdinde aşağılamış ve lekelemiş olur. Hikayede
böyle bir olay konu edinilir.
Yazar, bu
hikayede bile satır aralarında bazı “şey”lere dikkat çekmeyi başarır. Mesela
özel televizyon kanallarının denetimsiz ve kendini savunma imkanı olmayan
kişileri “yargılama” problemi hala ülkemizde mevcuttur. Buna dikkat çekilir.
Yine özellikle özel televizyon kanallarında mevcut olan “kamera şakası”
programlarının nelere mal olduğu da hissettirilir. Ayrıca hikayede “haylaz”
olan öğrencinin elinden son model cep telefonunun hiç düşmemesi, bu öğrencinin
cep telefonu tarzı eğlence araçları yüzünden kitaptan ve derslerden uzak
kalması da hikayenin satır aralarında eleştiriye tabi tutulur. Her ne kadar
klasik hikaye şablonuna uygun bir metin olsa da “Kamera Şakası” da esasında
“çok sesli” olma özelliğine sahiptir. Bu da yazarının başarısıdır.
Bilinçaltı
(Varoluş) Öyküleri:
“Gümüş Kız” adlı metin ise bir
bilinçaltı öyküsüdür. Öyküde “geçmişe sığınan” bir adam anlatılır. Bu adam,
içinde yaşadığı an’ı ise sarhoşlukla geçirir. Yukarıda da değindiğimiz gibi,
sarhoşluk bir varoluş biçimidir. Varoluş, bilinaltının bilinç düzeyine çıkması
anlamına da gelir. Sarhoşluk anında ise bilinçaltı bilinç üstüne çıkar.
Sarhoşluk, bilinç altını bilinç düzeyine çıkarma gibi var oluş unsurlarıyla
harekete geçen adam, (çünkü var oluş harekete geçmek anlamına da gelir) bir
arayışa girer ve yakınındaki “denizi” fark eder ve denize sığınır. Bütün bu
semboller, yani sarhoşluk, deniz, denizin büyülü etkisi vs. öyküye fantastik
bir renk katar. Fantastik bir renk ise bizi şiire (dolayısıyla metafiziğe)
götürür.
Yazılmamış
Hikayeleri Anlatan Öyküler:
İbrahim Eyibilir öykücülüğünün bir
önemli özelliği de Müslümanların yeterince yazılmamış hikayelerini anlatmaktır.
Müslüman bir duyarlılıkla ve Müslümanca bir bakış açısıyla Müslümanların
mahremleri (hikayeleri) anlatılabilir mi? Daha doğrusu anlatılmalı mı? Hikaye
anlatmanın bir “özeleştiri yapma” (itiraf) işlevini dikkate alırsak, sorunun
cevabını “evet” olarak verebiliriz. Kitapta yer alan “Kırmız Dut” adlı öykü ilk
planda bize bunu düşündürüyor. Eyibilir öyküsünde Kur’an kursları, Hafızlık
eğitimi, mahalle mektepleri, İmam-Hatip Liseleri vs. yerlerde verilen eğitimi
sorgular. Buralardaki katı ve yer yer şiddet (dayak) ve nefse eziyet etme gibi
uygulamaların hikayeleri yeterince yazılmamıştır. Yazılanlar ise art niyetli ve
genellikle “dışarıdan birileri” (oryantalist tavır) tarafından ortaya
konulmuştur. İbrahim Eyibilir, “içeriden biri” olarak bu konuya temas ediyor.
Öyküde öncelikle çatışma eksenindeki genç bireyler anlatılıyor. Hafızlık
eğitimi alan kanı kaynayan bir genç var. Bu genç hafızlık eğitimi alıp adeta
hayattan koparken, dışarıda ise sinema vardır, deniz vardır, kısaca hayatın
güzellikleri vardır. Genç, hayata ve dış dünyaya ait olarak sadece hafızlık
eğitimi aldığı kursun bahçesinde yer alan “kırmızı dut”u ve bahçedeki birkaç
çiçeği görür. Çoğu zaman o dutları
yemesi de izne tabidir. Öyküde bu gencin çatışmaları çok başarılı tahlillerle
verilmiştir. Özellikle gencin iç dünyası ve bilinçaltı iki çizgi arası ifadelerle
aktarılmıştır. Ayrıca öyküde başta “gölge” olmak üzere pek çok sembol ve imge
kullanılmıştır. Bütün bunlar da öyküyü şiirsel kılmağa yetiyor.
Sonuç
Yukarıda
sanatın, dolayısıyla edebiyatın ve öykünün “zamanının” gramatikal bağlamda
değil de hayattaki işlevselliği bağlamında “sürekli şimdi” olduğunu
vurgulamıştık. Eyibilir “Teyzemin Radyosu” adlı kitabında yer verdiği otuz
öyküde adeta bunu yapmıştır. Yazar, kendisine yöneltilen “İbrahim
Eyibilir öykücülüğünü nasıl tanımlayabiliriz?” sorusuna şu karşılığı verir: “Geleneğin içinde
yer alan kadim dil, tasavvuf, müzik bilgisine dayanan sinema ve şiir
rehberliğinde kendi dilini bulmaya (oluşturmaya) çalışan metinler diyebiliriz.”
Yazarın bu cevabında yer alan “kendi dilini bulmaya (oluşturmaya) çalışan
metinler” ifadesini söz konusu kitap için de kullanabiliriz.
İbrahim Eyibilir’in öykülerinde
dikkat çeken hususları yazıda bir alt başlık olarak ele aldık ve şu saptamaları
yaptık:
“Teyzemin
Radyosu”ndaki öyküler “göstermek”ten çok “hissettiren” / “duyuran” öykülerdir;
bu öyküler musiki yüklü dramları içeren şiirsel metinlerdir; öykülerin birçoğu
“poetik” bir nitelik gösterir ve Eyibilir’in “öykü yazma” sırrını ifşa ederler.
Bu öykülerde “çocuk”lar ve “çocukluk”
dönemi ayrı bir önem arz eder. Şiirsel niteliğinden olsa gerek, öykülerde “çok
sesli”, “çok çağrışımlı” bir yapı göze çarpar. “Teyzemin Radyosu”ndaki
öykülerin en dikkat çeken özelliklerinden biri de bu öykülerin sosyolojiyi dekor
olarak kullanmasıdır. Öykülerde bilhassa yazar olarak İbrahim Eyibilir’in hayat
hikayesinden yansımalar (otobiyografik unsurlar( göze çarpar. Pek çok öyküsünde
yazar “geleneğin sesini yansıtır” ya da adeta “geleneği yeniden inşa eder”.
“Teyzemin Radyosu”ndaki öykülerde yakın tarihin
yansımaları da ayrıntılı olarak imgeleştirilir. Öykülerin hemen hepsinde
“bilinçaltı” (varoluş) özellikle varlığını belli eder. Bir de bu öyküler, henüz
yeterince “sanata aksetmemiş ve yazılmamış hikayelerimizi” içerir.
Öyküler hakkında yaptığımız bu
tespitler, sadece bir ya da belirli hikayeler için geçerli değildir. Şöyle
söyleyelim: Kitapta yer alan otuz öykünün otuzunda da aşağı yukarı bu
nitelikler söz konusudur. Yazar, unutulmazlık, değişim, hatıra gibi unsurları
bir leitmotiv olarak kullanır ve bu durum adeta öykülerin temel niteliğidir. İbrahim
Eybilir’in öykülerinde kişi isimleri pek yer almaz. Bununla öyküde
anlatılanların evrensel olduğu ve herkesi ilgilendirdiği ima ediliyor gibidir.
Bir de Afyon, radyo, türkü gibi kavramlar sanki İbrahim Eyibilir öyküsünün
temel kavramları (kodları) olarak tasarruf edilmiştir.
Bütün bunlardan sonra şunu ifade
ederek yazıyı bitirelim: İbrahim Eyibilir, yazının başında dikkat çektiğimiz
“sürekli şimdi” halini öyküleri aracılığı ile hissettirir. Malzemesini zamansal
olarak genelde “geçmişten” seçse de onun derdi, içinde yaşadığı “hal”dir, yani
“şimdi”dir. Bunu da “öykü anlatıcısının şimdisi” olarak öykülerinde kodlar.
Dolayısıyla öykülerdeki “anlatıcı”ların bilinç halleri ve zamansal
sapmalarından yola çıkan dikkatli okuyucu, yazarın “şimdisi” (hali) konusunda
gerekli verileri elde eder. Bütün bu veriler de gelip şuna dayanır: İbrahim
Eyibilir, öyküleriyle “ekran çağına” itiraz ediyor; yani bir tür hayatımızdaki
bütün “değerleri ters-yüz eden modernizme baş kaldırıyor. Bir sanatçı olarak
yazarın böyle bir hakkı yok mudur?...